Direnmek

18 dk

Artistik jimnastiğin tartışmalı tarafları dün başlamadı, bugün de son bulmayacak. Peki yarın? En azından direnmek için bir yol var.

28 Temmuz 2021, birçokları için özel bir gündü. Mesela halterde dünya rekoru kıran Shi Zhiyong, katıldığı ilk olimpiyatta altına ulaşan Daiki Hashimoto ve Primoz Roglic için… Roglic, Türkiye saatiyle 11.00 sularında nasıl yıkılmaz bir duvar olduğunu herkese göstermişti. Onu en iyi tanımlayan sözcükler bunlar: Yıkılmayan bir duvar. Zira geçen yılki Fransa Turu'nda vatandaşı Tadej Pogacar, son zamana karşı etabında 57 saniye geriden gelerek Roglic'i avlamış ve sarı mayoyu almıştı. Bisiklet tarihi kalp kırıklıklarıyla doludur. O gün Roglic de en az Pogacar kadar konuşuldu. Sohbetler hep şu minvaldeydi: Bu yenilgiden sonra kendine gelmesi kaç ay sürer? Aynı Roglic, bir ay sonra İspanya Turu'nda podyumun en üst basamağındaydı. Çünkü karşımızdaki bir sporcu değil, yıkılmaz bir duvardı.

Primoz Roglic'in bu sene yaşadıkları da üzerine konuşulmaya değer cinsten. Fransa Turu'nda üçüncü etapta kazaya karışan Sloven sporcu, ilerleyen günlerde yarıştan çekildi. Ancak Roglic, Fransa'dan birkaç hafta sonra Tokyo'da koşulan zamana karşı yarışında olimpiyat altınını boynuna geçirdi. Sporcu olmak, hele hele olimpik sporcu olmak zaten böyle bir şey olsa gerek, değil mi? Her şeye karşı duvar gibi sağlam kalabilmek. Mağlubiyetlerin, kötü haberlerin, hakaret dolu sosyal medya yorumlarının, hatta taciz davalarının bile hiçbir önemi yok. Dört senede bir sizi izliyoruz ve mükemmel olmak zorundasınız. Tam o gün, o koltukta yatarken sizi -en iyi halinizle- izlemeyi hak ediyoruz.

Primoz Roglic

Primoz Roglic

Aynı gün ilerleyen saatlerde Novak Djokovic basın toplantısında gelen bir soruyu yanıtladı. Sorunun ve cevabın Simone Biles'ın ruh sağlığıyla alakası yoktu ama Biles'ın yaşadıklarıyla yakından ilgisi vardı. Ne mi olmuştu? ABD Jimnastik Federasyonu'nun ilerleyen sayfalarda bahsi geçecek birtakım baskıcı politikaları destekleyici tavrı sporcuların ruh sağlığını uzun yıllardır zedeler konumdaydı. Gözaltılar, davalar, tutuklamalar ve travmalarla geçen beş yıllık süreçte Biles, ABD Jimnastik Federasyonu bünyesinde kurumsal hale gelmiş istismar davalarıyla uğraşmak ve jimnastik sporunun yüzü görevini üstlenmek zorunda kaldı. Ancak bütün yaşananlara rağmen birçoklarına göre Tokyo, Biles için muazzam bir veda olmalıydı. Yıllardır içi -kimi zaman mesnetsizce- doldurulan spor anlatısının bize aktardıklarına göre Biles, Tokyo'dan en az birkaç altın madalyayla dönmeli ve 2020 Tokyo'nun simgesi olmalıydı. Ancak beklentiler, kaldırması güç bir yük haline geldi ve Biles'ı olimpiyat sahnesinin dışına itti. 'Twisties' adı verilen ve bir nevi havada hissedilen kısa süreli hissiyat kaybı olarak açıklanabilecek bir rahatsızlık, Biles'ı takım müsabakalarında ve genel tasnifte izleme 'hakkımızı' elimizden aldı. Biles'ın ilerleyen günlerde denge aletinde yarışmasına da şaşmamalı. Zira denge aleti, sporcuların havayla temaslarının en sınırlı olduğu alet. Son gün denge aletine gelen Biles, bronz madalyaya ulaşsa da beklentiler tam olarak karşılanmamıştı. Tokyo'da özgeçmişine iki madalya eklemesine rağmen yaşananlar, baskıya karşı koyabilen ve her şeyi silip süpürmesi gereken yıldız sporcu anlatısının zıttı şeklinde yorumlandı.

Ne diyordu Biles? "Bazen gerçekten dünyanın tüm yükü omuzlarımdaymış gibi hissediyorum. Biliyorum, genellikle baskıyı başımdan savıp atabiliyorum ve ondan etkilenmiyormuş gibi gözükebiliyorum ama bazen zor olabiliyor." Çocukluğunda "Dün bomba atılan yere bugün bomba atılmaz" düşüncesiyle antrenman için yer seçmek zorunda kalan Djokovic ise baskı söz konusu olduğunda yaklaşımının ne olduğunu şöyle özetliyordu: "Baskı bir ayrıcalık. Baskısız profesyonel spor olmaz. Eğer oyunun zirvesinde olmak istiyorsanız baskıyla nasıl baş edeceğinizi bilmelisiniz. Tüm bu gürültüyü görmediğimi veya duymadığımı söyleyemem. Hâlâ içimde bir yerlerde. Ama bununla baş edebilecek ve dikkatimi dağıtmayacak mekanizmayı kurmayı öğrendim, kendimi geliştirdim."

Bu, Biles'a atılmış bir taş değildi. Esasında bir eleştiri bile değildi. Sadece yaptığı sporun zirvesinde olan bir sporcu, en iyi olduğu konuda görüşlerini paylaşıyordu. Özetle, iki farklı görüş, iki farklı kampta yer almıştı. Mühim olan ise bu tartışmadan yara almadan nasıl çıkacağımız.

Herhangi bir spor disiplinini bir başkasıyla kıyaslamanın ne kadar beyhude bir çaba olduğu ortada ancak dikkate almamız gereken bir durum varsa o da artistik jimnastiğin talepkâr doğası. Zaman zaman sakatken geçirdiğiniz sürenin sakat değilken geçirdiğiniz süreden fazla olduğu, vücudunuzdaki bantlarla yaşamayı normal kabul ettiğiniz ve mütemadiyen nihai sınıra ulaşmanızın talep edildiği bir alandan bahsediyoruz. Artistik jimnastik, başarı kıstasının mükemmellik hatta kusursuzluk üzerinden belirlendiği bir spor. Ancak sıklıkla hatırlamamız gereken bir şey varsa o da kusursuzluk gibi bir kavramın küçük yaşlarda olimpiyat sahnesine çıkan sporculara getirdiği yük olmalı. Kusursuzluk, yoruma oldukça açık bir alanda çocuk yaştaki sporcuların büyük sahnede nefeslerinin kesilmesine neden olabiliyor, onların bedenlerinde veya ruhlarında onarılması güç yaralar açabiliyor.

Yaş söz konusu olduğunda artistik jimnastik diğer sporlardan ayrılıyor. Örneğin bu sene kadınlar takım finalinde altın madalyaya ulaşan Rusya Olimpiyat Komitesi'ndeki dört sporcunun yaş ortalaması 19,25'ken gümüş madalyayı boynuna geçiren ABD Milli Takımı'ndaki sporcuların yaş ortalaması 20. Üstelik bu sekiz sporcunun ikisi 18 yaşına yeni basmışken ikisi henüz 16 yaşında. Artistik jimnastik, bilhassa kadınlarda baskısı, kontrol mekanizması ve olağan kabul edilen tahakküm kurma biçimleriyle şu anda sporun en tartışmalı şemalarından birini özümsemiş durumda. Bu olağan kabul edilen vaziyet ve sorunlu yanları dün başlamadığı gibi bugün de son bulmayacak. Belki yarın? En azından direnmek için sebeplerimiz var.

Gilles Deleuze, 20. yüzyılda disiplin toplumu ve kontrol toplumu kavramlarına vurgu yapan filozoflardan biriydi. Evlere kapandığımız karantina döneminde sıklıkla karşımıza çıkan meşhur konuşmasında bazı kavramları netleştirmeye çalışıyordu. Disiplin toplumu kabaca nedir? Doğarsınız ve yaşarsınız. Yaşarken hayallere kapılır, hayatınızın diğerlerinin hayatı gibi olmayacağını düşünürsünüz. Ancak ölmeden uzunca bir süre önce sistemin içine girersiniz. Daha doğrusu sistem sizi içine çeker. Disiplin toplumu sizden sıradan şeyler talep eder. Küçük yaşlardaysanız okula, anne-baba olacak yaşlardaysanız işyerine, elden ayaktan düşecek yaşlardaysanız da hastaneye gitmeniz gerekir. Disipline edilirsiniz, aykırı hareketler yapmazsınız ve bir yerden sonra yaşadığınız hayatın zaten olması gereken hayat olduğunu düşürsünüz.

Disiplin toplumu bunlarla sınırlı kalmaz. Sporcular, hatta gençler söz konusu olduğunda bedenini kontrol etmek de gereklilik olarak görülür. Zira 19. yüzyılın sonlarındaki olimpiyat oyunlarını canlandırma fikri, ulus-devletlerin kendilerini tanımlama yolunda başvurdukları ilk seçeneklerden biriydi. Birçok ülkede gençlerin bedensel sağlığını daha iyi hale getirmek, hatta o bedenleri terbiye etmek için kurumlar tesis edildi. Zaten uzak diyarlara bakmamıza gerek yok. 1938'de ülkemizde temelleri atılan kurumun adı Beden Terbiyesi Umum Müdürlüğü'ydü.

İlla uzak diyarlara bakacaksak da kafamızı Karolyi Çiftliği denilen, sporcuların 'Zafere giden her yol mübahtır' şiarıyla disipline edildikleri kampa çevirebiliriz. Okul, işyeri, hastane ve Karolyi Çiftliği. Bahsi geçen antrenman tesisi bugünlerde sporcuların baskıcı politikalarla mütemadiyen disipline edildiği, herhangi bir aykırı hareketlerinde ceza mekanizmasının devreye girdiği, hatta bir parça çikolata için takım doktoru Larry Nassar'a sığındıkları bir tesis olarak hatırlanıyor. Uzun yıllar sporcuların o tesiste nasıl disipline edildiklerinin bir önemi yoktu çünkü Bela-Marta Karolyi çiftinin attığı adımlar jimnastik sporunu tanımlıyordu.

Nadia Comaneci'nin Montreal'de aldığı 10 tam puan spor tarihinin en özel sayılarından biri. Ama o gün bir sayı daha merkezdeydi: 14. Comaneci, sporun sistematik olarak kullanıldığı bir coğrafyada hayata gözlerini açmış ve sekiz senelik bir eğitim ile 14 sene içinde dünyanın zirvesine çıkmıştı. 10 puan ile jimnastiğin kusursuzluk yönünün tanımlarken 14 gibi küçük bir yaş ise içinde bulunduğu durumun geçer akçe olmasına giden yolu açmaktaydı.

Nadia Comaneci

Nadia Comaneci

Athlete A belgeselinin yapımcılığını üstlenen ve eski bir artistik jimnastikçi olan Jennifer Sey, şöyle diyor: "Bu spora 1970'lerde başladım. Elit jimnastik antrenörlüğünün standart metodolojisi acımasızlıktı. Kabul gören yöntem buydu. Gerekeni almak için sporcunuza karşı istediğiniz kadar zalimce davranabilirdiniz." Comaneci, çok başarılı bir spor figürüydü ancak etkisi kontrol edilmesi güç bir noktaya ulaştı. Jennifer Sey, 1950'lerin, 1960'ların sporcularının yetişkin gibi gözüktüklerini ancak bu durumun 1960'ların sonunda değişmeye başladığını ve 1976'da Comaneci ile başka bir yöne evrildiğini dile getiriyordu: "Sonuç olarak çok genç, hatta çocuksu bir estetik doğdu."

Çocuk ve estetik kelimelerinin yan yana yazıldıklarında ne kadar tehlikeli olabileceğinin yanı sıra çocuk yaşta ortaya çıkan hızlı kilo alıp verme problemleri, Bulimia Nervoza adı verilen yemek yeme bozuklukları gibi sorunlar ve küçük yaşta âdet dönemini erteleme zorunluluğu gibi dayatmalar yıllar içinde jimnastiğin normları haline geldi. Comaneci'nin antrenörleri Bela-Marta Karolyi çifti de bu sporun nasıl olması gerektiğini ortaya koymuşlardı. 1980'li yıllarda ABD'ye iltica eden çift, baskıcı spor politikalarını oraya da taşıdılar. Sporun ekseni artık Yeni Kıta'ya kaymıştı ancak sporun yapılış biçimine dair hiçbir şey değişmedi. Üstüne üstlük bu kez kendilerini daha rahat meşru gösterebilecekleri bir yerdeydiler.

Sporculara hep bir şeyler anlatılır. Antrenörler, doktorlar, masörler, psikologlar… Bir yerden sonra başkalarının anlattıkları olması gerekenler olarak kabul edilir. O hareketin kesin öyle yapılması gerekiyordur. O tedavinin muhakkak öyle uygulanması gerekiyordur. Tahakküm sistemi böyle işler. Çalıştıkları sporcuların yaşları da Karolyi çiftinin düşüncelerini daha kolay hayata geçirmelerine zemin hazırlıyordu.

'Muhteşem 7'li takımının da bir parçası olan ve olimpiyat tarihinin en büyük 'kahramanlık' hikâyelerinden birini yazan Kerri Strug da Bela-Marta Karolyi çiftinin bir öğrencisiydi. Ancak 1996 Atlanta'da atlama beygirinde ortaya çıkan tabloyu seçen Strug'ın kendisi değildi. Her ne kadar ilerleyen yıllarda verdiği röportajlarda sakat sakat yarışmaya devam ederek madalyaya ulaştığı için pişman olmadığını, tüm hayatını olimpiyat için yaşadığını dile getirse de küçük yaşlarda Karolyi Çiftliği'ne giren Strug'ın etki altında kalmaması mümkün müydü? Bazen böyle olur. Bazen fikirleriniz sadece kendi fikirleriniz değil, çevrenizin sizden özümsemenizi istediği düşüncelerdir. Antrenman yaptığınız çiftlikte telefon çekmiyordur veya anne-babanızın o çiftliğe girmesi yasaktır. Artistik jimnastiğin olağandışı olağanlığına göre bunların hiçbirinin önemi yoktur. Küçük yaştan beri nefesini ensenizde hissettiğiniz baskı rejimi, bir yerden sonra olması gerekenin sakat sakat atlama masasında hareketinizi tamamlamak olduğuna sizi inandırır.

Atlanta 1996'da 'Muhteşem 7'li' adı verilen takımın üyelerinden Kerri Strug

Atlanta 1996'da 'Muhteşem 7'li' adı verilen takımın üyelerinden Kerri Strug

Amerikan jimnastiği söz konusu olduğunda antrenman metotları ve beslenme düzenleri gibi alanlar üzerinde kurulan baskıcı anlayışın takım doktoru Larry Nassar'ın tacizlerinde de etkili olduğu artık ayan beyan ortada. Herhangi bir bilginizin olmadığı bir alanda kendinizi takım doktoruna bırakırsınız. Neyin hangi amaçla uygulandığını bilemediğiniz bir alanda, sizden itaatkâr olmanızın beklendiği bir yaştaysanız olayların sonunun nereye bağlanacağını kestirmeniz güçtür. İdmanlardaki fiziksel istismar, takım doktorunuzun cinsel istismarı ve federasyonunuzun bu olağandışı olağanlığı kanıksayarak üzerinizde kurduğu duygusal istismar. Arka planda bunlar vardır ve sizden dört yılda bir yaklaşık 10-15 dakikalığına sahneye çıkmanız istenir.

Simone Biles'tan da bu bekleniyordu. Tam beş yıl önce, Biles ve arkadaşları Rio'yu etkisi altına aldıktan sonra Indianapolis'te sesler yükselmeye başlamış ve kurumun taciz şikâyetleri karşısında sessiz kaldığı, çocuk atletler için zararlı bir politik anlayışa sahip olduğu ayyuka çıkmıştı. Üstelik ilerleyen aylarda gözler önüne serilen ve ABD Jimnastik Federasyonu'nun ne kadar zehirli bir ortamı benimsediğini ortaya koyan bir gerçek vardı: Yok sayma politikası. Sporcuların sağlıklı olmaları için yapıldığını düşündükleri tedavilerin esasında taciz olması, kurumun ise sporculardan veya yakınlarından gelen şikâyetler dışındaki ihbarları yok saydığı gerçeği jimnastik sporunu derinden sarstı. Birbirinden güç devşiren kadınlar konuştukça jimnastik sporunun tartışılması gereken yanları da gözler önüne seriliyordu. Olayların devamı gözaltılardan, kişilere ve kurumlara açılan davalardan ve tutuklamalardan ibaret. Ancak ne yaşarsanız yaşayın, olimpiyat sahnesindesiniz ve kendinizi göstermeniz gerekiyor, değil mi? Çünkü başkaları öyle yapıyor. Siz de yapabilmelisiniz.

Fakat Biles'ın Tokyo'da yaşadığı, istisnai bir rahatsızlık değildi. Aksine birçok sporcunun zaman zaman yaşadığı, oldukça sıradan bir rahatsızlık. Bu konuda görüşlerine başvurduğumuz milli jimnastikçi Göksu Üçtaş Şanlı da aynı noktaya dikkat çekiyor: "Bu rahatsızlığı hepimiz geçiriyoruz. Çoğu sporcu kafa karışıklığıyla karşılaşıyor. Ben de çok yaşadım. Hareketlere giremediğimiz veya hareket yaparken elimizi bırakamadığımız oluyor. Havada salto atarken birden burgu dönmeye başlayabiliyoruz. İki burgu dönerken birden nerede olduğumuzu bilemiyoruz, üç burguya giriyoruz. Bir buçuk burgu yaparken havada açılıyoruz. Bana kalırsa Biles'ın yaşadığı rahatsızlık, çok yanlış bir döneme denk geldi. Hazırlık döneminde veya çok başka bir zamanda olsaydı atlatabilirdi ama yarışma dönemine denk gelince sıkıntı yaşadı. Bu yaşadığı şey de öyle kolay düzeltilebilecek bir şey değil. Çoğu sporcu, o hissiyat kaybını bazı dönemlerde yaşıyor. Bunu yaşadığımızda biraz ara veriyoruz, unutup sonra tekrar başlıyoruz. Biles da inanılmaz zorlukta hareketler yaptığı için kafa karışıklığı yaşaması normal. Zaten çok göz önünde bir sporcu olduğu için bunu açıklamak zorunda kaldı. Başka bir sporcunun başına gelseydi belki de bunu hiç bilmeyecektik."

Biles'ın Instagram paylaşımlarından biri de bizi gerçeğe götürüyor. Havada hareketini tamamlayacakken âdeta nerede olduğunu şaşıran ve mindere sırt üstü düşen Biles, paylaştığı videoyla yaşananları açıklığa kavuşturma ihtiyacı hissediyor ve kaçmadığından bahsediyordu.

Herhangi bir sporcuyu farklı disiplinlerden farklı sporcularla aynı aynada görmek isterken dikkatli olmamız gerekiyor. Son yirmi yıl, ondan önceki elli yıldan çok daha hızlı değişti. O yüzden kemikleşmiş düşünceler karşısında derin bir nefes alıp soru sormamız gerekiyor. Bugünlerde tüm sporcuları tek bir kabın ürünüymüş gibi görmek yapılabilecek en büyük yanlışlardan. Sporcularını korumak için adımlar atan kurumlar ile Marta Karolyi'nin tokadından sonra suratında yüzük izi çıkan sporcuların yetiştiği ortamları aynı kefeye koymak ve tüm sporcuların baskı karşısında aynı mental direnci sergilemelerini beklemek haksızlık olur.

Öncelikle her bireyin farklı bir geçmişinin olduğunun farkına varmak kritik bir rol oynuyor. Son zamanlarda Biles, Naomi Osaka gibi genç sporcuların bu tarz 'çıkış'ları yapıyor olması da vaziyeti "Zaten Z kuşağı böyle işte. Ondan öyle oluyor" basitliğine indirgememeli. Bu şekilde kategorizasyonlar sporu, hatta genel anlamıyla hayatı dar bir pencereden görmemize yol açabilir. Baskıyla mücadele edebilmenin ne kadar övülesi bir başarı olduğu ortada olsa da baskı karşısında geri adım atmanın da bu kadar yerilesi bir durum olmadığı gayet açık.

1950'li yılların sonunda Ajax'a giden fizyoterapist Salo Muller, kulüp tesislerine adım attığında bir ahşap masa ve atların sırtına konan eyerlerin altındaki örtü benzeri bir bez ile karşılaşmıştı. Kulüp doktoru Dr. Postuma'dan daha elverişli bir tedavi masası istediğinde ise aykırı biri gibi gözüktü. David Winner'ın kaleme aldığı Harika Portakal kitabına göre, Salo'nun aldığı cevap şundan ibaretti: "Yapma Salo. Ortamı zehirleme şimdi. Biz bu işi elli yıldır bu masanın üzerinde yapıyoruz." Sakatlık şikayeti ile gelen futbolculara "Kırılmamış işte. Git bir aspirin al" diyen bir sağlık ekibi bugünlerde kulağa sıradışı geliyor.

Tarihin çok kısa bir aralığında yaşadığımızı, oyuncusuna "Aspirin al, geçer" diyen Postuma'nın ilerleyen yıllarda nasıl farklı bir gözle değerlendirildiğini ve bundan 10-15 yıl sonra mental sağlık sorunlarının da diz veya ayak bileği sakatlığı gibi yorumlanabileceğini unutmamalıyız.

Mart 1987'de yaptığı o konuşmada Deleuze, disiplin toplumu gibi kavramlara açıklık getirdiği kadar sanatın gücünün ve direnme eylemlerinin birbirine olan yakınlığından da bahsediyordu. Başvurduğu isim ise Fransız yazar Andre Malraux'ydu. Ne diyordu Malraux? "Sanat, ölüme direnen tek şeydir." Sanatsal bir eylemin direniş gücü sayılabileceğini ve ölüme meydan okuyabileceğini dile getiren Malraux'ya Deleuze de katılıyor ve konuşmasına şöyle devam ediyordu: "Evet, direnen şey sanattır. Belki direnen tek şey değildir ama direnenlerden biridir. Sanatın, sanat eserinin direnme eylemiyle olan sıkı fıkı ilişkisi buradan gelir." Emin olun, direnen başka şeyler de vardır. Spor da direnebilir. Bazen ırkçılığa, bazen cinsiyetçiliğe, bazen hakaret dolu sosyal medya mesajlarına. Bazen de bu olağandışı olağanlığa.

Socrates Dergi