Distopya

25 dk

Bir yanda maskeli fotoğraflar, sıradışı görüntüler... Diğer yanda Marcell Jacobs, Caeleb Dressel, Primoz Roglic gibi akılda kalıcı figürler... İyisiyle kötüsüyle 2021'e veda vakti.

Pandemi devam ederken büyük spor olaylarına sahne olan 2021'e dönüp baktığınızda; olaylara, sporlara ve kişilere dair bir şeyler hatırlamaya çalışmanın kafa karışıklığı yaratacağını düşünebilirsiniz. Haksız da sayılmazsınız. Biz de işinizi kolaylaştırmak için spor medyasından dört ismi yuvarlak masa etrafında topladık ve bu distopyaya dair içlerini dökmelerini istedik. Masaya oturdukları anda ceplerdeki taşlar dökülmeye başlamıştı. Neyse ki kayıt düğmesine bastığımızda, Socrates ofisindeki hararetli sohbet başlayalı çok olmamıştı...

Pandemi sonrası sporun eskisi gibi olup olmayacağı hep tartışıldı. Anlatıcı ve izleyici olarak bu sene neler deneyimlediniz?

Emre Yazıcıol: Olimpiyat yayınlarına her girdiğimde kafamda bu mukayeseyi yaptım. Mesela seyirci açısından, yüzücülerin piste çıkan atletler kadar etkilenmeyecekleri düşünülüyordu. "Onlar havuza girdikleri zaman pek bir şey duymuyor" düşüncesi vardı. Ama o tempo tutma olayı bile çok fark yaratıyormuş. Performansları geçtim, madalya aldıktan sonrası bile çok farklıydı. O havuz geçişi, tribünlerin selamlanması... Madalyalar takdim ediliyor, fotoğraflar çekiliyor ama kimse yok. Ben kendi adıma çok eksik hissettim.

İnan Özdemir: Mesela sporcular, yarışlarını bitirdikten sonra pistin veya havuzun yanına getirilen ekrandan aileleriyle konuşuyorlardı. O da çok distopik bir görüntüydü.

Emre: Distopik, hakikaten doğru kelime. Benim de kulağımda çınlayan kelime hep bu oldu. O anlamda rahatsız edici bir tarafı vardı. "Olması gerekiyor. Bir sene daha ertelenemez. Ya olacak ya da olacak" şeklinde yaklaşılıyordu bu olimpiyata ve bu hissiyat da kesinlikle bize geçti.

Erman Yaşar: Avrupa Futbol Şampiyonası farklı ülkelerin farklı şehirlerinde düzenleniyordu ve bazı yerlerde durum daha sıkıntılı olduğu için ancak yüzde 15-20 kapasiteye izin verildi. Mesela Budapeşte'de stadyumlar dopdoluydu. Olimpiyatta, bir izleyici olarak o suni havayı hissettim. Eğer sahadaki herhangi bir aksiyonu alkışlayacak, tepki verecek insan faktörü olmazsa bir yere kadar tat veriyor.

Caner Eler: Çok sıradışı bir seneyi geride bıraktık. Tokyo'da genelde olimpiyatın düzenlenmesini istemeyen bir halk vardı. Salgın arttığı için daha katı kaideler uygulanıyordu. Olimpiyatın Japonya'da düzenlenmesi, hissiyatı ve görüntüyü daha da distopya seviyesine çıkardı. Aklımda bunu destekleyen iki sahne daha canlanıyor: Birincisi, madalya kazanan sporcular, madalyalarını kendileri alıp takıyorlardı ve tabii ki maskelilerdi. O fotoğraflar hiçbir zaman silinmeyecek. İkincisi de atletizm ve triatlon yarışları. Triatlon Tokyo'da yapıldı. Meşhur 28 Gün Sonra filmi var ya, onun gibiydi. Sokaklar bomboş. Sporcunun da önünde veya arkasında rakibi yok ve tek başına koşuyor. Ama mesela maraton Japonya'nın kuzeyine, Sapporo'ya gitti. Orada kısıtlamalar Tokyo'daki gibi olmadığı için sokakta insanlar vardı. Biz de Şevket'le (Furkan Erbay) yayındayken çok tuhaf hissetmiştik. Kenarda seyircileri görmek de farklı gelmişti bize.

Emre: Seyirci alınmaması kararı da biraz geç çıktı. Sanırım bir buçuk ay kala karar verdiler. Sporcular dahil herkesin içinde seyircilerin tribünlere alınması yönünde bir umut vardı ama bu kararın yaklaşık bir buçuk ay kala alınması herkes için olumsuzdu. Japonya'da da hem vakalar artıyordu hem de ekonomik açıdan durum pek iyi değildi. Bütün olumsuz koşullar bir araya toplandı diyebiliriz.

İnan: O bahsettiğin koşulları ancak bu kadar iyi spor müsabakaları kurtarırdı. Atletizm o anlamda kurtarıcı oldu. Ama 15 milyar dolar zarar ne demek? Kim, niye olimpiyatı alsın ki artık? Bugün baktığımızda Paris, Los Angeles ve Brisbane belli belki ama 2036 ve 2040 ne olacak? Bu, son zamanlarda çok konuştuğumuz bir konu. 15 milyar doların bir kısmı pandemi koşullarından dolayı elbette ama bu, herhangi bir halkın sırtına bindirilmemesi gereken bir yük.

Caner: Pandemi olmasa da zarar edeceklerdi zaten ama üstüne pandemi gelince zarar arttı tabii ki. Bir de Japonlar Fukushima depremi sonrası ve ekonomik durgunluk yıllarının peşinden bir toparlanma olimpiyatı olarak görüyorlardı. Aynı II. Dünya Savaşı sonrası düzenledikleri 1964 Tokyo gibi. Ancak pandemi etkisiyle ve artan astronomik masraflarla beraber çok daha ağır bir bilançoyla karşılaştılar.

İnan: Zaten Uluslararası Olimpiyat Komitesi de herhangi bir şekilde sana yardım etmiyor. Onlar tamamen NBC'den aldıkları televizyon parasına bakıyorlar. Zaten oyunlar da o yüzden düzenleniyor diyebiliriz. Bana çok garip gelen bir şey var. Hep konuşuyoruz ya, spor bir televizyon etkinliğine dönüştü diye. Yarım asırdır bu böyle. Fakat diğer taraftan spor hâlâ insanların düşündüğü gibi bir internet etkinliğine dönüşemedi çünkü o mecrada hâlâ o kadar kâr yok. Reklam pastası televizyondaki gibi büyümedi. Bugüne bakınca da bir televizyon etkinliğiyle karşı karşıyayız ama insanı oradan çıkardığımızda bu işin seyir zevki açısından ne kadar sıkıcı olduğunu gördük. Salt televizyon etkinliği sporu kurtarmıyormuş, bunu gördük. İnsan lazım, sadece ekranda değil, kenarda da...

"İnsanlar koşan birini görüyorlar ve ilk düşündükleri şey: Bolt var mı?" -İnan Özdemir

"İnsanlar koşan birini görüyorlar ve ilk düşündükleri şey: Bolt var mı?" -İnan Özdemir

Euro 2020'den bahsetmişken İtalya'yı da soralım... 2018 Dünya Kupası'na gidemediler. Bu yaz farkı yaratan neydi?

Erman: 2016'da Antonio Conte, biraz kendi antrenörlük becerisiyle çokça eksiği olan takımı, fena olmayan bir noktaya getirmişti. O ayrıldıktan sonra, 2018 Dünya Kupası Elemeleri başlamıştı ve sıkıntıların su yüzüne çıktığı bir dönemi gördük. İtalya'nın topa sahip olma oyununu çok iyi oynayabilen bir orta saha grubu vardı. Roberto Mancini göreve başladı ve bunun üzerine iyi yatırım yaptı. İtalya'nın çok iyi hücumculara sahip eski takımları bile çok iyi savunma takımları olarak bilinirken bu takım, 2010'ların başındaki İspanya'ya benziyor. Ama bunlara rağmen turnuva başlarken İtalya; favoriler sayılırken üçüncü, dördüncü sırada ancak akla geliyordu. Mancini bence turnuvada bu takımın oynayabileceği maksimum oyunu oynattı. Tabii Fransa ve Portekiz gibi takımların onların yoluna çıkmadan elenmesi bir şans olarak gösterilebilir ama turnuva geneline baktığımızda da İspanya maçı hariç içimize sinmeden kazandıkları bir maç yok. Bu saatten sonra kimse "İtalya şampiyon oldu ama..." demez. Sonuna kadar altını doldurdukları bir şampiyonluktu.

Caner: Gerçekten öyle. Belki Türkiye için çok tatsız ve hayal kırıklığı yaratan bir turnuva oldu ama genel manada çok akılda kalıcı bir kupaydı. İtalyan Yazı'nın merkezindeki futbol takımı Mancini & Vialli dostluk öyküsüyle, klasik İtalya takımlarından farklı, akıcı, heyecan verici futboluyla hafızalara kazındı. Euro 2020'deki İtalya zaferinin ardından 2020 Tokyo başladı. Orada bir yandan Gianmarco Tamberi ve Marcell Jacobs'ın zaferleri çok ikonikti bir yandan da başta Usain Bolt ve Michael Phelps'in yokluğuyla bir geçiş olimpiyatı anlamı da taşıyordu Tokyo, öyle değil mi?

Erman: Bolt, geçtiğimiz günlerde "Erken mi bıraktım acaba? 100 metrede tat yok. Ben de koşardım bunu" gibisinden bir açıklamaydı. Yüzde yüz katılıyorum. 2008 Beijing'i ve 2012 Londra'yı hatırlıyorum da... Çok farklıydı.

İnan: İnsanlar koşan birini görüyorlar ve ilk düşündükleri şey: Bolt var mı? Yüzen bir insan görüyorlar, bu sefer düşündükleri şey ise şu: Phelps var mı? Onların yarattığı boşluğu doldurmak imkânsız herhalde.

Caner: Bazı sporcular, yaptıkları sporların üstüne çıkıyorlar. Bolt ile Phelps'i bu kadar sık konuşmamızın sebebi de bunu uzun bir zamana yayarak yapmaları.

Emre: Üç olimpiyat üst üste altın kazanan çok az sporcu var zaten.

Caner: Bir de bunu çok kolay gösterdiler. Stresin üstesinden gelmek, olimpiyat yaklaşırken ritme girmek... Bunlar kolay şeyler değil. Ama 2020 Tokyo'daki 100 metre yarışı beklentilerin üzerine çıktı çünkü farklı bir hikâye kazandı. Birkaç yıl sonra Marcell Jacobs'ın derecesini belki de çok az insan hatırlayacak ama 100 metrede siyah bir İtalyan sporcunun kazanması, uzun atlamadan geçişi, uzun yıllar görmediği ABD'li babası, ABD'de doğsa da İtalyan annesiyle Lombardiya'da büyümesi, İtalyanların 2021'de kurduğu hükümdarlığın ve İtalyan Yazı'nın simgelerinden oluşu...

İnan: Tamberi-Barshim sevinciyle aynı gün olması...

Caner: Kesinlikle. Yarışların peşi sıra olması ve beraber kutlamaları hikâyeyi zenginleştirdi. Tüm bunlar beraber düşünüldüğünde beklentilerin üstündeydi. Bir de 4x100 bayrak yarışını kazandılar. Bayrak yarışında finişi geçen de beyaz bir sporcu olunca olaylar daha da zengin hale geldi. 'İtalya Yılı' diye tanımladığımız 2021'de Jacobs, hep farklı hatırlanacaktır. Bolt sonrası ilk olimpiyat 100 metre şampiyonu unvanı da var. 'One hit wonder' olma ihtimali yüksek olsa da beklentileri karşılamak bir yana o beklentilerin üstüne çıktı. Tabii Bolt bakıp 9.80'i görüyor. "Ben şu halimle 9.75 koşar mıyım?" diyordur...

"'İtalya Yılı' diye tanımladığımız 2021'de Jacobs, hep farklı hatırlanacaktır." -Caner Eler

"'İtalya Yılı' diye tanımladığımız 2021'de Jacobs, hep farklı hatırlanacaktır." -Caner Eler

İnan: Atletizmi değerlendirdiğimizde genel olarak müsabakaların kalitesi çok yüksekti. 400 metre engellide Karsten Warholm gibi bir canavarı izledik ama onun yanında sırıkla atlama ve üç adım atlama da inanılmazdı. Diğer taraftan Armand Duplantis, Yulimar Rojas ve Sifan Hassan gibi isimlerin yaptıkları da unutulmazdı.

Caner: Sabah seansı koşulan finaller derken üç dünya ve 12 olimpiyat rekoru kırıldı. Jamaika'nın kadın atletleri, Kenya-Etiyopya rekabetinde Kenya'nın öne çıkışı, Sifan Hassan'ın çılgınlık ötesi 1500-5000-10000 metre üçlemesinden üç madalya alışı, Jakob Ingebrigtsen'in 1500 metre olimpiyat rekoru, atlama ve atmalarda hep son hak dramaları derken liste uzar gider. Ama özellikle Warholm'ün ABD'lilerin uzun yıllar hükmettiği bir branşta haftalar içinde ikinci kez dünya rekoru kırması ve o klasikleşen çığlık kutlaması muhteşemdi. İkinci Rai Benjamin bile dünya rekorundan iyi koştu. Belki de tarihin en iyi atletizm yarışını izledik. Zira sadece Warholm değil, o finaldeki tüm atletler neredeyse kariyer derecesi koştular. 400 metre engelli kadınlarda da Sydney McLaughlin dünya rekoru kırınca bu branş yeni 100 metre gibi parladı. Olimpiyat ertelenmeseydi Elaine Thompson-Herah belki de katılamayacaktı çünkü bir aşil sakatlığı geçirmişti. Tokyo'da ise onunla Shelly-Ann Fraser-Pryce arasındaki rekabeti izlemek bambaşkaydı. Thompson-Herah resmen yeni Bolt oldu. Ayrıca uzun yıllardır kırılamayan dünya rekoruna da göz kırptı. Dediğim gibi hikâye listesi çok uzun bu olimpiyattan.

Emre: Yüzde yüz katılıyorum. Fakat başat bir figürün olmaması insanları etkiledi. Mesela Bolt'un Tokyo'ya geldiğini ve bu olimpiyatın seyircili yapıldığını düşünsenize. O zaman "tarihi" diyerek anabileceğimiz bir olimpiyat olabilirdi işte.

Caner: Bir algı meselesi de var. Önceki olimpiyat oyunlarında bir 'Bolt ışığı' vardı ve diğer branşlar insanların aklında daha az yer ediyordu. Burada ise farklı dallara yayılan bir performans yükselişi vardı, yelpaze genişledi. Bunda tabii ki bir sene ertelenmesinin, sporcuların mental ve fiziksel bazı zorlukları geride bırakarak daha güçlü ve istekli bir şekilde gelmelerinin de payı olabilir. İkincisi, birçok atlet Mondo'daki pistin çok hızlı olduğunu söylüyordu. Pistin tartanı özel bir teknoloji ve resmen sıçratarak koşturuyor diye yorumlar vardı. Ayrıca Tokyo'da bu sıcak mevsimde olimpiyat düzenleyince özellikle pistteki yarışlarda atletler, çok daha hızlı ısındıkları için "Yarışlara çok daha sıcak başlıyoruz" diye röportajlar verdiler. O yüzden iyi performansların arttığı da konuşuluyor.

Emre: Halef-selef konusuna dönersek; Caeleb Dressel da mükemmel bir sporcu ama Michael Phelps ile mukayese edilince farklı oluyor tabii. Yüzmede ulusal seçmeler, olimpiyata çok yakın bir tarihte yapılıyor. Sporcuların olimpiyat yaklaşırken orada zirve performanslarını (taper) yakalamak için kendilerini ayarlamaları gerekiyor. Onu her zaman yapmak mümkün değil. Belki senede iki kere ancak yapabiliyorlar. O yüzden birçok sporcu, performans anlamında "Olimpiyata yetişemedi" diyebiliriz.

Caner: Mesela Dressel bunu 2000 Sidney'de yapsa farklı anılırdı.

Emre: Kesinlikle. Michael Phelps'in sekiz altını diye bir gerçek var ortada. O yüzden kimse de Dressel'in aldığı beş altına "Aa! İnanılmaz bir şey" demiyor. Bu aslında lanet gibi bir şey. Çıta öyle bir yerde ki beş altın kimseyi tatmin etmedi. Caeleb Dressel için "Acaba dokuz altın yapar mı?" diye konuşuluyordu. Yüzmenin programı genişledi. Karışık yarışlar filan da dahil edildi. Amerika, takım yarışlarında da çok iyi. Doğal bir altın madalya adayı. Şimdi beş altın olunca...

Yüzmede bir de ABD-Avustralya rekabeti vardı...

Emre: İşte o rekabet, harika bir hikâye. Londra ve Rio, Avustralya için büyük başarısızlıklardı. Normalde yüzmede en çok konuşulan iki ülkeden bahsediyoruz ama Avustralya uzun süredir ABD'nin bir hayli gerisinde kalıyordu. ABD'li sporcular pandemi yüzünden çok iyi hazırlanamamışlardı. Diğer taraftan da hepimizin bildiği üzere, Avustralya çok iyi bir karantina uygulamasına imza attı. Dünyadan izole kaldılar. Sporcular hep kendi ülkelerindeydiler. Pandemi sürecinde birçok yerde havuzlar kapalıyken Avustralya'da hep açık kaldı. Haliyle çok da hazır geldiler. Bir de belli ki bu işi kafaya takmışlar. İyi bir programlama yapmışlar. Avustralya bu sene dokuz altın aldı, ABD 11. Toplamda da durum 30'a 21'di. Galiba Sidney'den beri bu kadar yaklaşamıyordu Avustralya. Yıldız hikâyeleri de çıkardılar: Katie Ledecky'yi geçen (Ariarne) Titmus, en merakla beklenen yarışı kazandı. Emma McKeon, dört altın ve üç bronz madalya aldı. Bir Avustralyalı kadının tarihte böyle bir şey yapmışlığı yok. Bir de Rio'da kadınlarda bireysel altın madalya almadan bitirdiklerini düşünürsek büyük başarı. İtalyan sporu ve Avustralya yüzmesi üzerinden konuştuğumuz konunun benzeri Primoz Roglic ve Tadej Pogacar'ın hegemonyası üzerinden bisiklette ortaya çıktı. Sloven bisikleti neyi farklı yapıyor?

"Kimse Dressel'in aldığı beş altına 'Aa! İnanılmaz bir şey' demiyor. Bu aslında lanet gibi bir şey." -Emre Yazıcıol

"Kimse Dressel'in aldığı beş altına 'Aa! İnanılmaz bir şey' demiyor. Bu aslında lanet gibi bir şey." -Emre Yazıcıol

Caner: İnsanlar, "Pogacar neyi eksik yapıyor?" diye düşündüklerinde çok sıcak havalarda yokuşları iyi çıkıp çıkamadığına dikkat kesiliyorlar. Ama o şartlarda da çok büyük bir zayıflık gösterdiğini görmedik. Sezonun ilk yarısında Fransa Turu da dahil çok yarış kazandı. Sonra bir form düşüklüğü olsa da 2020 Tokyo da dahil olmak üzere podyumlar gördü. Yetmedi, sezonun kapanış klasiği Il Lombardia'yı kazanıp yıla damga vurdu. Bu çok zor bir şey. Genel açıdan da bisikletin coğrafyası kaymış durumda. Güney Amerika ülkeleri ve Slovenya daha çok etkinler. Klasik bisiklet coğrafyası; yani Fransa, İtalya, Hollanda, İspanya ve Belçika dışından çok daha fazla sporcu artık merkezde. Son yıllarda zaten Büyük Britanya oraya eklendi. Danimarka sürekli yeni yıldız çıkarıyor. Slovenya'dan Matej Mohoric'i de bu sene onlara katabiliriz... Sadece bisikletçi değil, bu kadar az nüfuslu bir ülkeden basketboldan kış sporlarına tepeye çıkan yıldızlar görüyorsun. Pogacar ve Roglic'e dönersek; birbirlerinden farklı mizaçta ve karakterdeler. Ortak yönleri ise zihinsel güçleri. Kafalarında büyük dert haline getirmiyorlar yaşadıkları sorunları. Pogacar'ın elbette kazanma hırsı var ama "Eğlendiğim zaman keyif alıyorum. Kazanmayı öyle seviyorum" tadında şeyler de söylüyor. Roglic ise son iki-üç yılda yaşadıklarıyla ayrı bir belgesele konu olabilir. İnsanlar "Bu kadar hayal kırıklığı yaşayan bir adamın kariyerine devam etmesi bile çok zor olmalı. Zaten 32 yaşına gelmiş. Çöküşe geçmesi gerekiyor" diye düşünürken iki ay geçiyor, büyük turlardan veya yarışlardan biri geliyor ve bir bakıyorsun, Roglic kazanmış. Hatta olimpiyat altınını almış. Kendisi "Bisikletin Terminatör'ü değilim" dese de dirayeti, dayanıklılığı sıradışı bir sporcu. Ayrıca ben onun en az Pogacar kadar eğlenmeyi seven bir olduğunu düşünüyorum. Dramatik bir kaza sonucu Fransa Turu'nda yarış dışı kaldıktan sonra eve gitmek yerine yarışı ailesiyle beraber takım arkadaşlarına destek olmak için karavanıyla takip ediyor. Çok kendine özgü bir karakter. Pogacar da öyle. Sağlık sorunu yaşamazsa önümüzdeki yıllarda hâkimiyetini sürdürmemesi işten bile değil. Ona boşuna Merckx'e istinaden 'Yeni Yamyam' yakıştırması yapılmıyor.

İnan: Öte yandan, bu senenin rekabetleri arasında Mathieu van der Poel-Wout van Aert'ı da ayrı bir yere koyabiliriz her sene olduğu gibi. Bisikletin dayanıklılık yanı var elbette. Roglic ve Pogacar gibi sporcuların usta oldukları alan o. 21 gün boyunca altı saat pedal çevirebilmek ve sıkıcı olarak da kazanabilmek gerçekten büyük başarı. Ama son iki-üç yılda cyclo-cross'tan yol bisikletine geçen yıldızlar, bu sporda farklı bir yolun da mümkün olduğunu; sürekli öne çıkarak, atak yaparak, selede daha az oturarak da kazanabileceğini gösterdiler. Yine de bu biraz yanılsama bence. Çünkü bana kalırsa, bisikletin bu kadar eğlenceli olmaması gerekiyor. Doğası itibarıyla bisiklet, sıkıcı bir spor olmak zorunda. Eğlence uğruna veya o sıkıcılığı azaltmak adına ileride etap sürelerini kısaltmaya devam edeceklerdir, günümüz seyircisini düşünerek... Ama ne olursa olsun, bu mücadelenin de biraz istisnai bir yanının olduğunu kabul etmek lazım. Van der Poel, van Aert ve Julian Alaphilippe önümüzdeki beş-altı seneye damga vuracak gibi görünüyorlar. Yanlarına Tom Pidcock da gelebilir. Hatta birçok sporcu gelebilir ama başta bahsettiğim ikilinin cyclo-cross'tan getirdikleri o hâkimiyet, çok yönlü yapıları, atak içgüdüleri, ikinciliği asla kabul etmemeleri... Bütün bunlar önümüzdeki yıllarda bisikleti illüzyonlu bir şekilde olsa da olması gerekenden daha popüler hale getirecek.

Caner: Bu sene mikrofon başında olduğum en güzel günlerden biriydi Mathieu van der Poel ile Wout van Aert'ın Fransa Turu'nun en uzun etabında yağmur altında yaptıkları kaçış... Bir de Le Tour'un başında Van der Poel'un, dedesi Raymond Poulidor'un yapamadığını yapıp sarı mayoyu sırtına geçirdiği gün. Bu rekabete bir de Alaphilippe eklendiğinde o yarışların heyecansız ve olaysız geçmesine imkân kalmıyor. Farklı yarış tiplerinde hatta farklı arazilerde etkili olabilen böyle yetenekleri bulabilmek bugüne kadar bisiklet sporunda gerçekten nadir görülebilecek bir uzun vadeli rekabeti bize getirebilir. Çok daha erken bilgiye ulaşan, neyin nasıl yapıldığını başkalarından daha iyi gören bir nesil var ve çok daha erken uygulamaya geçiyorlar. Büyük turları kazanma imkânları olacak mı? Çok büyük ihtimalle olmayacak ama bisiklet zaten büyük turlardan ibaret değil. O yüzden tek günlük klasikleri, haftalık turları, dünya şampiyonasını hatta olimpiyat oyunlarını bile yukarı seviyeye çekecekler. Yol bisikleti söz konusu olduğunda bu yıl Ekvadorlu Richard Carapaz'ı da yazmak lazım. Belki Le Tour esnasında zaman zaman eleştirildi ama yılın en iyi bisikletçilerinden biri kuşkusuz.

Bu sene Simone Biles ve Naomi Osaka gibi örnekler üzerinden sporcular üzerindeki baskının biraz daha arttığını mı gördük? Diğer yandan da bu konuların açık açık konuşulması açısından da farklı bir yıl oldu herhalde değil mi?

İnan: Birkaç sene önce Adam Silver "NBA'e yeni gelen oyuncuların büyük bölümü mutsuz" şeklinde bir açıklama yapmıştı. Çünkü şu anda insanlara "Telefona bakma" diyemiyorsun. Eskiden takım yemeğinde telefonlar bir yere konurdu. San Antonio Spurs gibi takımların yemeklerinde telefonlar bir tabağın içine toplanırdı mesela. Şimdi onu bırak, oyuncular devre arasında soyunma odasına geldiğinde telefonlarına bakıyorlar. Böyle bir atmosferde kendi küçük kozanıza çekilmediğiniz sürece, sağlıklı spor yapabilmeniz çok zor.

Erman: Naomi Osaka bence o çok tartışılan basın toplantısı konusunda kendi açısından haklı. Ama haksız olduğu yerler de var. Her tenis oyuncusu yıllardır bunu yapıyor ve -gerekli ya da gereksiz- Roland Garros gibi turnuvalarda bir basın toplantısı prosedürü var. Yani kazanırken bunu yapıp kötü gidiyorken bunun gereksiz olduğunu söylemek yerine "Ben gerekli cezaya razıyım ama artık yapmıyorum" demek bana daha mantıklı geliyor. Diğer taraftan sosyal medyada herkes, herkesin yaptığını görebiliyor. Haliyle insanların birbiriyle bu kadar entegre olduğu bir dünyada çok fazla dış etken oluyor. Sporda bu durum çok daha zor. Mesela Lewis Hamilton yedi dünya şampiyonluğu alıyor, "Sekizinciyi de al" diyorlar. İnanılmaz bir yarış kazanıyor, bir sürü insan "Aracın çok hızlı" diye adama mesaj atabiliyor. Hamilton da şunu düşünüyor olabilir: "Benim daha ne yapmam lazım? 101 yarış kazanmışım, yedi kez dünya şampiyonu olmuşum. 24 turluk yarışta 11 araba geçmişim... Gelip 'Sen hiçbir şey değilsin' diyorlar." O yüzden Biles'ın ve Osaka'nın yaşadığı problemleri çok iyi anlayabiliyorum. Hatta bazen kendi kendime de "Daha fazla oyuncunun etkilenmesi lazım değil mi?" diye soruyorum. Bana az geliyor yani, gerçekten.

Caner: Aslında geçmişte de sorun yaşayan çok sporcu oldu ama bunun farkına varmadılar. Çünkü günümüzde bireyler, bir şeylerin daha farkında olarak yaşıyorlar. Yaşadıkları sorunun ne olduğunu keşfetme şansları var. Daha sorgulayıcılar ve öyle oldukları için Osaka "Ben bir problem mi yaşıyorum?" diye sorabiliyor kendine. Dezavantajlar var ama bir yandan avantajlar da var. Avantajlar nedir? Farkındalık ve bunu açıklayabilme ortamı.

Erman: Mesela 2019'da Amerika Açık seyircisiyle kurduğu troll ilişkiden bu yana çok sevdiğim Daniil Medvedev'in bu tarz başa çıkma yöntemi ya da bir 'deliye vurma' yöntemiyle bu işi çok iyi yönettiğini düşünüyorum.

Caner: Aslında o da başa çıkamıyormuş, sonradan toparlamış...

Erman: Genel hareketleriyle biraz üzerindeki baskıyı azaltmaya çalışıyor. Djokovic'i yendikten sonra 'L2 + sol' yapıp kendini yere atması gibi... "Bunu sadece gurmeler bilir" dedi. Normal tenis seyircisinin, tenis görgüsünün alıştığı çizginin biraz dışında hareketleri var onun da... Ama bir anda geldiği nokta ve şöhretle mücadelesinde faydalı görüyorum bunu.

"Djokovic'i yendikten sonra 'L2 + sol' yapıp kendini yere atması gibi..." -Erman Yaşar

"Djokovic'i yendikten sonra 'L2 + sol' yapıp kendini yere atması gibi..." -Erman Yaşar

Emre: Osaka'nın olayının tabii ki biraz günümüz koşullarını tümden gösteren bir yanı da var ama diğer taraftan sübjektif de bakılabilir. Çünkü Naomi Osaka, sosyal fobisi olan ve son derece utangaç bir kadın. Şimdi onun üzerine binen yük, biraz da -bilerek ya da bilmeyerek- kendi üzerine aldığı bir yük. Hem kadınların ne kadar güçlü olduğunu hem siyahileri hem de Asyalıları temsil ediyor. Yani çok hassas damarlar üzerine inşa edilmiş bir imaj da var. Bu kadar farklı kimlik böylesine başarılarla birleşince herkes üzerine çullandı. Osaka, Roger Federer'den sonra dünyanın en çok para kazanan tenisçisi ve henüz 23 yaşında. Yılda 60 milyon euro kazanıyor. Bununla birlikte kimlikleri temsil etmek bir konu ama bunu yaparken başarılı olmak zorundasınız. Yani bunun için oradasınız.

İnan: Tepede olmadığın sürece o bahsettiğin temsiliyetin de bir önemi kalmayabiliyor bu tip rekabetçi alanlarda.

Emre: Osaka'nın da sırtında sürekli bir hedef tahtası var ve kadınlar tenisinde herkes onu aşağıya indirmeye çalışıyor. Başta da dediğim gibi bu çekingen kariyer yapısı, Roland Garros'ta zirveye çıktı. Toprakta ve çimde başarılı olmakta zorlanıyor. Günümüz spor endüstrisi ise mükemmel sporcu istiyor. "Onu da kazan, şunu da kazan, bunu da kazan..." Zayıflık olmaması gerekiyor.

Caner: Phelps örneğinde olduğu gibi Osaka'da da aslında Serena'nın veliahdı durumu var. Dominant bir figürün arkasından onun ceketini alıyorsun.

Erman: Biles, "Kendimi orada mutlu hissetmiyorum, hatta endişeli ve gergin hissediyorum" demişti. Aynısını Osaka da söyledi: "Tenis oynamaktan artık keyif almadığımı ve bunun bir zorunluluğa dönüştüğünü hissediyorum" dedi. Bu zaten bir sporcunun yaşayabileceği en büyük sıkıntı. Sabahın erken saatinde çıkıyorsun, tüm gün antrenman yapıyorsun, sürekli çalışıyorsun ve her şeyin yolunda gitmesi lazım. Hatta insanların beklentileriyle paralel gitmesi lazım... Çok yorucu bir hayat. Bazen insanlar o empatiyi kurmayı unutuyor. Şimdi mesela Emma Raducanu için de benzer durum söz konusu olacak bence...

"Tepede olmadığın sürece o bahsettiğin temsiliyetin de bir önemi kalmayabiliyor bu tip rekabetçi alanlarda." -İnan Özdemir

"Tepede olmadığın sürece o bahsettiğin temsiliyetin de bir önemi kalmayabiliyor bu tip rekabetçi alanlarda." -İnan Özdemir

Caner: Raducanu ve Leylah Fernandez'in o finali oynamaları da henüz baskı döngüsüne girmemeleri üzerinden konuşuluyor. Osaka da kazanırken Serena'ya karşı ilk zaferinde daha rahat görünüyordu.

Erman: Aslında Raducanu da Osaka gibi çok fazla kesime hitap eden bir kadın. İngiliz, bir yandan Rumen ama Çince konuşuyor... Önemli bir figür ve WTA'de maç kazanmadan Grand Slam şampiyonu oldu. Emma Raducanu da benzer sorunları yaşayabilir.

İnan: O kimlik muhabbeti ve mükemmel sporcu olma konusu çok önemli. Biles'taki sorun da aynı... Sonuçta, ABD'nin olimpiyattaki yüzü oldu. Mükemmel sporcu, GOAT kimliği de var. Diğer taraftan #MeToo hareketinin de simgesiydi. Çünkü #MeToo hareketinin spordaki en büyük yansıması ABD jimnastiğindeki taciz skandalıydı. Baskı hissettiği en önemli konulardan biri buydu.

Caner: Kendisi de bizzat yaşıyor ve tanık oluyor. Bir parçası yani...

İnan: Ve bu olimpiyata gelmek istemediğini söylemişti. Çünkü mükemmel yerde bırakmıştı aslında. Hem bir sporu hem de bir hareketi sırtında taşıyorsun. Tüm bunları yaparken ertesi sabah kalkıp performans sergilemek çok zor. Geçen haftalarda Kyle Korver'a "LeBron'un farkı nedir? diye sordular. Şöyle diyor: "Ertesi sabah kalktığında bir şey yapabilme becerisi. Bu isteğe her gün sahip olmak ve her sabah kalkıp çalışmaya devam etmek çok zor." Bir de üzerine pandemi oldu, 'bubble'lar yapıldı, seyircisizlik de var... Pek çok insan ailesinden birilerini kaybetti. Bunu da unutmamak lazım. Bunların ortasında herhangi bir insanın mental sağlığını koruması çok zor. Bir de performans vermek zorundalar. Hele Biles'ın yaşadıklarını veya Osaka'nın hikâyesini düşününce her şeyin ne kadar zor olduğu anlaşılıyor.

Peki Novak Djokovic? Belki de tarihin mental anlamda en kuvvetli sporcusu ama önce olimpiyat sonra Amerika Açık... Bunu baskıyla açıklayabilir miyiz?

Emre: Ben baskıyla açıklarım. Yapmaya çalıştığı şey çok zor. Kendisi de "Bu iş bittiği için artık rahatım" dedi zaten. Çünkü iyi ya da kötü bir şekilde bitmesini istiyordu. Kendisi için büyük bir şanstı. Sadece 1969'da ve 1988'de yapılmış bir şey. Djokovic aynısını bugün yapsaydı GOAT tartışması falan kalmayacaktı. Şu anda da çok azdır. Geçenlerde Pete Sampras da "Yedi sene üst üste sezonu bir numarada kapatınca artık bunun tartışılacak yanı kalmadı" dedi. Ama takvim slam'i de onu çok uhrevi bir noktaya getirecekti, bu da çok açık...

Erman: Finalde desteklenmek gibi bir şanssızlığı da oldu. Bu, Djokovic'in ayarlarını bozar. (Gülüyor.)

Emre: Tarihle yarışmak çok zor. Aynısını Serena'da gördük... Djokovic'in mukayese edileceği yer, Serena'nın 2015 Amerika Açık Yarı Finali'ydi.

"Djokovic'in finalde desteklenmek gibi bir şanssızlığı oldu." -Erman Yaşar

"Djokovic'in finalde desteklenmek gibi bir şanssızlığı oldu." -Erman Yaşar

Caner: Finalde sinirlenmesinin sebebi de oydu. Naomi ile oynarken siniri bozulmuştu. Sadece maçı kaybetmek değil, tarihi de kaybetmek söz konusu çünkü... "Olimpiyat belki iş kazası olarak değerlendirilebilir.

Emre: Djokovic için olimpiyat hikâyesi biraz daha farklı olabilir. Çünkü Tokyo'da hem maçlar beş setlik değil hem de kaç ay üst seviyede kaldıktan sonra sakatlıkları vardı. O yüzden olimpiyat belki iş kazası olarak değerlendirilebilir. Ama Amerika Açık'taki başka bir olaydı. Medvedev'e maç kaybedebilirsin ama ağlamak, üç sette kaybetmek ve o kadar berbat bir oyun...

Erman: Benim için de asıl sürpriz olimpiyat değil, Amerika Açık oldu. Olimpiyatta ilk seti kaybettikten sonra ikinci seti alıp maça ortak olabilirsin. Ama diğer tarafta beş setlik maç zor. İlk seti kazansan da hâlâ bu adamdan iki set daha almam lazım diyorsun. Zaten ikinci bir seti kazanmak çok mümkün olmuyor. Son zamanlarda Djokovic'ten bir seti bırak, hatta iki set alındığını da gördük. Ama geri dönmeyi başarıyordu her birinde.

Emre: Zaten Medvedev maçına kadar bu sene Grand Slam'lerde ilk seti kaybettiği dokuz maç vardı ve hepsini kazanmıştı.

Erman: Ben de bu adamdan toprak hariç hiçbir yerde üç set kolay kolay alınamaz diyordum. İlginç bir şekilde Amerika Açık'ta alındı ama toprakta alınamadı. Bu da ne kadar baskı altında olduğunu gösteriyor bence.

Diğer taraftan NBA'de sürprizler sezonuydu. Pandeminin etkisi miydi yoksa kalıcı bir değişim mi var ve güç dengeleri artık daha mı eşit dağılıyor?

İnan: NBA'de de tüm bu konuştuğumuz temalarla bağlantılı bir şey var bence. NBA'in arafta olduğu birkaç yıl geride kaldı. Şimdi onlar da farklı bir noktaya gidiyorlar. NBA, konuştuklarımız arasında kapitalizmi en benimseyen liglerden. Ve hep bir sonraki televizyon sözleşmesini düşünüyorlar. Bir yandan da sürekli Amerikan sporundaki yerlerini büyütmeye çalışıyorlar. Yani 2010'ların ortasına geldiğinde NBA, yeni jenerasyonu en iyi yakalayan lig gibi görünüyordu ama bu, televizyon yayınlarına yansımıyordu. Çünkü Amerika'da çok muhafazakâr bir kitle var. Onları NFL'den kaldırıp NBA izletemiyorsun. Arafta görünmeleri bu yüzden. Sezonları sürekli oynatmak istediler. Hiç ara vermediler. Pandemide sürekli basketbol oynandı. Bubble düzenlendi. Tamam, çok başarılı icra ettiler ama çok suniydi aynı zamanda. Anthony Davis şampiyon oldu ama nasıl şampiyonluk kutlayacağını bilmiyordu. Oturdu bir köşede ağladı. LeBron James de "2016'da kazandığım şeyle bu çok farklı" dedi mesela.

Milwaukee Bucks'ın şampiyonluk pozu

Milwaukee Bucks'ın şampiyonluk pozu

Erman: Sosyal medyada LeBron James'in dördüncü yüzüğü ya da Lakers'ın bubble şampiyonluğu kabul edilmiyor zaten. "Gerçek bir yüzük kazanın" şakaları yapılıyor mesela...

İnan: Mickey Mouse yüzüğü diyenler de vardı... Çok zor bir sezondu. O sezon bitti, bir ay sonra yenisi başladı. Her şeyin değiştiği, sürekli basketbol oynanan, her sabah Covid-19 testine girdiğin, maç içinde mücadele ettiğin ama çıkışta rakibinin elini bile sıkamadığın, koçunla aynı odada duramadığın bir sezon... Ve o sezonda sürekli sakatlık oldu, sürekli problem çıktı. Organizasyonların da dağılmaya başladığını gördük. Artık o eski süper takımları bir süre görmeyeceğiz belki de. Şu an Brooklyn Nets bir süper takım ama öyle oynamıyorlar. Diğer taraftan Milwaukee organik büyümüş bir takım. Golden State Warriors, 2015-2019 arasında olduğu gibi yeniden bir organik takım yaratmaya çalışıyor. Bakınca, NBA'de on takımın şampiyonluk adayı olarak girdiği bir sezon var mı? Yok. Pek çok lige yansımayan dağınıklık NBA'e yansıdı. Hâlâ pandeminin etkilerinin en fazla hissedildiği liglerden biri ama dört-beş senede bunu toparlayacaklarını düşünüyorum. Yine de önümüzdeki dört-beş sene her şeyi süpüren süper organizasyonları değil, NFL'deki gibi her sene bir takımın öne çıktığı bir NBA düzeni görebiliriz.

Caner: Bir es vermeye ihtiyaçları vardı diyorsun, değil mi?

İnan: Şu an bir es verdiler mesela. Savunma kurallarını da değiştirdiler. İzleyicinin, yeni kuşaklar da dahil olmak üzere, "Tamam biz izlemek istiyoruz ama bir takımın 140 sayı atmasını da istemiyoruz" diye düşündüğünü fark ettiler. Oyunu daha rekabetçi kılacak faul kurallarıyla yeniden buluşturdular.

Caner: Golden State kazanırken ya da geçmişte Lakers'ın iki yıl üst üste şampiyonluğundan sonra, o takımlar için "Yine iddialı olabilirler" diyorduk. Ama "Milwaukee bu sene şampiyon olabilir mi?" ya da "Phoenix bu sene nerede olacak?" Bunları kestiremiyorsun. NBA'de bu kadar fazla favoriye, çeşitliliğe ve kısa sürede değişime daha nadir rastlıyorduk.

Socrates Dergi