Doğaçlama

15 dk

İstanbulspor, şehrin dördüncü büyüğü olma iddiasıyla yola koyulduğunda umut vadeden gençleri de bünyesine katmıştı. Bu gençlerden en öne çıkanı ise Saffet Akyüz'dü. Yolu oradan farklı duraklara uzanan Akyüz'le eski günlere döndük.

Futbol ilerledikçe yetenek azalıyor mu? Bu soru uzun süredir sohbetlerin bir parçası. Kariyerinin büyük bölümünü içinden geldiği gibi oynayan Saffet Akyüz, o yıllarla yüzleştiğinde bu soruyu sık sık kendisine sormuş. Bize de kayıt düğmesine basmak kaldı…

Futbola 18 yaşında, abimin oynadığı bir turnuvada tesadüfen oyuna girerek başladım. Ondan önce sokakta oynuyordum. Abimlerin hocası "Sen gel, yaz boyunca bizde oyna" dedi. Hoca dediğim de bizim Gaziosmanpaşa'da Ercan diye bir çocuk var, onun abisi. Aslında hoca değil çünkü antrenman yapmıyoruz zaten, sadece hafta sonu maç oynuyoruz. Ama onun vesilesiyle ilk adımı atmış oldum.

Gazi'de Yüksel Hoca beni oynatmıyor. Ben de üniversiteye hazırlanıyorum. Yağmur yağıyor diye antrenmana gitmediğim oluyor, "Neden gelmedin?" diye soran bile yok. Sonra bir gün Yüksel Hoca bana bir vurdu, "Niye gelmiyorsun?" diye. Hiç beklemediğim anda bayağı bir dayak yedim. Eve gidip anneme "Hoca beni dövdü, git konuş" demek de bir seçenekti. Ama ben şöyle düşündüm: "Lan adam bana vurdu, demek ki benim farkımda." İstanbul şampiyonuyuz, doğal olarak takıma girmek kolay değil. Amatör takımımızın şampiyonluk maçında oynattı beni. İlk 11'deki ilk resmi maçımda da iki gol attım.

Sonra genç takım başladı. Orta sahadaydım ama bayağı bir gol attım. Ama A takıma almadılar beni. Ben yine "Bir bok beklemiyorlar benden" deyip futbolu bırakmaya kalktım. Ama hoca yine gitmeme izin vermedi. Sonra sağ olsun, A takım hocamız Cihat Erbil, bir gün bizi izlerken benim için "Ya niye bu çocuğu getirmediniz kampa? Bu getirdikleriniz yerine o gelmeliydi" demiş. A takıma çıktım.

İlk maçımda Vefa'yla oynuyoruz, 45. dakikada oyuna girdim. 1-0 öndeydik, 1-1 oldu. 60'ta bir baktım, çıkıyorum oyundan. Takım oyunu falan yok tabii bende, normal. Ama o dönem oyuncu değiştirme kâğıtları vardı, Cihat Hoca ona imza atmamış, ben tam oyundan çıkarken dediler ki "İmza eksik." O iş tamamlanana kadar oyuna döndüm, o sıra top bana geldi, iki kişiyi geçtim, sıfıra inip ortaladım, 2-1 oldu. Çıkaramadı hoca beni. Sonra her maç yedekten oyuna girip skoru değiştirdim ve 3. Lig şampiyonu olduk. O dönem çok güçlü olduğum için sürekli herkesi geçip sıfıra iniyordum. Seyirci bile artık "Bu çocuğu oynat" diye bağırıyordu. Yine de yaşım geldiğinde kimse bana "Saffet, gel bakalım buraya, at şuraya bir imza" demedi. Bir gün sokakta oturuyorum, futbolla ilgili hiçbir hayalim yok, bir adam gelip "Seni Kartalspor'a götüreyim mi?" dedi. "Olur" dedim ve gittim.

Kartal'daki ikinci senemde çok iyi oynadım. Bayağı bir talibim vardı. Hatta Birinci Lig'e çıkan Kocaelispor'la anlaşmak üzereyken bana fazla değer vermediklerini gördüm, Kartal'da kaldım. Üçüncü yılımda iyice coştum. Gol kralıyım ama son maçta play-off'un dışında kalınca, play-off'a çıkan Zeytinburnuspor'a gittim.

O dönem Yıldız Teknik'te İnşaat Mühendisliği okuyorum. Bu süreçte günde neredeyse 15 otobüs değiştiriyorum. Gaziosmanpaşa'dan Kartal'a, oradan Yıldız Teknik'e, oradan eve. 4-5 saatim otobüste geçiyor. Ayakta falan… Profesyonel futbolcuyken bu süreci yaşadım. Çünkü futbolu her an bitebilir diye oynuyorum, üniversite benim güvencem. Bu beni saha içinde de rahatlatıyordu. Şimdiki çocuklarda "Futbolcu olamazsam ne olacağım?" korkusunu görüyorum ve bu korku onları saha içinde de etkiliyor. Hata yapmamak için sorumluluk alamıyorlar.

Maç Topçusu

Zeytinburnu'na gittiğimde takımın başına Sakıp Özberk geldi. Ona "Grubun en iyi oyuncusunu aldık" demişler ama o beni tanımıyor. Çalışkan bir oyuncu değilim, Sakıp Hoca ağır idmanlar yaptırıyor ve ben yorulduğum zaman yürümem bile bozulur. Bir gün hoca kampta dayanamadı, geldi yanıma:

— Ya oğlum senin için "Fırtına gibidir, adamı alıp götürür" diyorlar.

— Evet hocam…

— Oğlum sen daha yürüyemiyorsun ya, yürüyecek hâlin yok.

Ama tabii flaş bir transfer olduğum için bir şekilde bana şans vermek zorunda hissetti. İlk maçımızda Malatya'ya iki tane attım, hocaya demişler ki "Bak bu çocuk böyle, anladın mı, antrenman topçusu değil maç topçusu." Ben hayatım boyunca hiçbir zaman antrenmanda iyi olmadım zaten. Ama o sene şampiyon olduğumuzda benim için yılın oyuncusu diyorlardı.

Abdülkerim Abi

Zeytinburnu'nda takım arkadaşlarımdan biri de Abdülkerim Durmaz'dı. Arabayla onu Karagümrük'e bırakırdım. Çok 'large' bi tipti. Bir gün Rıza Çalımbay geldi, kimsede olmayan BMW 3.16 arabasıyla. Abdülkerim Abi diyor ki "Ya şu Rıza'ya bak. Bunun bir i.neyle işi var mı, yok. Bir dansözle var mı, yok. Hakem dövdü mü, yok. Anca top oynar. Bu herif ileride ne anlatacak?" Çok güldürürdü bizi. Sonra uzun deplasmanlara gelmezdi. "Ahhh, açılın, arka adalem gitti" diye yalandan ağlanırdı. Uzun koşularda bir yere gider, sigara içer dönerdi. Ama sahiden özellikleri olan bir oyuncuydu. Zaten bence stoper değil, bugünkü ön libero gibi bir tarzı vardı. Keşke futbola daha pozitif bakıp kendini daha güçlü tutsaydı.

Ben ligi domine ederken büyük takımlar bana teklif yapmıyordu çünkü İstanbul'da oynadığım için beni devamlı seyredip eksiklerimi görüyorlardı. Gidip Sakaryaspor'dan falan daha ortalama adamlar alıyorlardı. Ben de Trabzonspor'a gittim. Trabzon'a giderken şunu düşünmüştüm; "İstanbul'da üniversite okuyorum, Trabzon'da başarılı olsam ömrüm orada geçecek. Başarısız olsam daha da kötü…" Gittim, oynamaya çalıştım. Hazırlık kampında her maç zayıf takımlara üçer beşer yazıyorum, gazeteler de "Hem Trabzonlu, hem mühendis, hem golcü, işte aradığımız oyuncu" falan yazıyor. Ben de kendimi biliyorum, tamam iyi işler yapıyorum ama ben bir golcü değilim. Ben her şeyi auta atabilirim. O sıra hocamız Leekens, "Seni oynatacağım ama biraz sabretmen lazım" demişti. Hami'yle Büyük Orhan da A Milli Takım'ın forvetleri. Sonra Leekens gitti, Şenol Güneş geldi, o arada Arçil'le Şota'yı buldular, onları almak için para lazım, kimi satsak derken beni sattılar.

Zeytinburnu'ndan takım arkadaşım Ziya Doğan da İstanbulspor'da yardımcı antrenör olmuş, teknik direktör Adnan Dinçer de beni daha önce istemişti, ikisi de beni tanıyor. Tanju'yu almışlar, onun yanına uygun santrfor arıyorlar. Koşmayan oyuncunun yaşındaki koşan, yıpratan oyuncu olarak beni aldılar.

Uzan A.Ş.

İstanbulspor'da, yedi-sekiz forvetin olduğu anlamsız bir kadromuz vardı. Ben, Tanju, Abdullah Avcı, Feyzullah, Nail, Gençlerbirliği'nden gelen Uğur'la Hamdi… Başta dört santrforla oynuyorduk. Sonra hoca baktı olacak gibi değil, Tanju'yla Saffet'e döndü. Normalde olması gereken bu. Ama mesela ilk 45'te gol atamadık mı, diğerlerine de şans vermek için hemen çıkarıyor. Yine de ideal ikili olarak bir yıl birlikte oynadık. Sonra Tanju Abi hapse girdi. Cem Uzan "Birinci Lig'e çıkarsak seni hapse sokturmayacağım" diyordu, onu hiç unutmuyorum. Çıkamadığımıza en çok Tanju Abi üzüldü.

Çıkamamak beni çok etkilemedi çünkü beni zaten herkes istiyor. Ben hep takımımın üzerinde oynadım. Sonra zaten İkinci Lig'den A Milli Takım'a alındım. Ünal Karaman'dan sonra bir ilkti. Uzun süre kadroda oldum, 6-4'lük Galler maçında 11'de oynayıp gol atıp asist yaptım ama çoğunlukla yedektim. Ben buna çok kızardım, biz ne yapsak oynatmıyorlar, büyük takımların formsuz oyuncuları bile oynuyor. Sonra Galatasaray'a gittim, UEFA senesindeki 3-2'lik Milan maçı, UEFA'ya kaldığımız maç. Soyunma odasında çok büyük bir sevinç var ama ben hiçbir zaman takım kazanıyor diye sevinen bir oyuncu olamadım, oynamıyorsam tam sevinemiyorum. Tamam mutluydum ama hüzün de var, içsel olarak mutsuzum. O coşkuya pek katılmadan otururken Mustafa Denizli geldi, "Oğlum iyi misin?" falan dedi. "Hocam sağ olun iyiyim, teşekkür ederim" dedim. "Ne diyor bu ya" diyordum içimden. Sonra masör dedi ki "Oğlum bak seni milli takıma alacak." Hakikaten de aldı. Kendimi, vaktiyle uyuz olduğum oyuncuların konumunda buldum.

Euro 2000 play-off'unda İrlanda'yla oynayacaktık. Mustafa Hoca belli ki "İleride agresif, yıpratıcı bir oyuncuya ihtiyacımız var" diye düşünmüş ama benim motorun yandığını bilmiyordu. O eski hâlim kalmamıştı. 1997 yılında askere gittim, bütün yapım değişti. Fiziksel olarak büyük bir düşüş yaşadım ve buna bir çözüm de bulamadım. Ben bir daha hiç eski Saffet olamadım. Üç yıl boyunca hep aşağı indim.

Paranın olduğu yerde adaletsizlik ortaya çıkıyor, Uzan döneminde de bunu yaşadık. Tanju Çolak'ı alıyorsun, iki milyar veriyorsun ama yanındaki oyuncu yüz milyon alıyor. Kırılgan bir yapıydı o. İsmi olan adamdan daha iyi oynayan isimsiz futbolcular vardı. Cem Uzan, bütün Ümit Milli Takım oyuncularını aldı neredeyse, onların yanına yaşlı ve isimli oyuncular aldı. Ama yabancı tercihleri kötüydü. İlk gelen yabancılar (Peter) Van Vossen ve (John) Van den Brom'du. Birisi şişmandı diğeri de etkili ama dağınık bir oyuncuydu. Antrenörlüğe dünya çapında bir isim olan Leo Beenhakker getirildi ama takımın tesisi, oyuncuların kamplarda yatacak yeri yoktu. Bu kaotik yapıda başarı olmaz.

Bir yere ait olmak lazım. Bende öyle bir sorun var, aidiyet duygusu yok. Altı yıl İstanbulspor'da oynadım ama şu anki İstanbulspor, benim oynadığım kulüp değil. Başkası almış, yapı değişmiş. Cem Uzan kalsa belki ben şu anda İstanbulspor Başkanı'ydım… Trabzon'dan bir ton oyuncu aldı, Trabzonspor'u zengin etti ama bana "Bir tek seni alsam yetermiş" derdi. Takıma müdahale eden bir başkan değildi. Avrupa'daki başkan modellerine benzerdi biraz. Soyunma odasına inmez, transfer görüşmesine girmez… Bir tek ikinci ligdeyken Diyarbakır'a yenildiğimiz maçı hatırlıyorum. Liderlikten olmuştuk, o zaman gelip bizi epey bir hırpaladı. "Hepinizi Doğu'ya süreceğim" demişti. Garip olan, ikinci de çıkıyordu hâlbuki 1. Lig'e. Onu unuttu herhalde. Bizimle bir kampa gelip takımla koştuğunu da hatırlıyorum. Benden iyi koşuyordu, benim önümde bitirdi idmanı.

UEFA Kupası'nda (Argeş) Piteşti maçı vardı… Deplasmanda 2-0 yenildik, rövanşı 4-2 aldık ama yetmedi. Birkaç ay sonra İnönü'den Bayrampaşa'ya geçtik. Daha doğrusu oraya itildik. Bayrampaşa'daki ilk maçımızda Ankaragücü ile oynuyoruz. İlk dakikalarda bir gol attım ama sonra 4-1 yenildik. O maçtan sonra da Uzan "Para vermeyeceğim artık" dedi ve içlerinde benim de olduğum yüksek ücretli sekiz oyuncuyu kadro dışı bıraktı. Bir ay sonra geri çağrıldık ama ben sezon sonunda Galatasaray'a gittim. Cem Uzan güçlü bir karakterdi ama devletle ilişkisi iyi olmadığı için Başakşehir'in bugün yaptığını yapamadık. Ama bazı durumlarda da İstanbulspor'un yaptıklarını onlar yapamadı. Genç Türk futbolculara yatırım mesela…

Arif'in düştüğü pozisyona penaltı çalınan, Hagi'nin golü ile biten meşhur Galatasaray maçında cezalıydım. Tribünden hakem Vahap Beyaz'a küfretmiştim. Arkamda da Galatasaray'ın amigolarından biri varmış. Sen nasıl Galatasaray'a küfür edersin falan diye çıkışmıştı. Sonra Galatasaray'a gittiğimde bana tavır falan yapıyordu, ben de ona ters gittim. Ben futbolcu-amigo ilişkisini hiç sevmem, hayatım boyunca da öyle şeylere müsaade etmedim, bayağı da sorun yaşadım. Kocaelispor'da oynarken futbolcular para veriyorlardı, benden de istediler, vermedim. Kaptan gelip para toplasa verirdim, bireysel olarak vermedim. Her gün antrenmana gelip küfür ettiler bana. Kulüp hiç müdahale etmedi.

Öğrenme Çağı

Galatasaray'da çok kötüydüm, oynayamıyordum. Oynamadığım yerde de mutsuz olduğum için içime kapanıyorum. Sonunda dedim "Ben gideyim buradan. Galatasaray'sa da Galatasaray yani, ne yapayım." Tamam Galatasaray, Türkiye güzeli ama onun bende gönlü yok. Altı ay daha kalsam UEFA Kupası şampiyonu takımın kadrosunda benim de adım olurdu ama oynamıyorsam yine Milan maçının soyunma odasındaki Saffet olurdum. Yani yine olsa yine ayrılırdım Galatasaray'dan. Bir aidiyet duygun olmuyor ki, Sinek 2'li gibi bir şeysin takımda. Popüler oyuncuların hiçbiri odama gelmedi, ben de gitmedim. Ahmet Yıldırım, ben ve Emrah (Eren) oturduk hep.

Futbola 18 yaşında başlamak, İngilizceyi sonradan öğrenmek gibi bir şey. Hayatım boyunca bunun zorluğunu yaşadım. Yetenek olarak üst seviyede özellikler taşıyordum. Türkiye standardının üstünde süratim ve gücüm vardı. Bu sürat ve güç, beni güzel bir kız gibi gösteriyordu. Bazı işlerde güzel bir kızın yaptığı şeylerin çok önemi yok, önü zaten açılır. Bazı futbolcu amatörde 28 gol atar, Üçüncü Lig'e gider 10 atar, ikiye gider 5'e düşer. Bende hep tersi oldu. Genç takımda 10 attım, Kartal'da 18, İstanbulspor'da 28… Hep yukarı çıkarak. Ne zaman ki Galatasaray'a geldim, sorunlar başladı. Çünkü altyapı eksiğim var. Oradaki çabuk, doğru, basit oyunu oynayamadım. O sürat ve gücün dışında dayanıklılık da lazımdı. Ben oynadığım her takımda bu anlamda en kötü iki-üç oyuncudan biri oldum. Benim pozisyonumda Hagi vardı. Beni kanat oyuncusu gibi gördüler, savunmaya dönüp adam kovalamamı istediler. Yapamadım. Yapmaya kalktığımda enerjimi doğru yerde kullanamadım. Kariyerimin başından beri topu ayağımda o kadar çok tutuyordum ki sürekli tekme yiyordum. Eve gittiğimde annem "Oğlum neden hep seni dövüyorlar" diyordu.

Bana daha alt seviyede de "Daha basit oynaman lazım, geri gelmen lazım" diyorlardı. Ama senede yirmi gol atınca, içimden "Daha ne yapabilirim" diyordum. Ziya Doğan bana "Tamam iyisin ama sen dağı görüyorsun. Dağın ötesi var" derdi. Dağın ötesini Galatasaray'da gördüm. İnsan zorluklarla karşılaşınca geliştiriyor kendini. Ben 28 yaşına gelene kadar el üstünde tutuldum ama otuzuma geldiğimde doğru oynamayı öğrenmek zorunda kaldım ve lige yeni çıkan takımların tecrübeli oyuncusu oldum.

"Spor yapmanız lazım"

Galatasaray'dan Ankaragücü'ne gittim, orada da çok iyi oynayamıyorum. Dedim bir doktora gideyim ben, ne sorun olabilir bende… Gittim, bir sürü test yaptırdım, ne varsa araştırın dedim. Sonuçlar çıktı, kadın geldi, "Beyefendi maşallah turp gibisiniz. Hiç sıkıntınız yok" dedi. Sadece kolesterolüm hafif yüksekmiş. Dedim ne yapmam lazım? Dedi ki "Biraz spor yapmanız lazım." Laboratuvardaki kadın bile benim koşmadığımı anladı!

Neden hep kaleciyi çalımlamaya çalışıyordum? Bir insan ayaklarını dışa basıyorsa, top oynarken de ayağının dışını daha çok kullanır. Ayak içi çok gelişmez. Tanju Çolak, Serkan Aykut gibi golcüler içe basarlar ve ayak içleriyle plaseyi rahatlıkla yaparlar. Ben yıllarca "Neden atamıyorum bunu" dedim. Ayak içi için ekstra çaba sarf etmem gerekiyordu. Bir de oyun karakterimde adam geçmek vardı. Kaleciyi de bir savunmacı gibi gördüm hep. Çok karşı karşıya kalırdım. Kaleci açıyı kapıyor tabii, kaleye bakıyorum ama kale görünmüyor, ayak içime güvenmiyorum. Ne var kafamda? "Ben bunu geçerim." Vurur gibi yapardım, düştüyse geçerdim… İşte orada kaybediyordum. "Niye vurmadın?" derlerdi, ben de kendi kendime "Vursaydım da auta atsaydım" derdim. En azından denemiş olurdum. 30 yaşıma geldiğimde artık parmaklarıma bant taktım, şunu hatırlamak için: "Kaleciyle karşı karşıya kalırsan vur!" Misal Rüştü çok öne çıkardı, o özelliğini hatırlamak için elimi bandajlardım. Kariyerimin sonlarına doğru biraz yendim bunu.

Gelişmeye açık olmak önemli. Son vuruşlarım spontaneydi, Allah'a sığınıp vuruyordum. Ama misal sol ayağımı özel çalışma yapmamama rağmen çok iyi kullanıyordum, neredeyse sağ ayağıma yakındı. Hızlıydım, çok güçlüydüm, sağ ve sol ayağımın dışını ve üstünü iyi kullanıyordum. Ayak dışımı hareket hâlindeyken kullanabilirdim. Oğuz Çetin'de de vardır bu özellik. Topla giderken tık diye araya bırakır dışıyla. Önemli bir özelliktir. Bu yeteneğin yoksa topu ayak içine çekmeye çalışır ve pozisyondaki 'o an'ı kaçırırsın… Ben ayağımın dışıyla 30 metreye top atardım, o kadar sık kullanırdım ki Kartal'da ilk antrenmanlara çıktığımda hoca beni antrenmandan kovmuştu, "Sen Beckenbauer misin de bu kadar ayak dışını kullanıyorsun" diye.

Kafa golü de atamıyordum çünkü topa gitmiyordum, hep arka direkte bekliyordum. Arka direkten kafa golü atmak çok zor, çatala vurman lazım. Ama öne gelirsen darbeli vurabilirsin. Topun şiddeti var, senin koşu şiddetin var… Zaten ben hep yanlış yerde durdum. Sahanın en anlamsız yerinde… Eksiklerimi bildiğim için uzağa, rakibin beni tutmayacağı alanlara gittim. Bugünden örnek verirsem Quaresma benim gençliğim, Babel olgunluk dönemim. Quaresma "Topu boşta alayım çünkü ben adam geçerim" diyor. Babel, tehlikeli alanda buluşmaya çalışıyor. Mesela Oğuz Abi'ye çok kızardım, bana niye pas atmıyor diye. Sonradan anladım. Onun gibi yaratıcı bir orta saha oyuncusu da attığı pas gol olsun ister. Yine de 'potansiyel' hâlimle oynamak, futbolu öğrendiğim hâlimle oynamaktan daha güzeldi.

Socrates Dergi