Dün Gibi

10 dk

Bir an, fotoğraf, maç, kupa ya da kahraman. Herkesin 1990'ları kendine... Socrates ekibinin, on yıllık dönemden unutulmayanlarını topladık. Son bölümde sevgili Ekrem Memnun'u aradık ve ünlü koça o zamanki 'takımını' sorduk.

Benim Fotoğrafım & Tiger Woods, '97 Masters

Kendi doksanlarıma ve o yıllarda küçük bir çocuk olarak ekranda gördüğüm zaman beni yerime çivileyen sporlara bakıp dürüst olacağım, golf kesinlikle onlardan birisi değildi. Zaten o dönemde Türkiye'de büyüyen bir çocuk için golfün bir otomobil modelinden fazlasını ifade etmesi de güç. Tiger Woods ismini ilk duyuşum kapağında yer aldığı ve adını taşıyan video oyunu oynamam sebebiyle, muhtemelen on yıllık periyodun sonlarına tekabül eder. Dünya çapında ne kadar büyük bir fenomen olduğunu idrakım ise adına bu oyunun üretilmiş olmasıyla gerçekleşir.

Woods, tıpkı Colin McRae ya da Tony Hawk gibi ilk etapta konsol yoluyla hayatıma girmiş ama diğer ikisi kadar ilgimi çekmemişti. Zira henüz hızlı araçlar ya da janjanlı kaykay hareketlerini tercih eder bir olgunluktaydım. Şimdilerde ise kendimi artık bir golf izleyicisi ve Tiger Woods taraftarı olarak tanımlayabilirim. Dolayısıyla benim spor fotoğrafım aslında vaktinden çok sonra gördüğüm, hikâyesine çok geç vakıf olduğum bir kare: Tiger Woods'un 1997 Masters'ı kazanarak golf sahalarında yeni bir çağ açtığı an.

Tabii hemen alttaki dikdörtgenin içine bakıp kendi kendinize "Ben bu fotoğrafın aynısını geçen ay gördüm" diyebilirsiniz. Hakkınız var, çünkü Tiger Çağı geçen 22 seneye inat hâlâ devam ediyor... / Aras Yetiş

Benim Koleksiyonum & Euro 96 Çıkartma Kitapçığı

Eğer beni Euro 96 nostaljisi yaparken görürseniz bilin ki şampiyonada oynanan futboldan bahsetmiyorum. Evet, Türkiye'nin katılımı büyük coşkuydu, Suker ve Poborsky'nin aşırtmaları harikaydı, Bierhoff'un altın golüyle biten final unutulmazdı ama benim için Euro 96, hepsinden önce çıkartma kitapçığıydı.

İnternetsiz dünyanın 8 yaşındaki Atahan'ına hem turnuvadaki takımları hem de eski efsaneleri tanıtma görevini başarıyla üstlenen kitapçığı doldurmak birkaç ay boyunca tek gündemim oldu. Bu uğurda, yıllarca alışveriş yaptığımız Sarıyer, Büyükdere'deki mahalle bakkalıyla ailece aramız bile bozuldu (Kampanyalı satılan 50 çıkartmanın çoğu birbirinin aynı olmasına rağmen geri almamıştı ve hâlen boykot listemdedir.) Arkadaşlarımı bir şekilde ikna edip bende olmayan çıkartmaları almak, paketten 'parlak' çıktığındaki heyecan… Turnuva biterken, kitapçıkta da 'zor çıkan' İspanya ve Almanya hariç tüm takımları tamamlamıştım. Kalan birkaç çıkartma için bir miktar para ve eşit sayıda çıkartmayı zarfa koyup Panini Türkiye'ye postaladık. Bana çok uzun gelen bir sürenin ardından beklediğim eksik parçalar bir sabah elime ulaştı. Akşam arkadaşlara şov yapmaya hazırlanıyordum fakat kitapçığı bir türlü bulamadım. Zira aylar boyunca bu yolda benimle omuz omuza mücadele veren sevgili annem, "Ne de olsa bitti artık" diye çöpe atmıştı... / Atahan Altınordu

Benim Ânım & Koraç Zaferi

İTÜ genç takımındaydım. Karaköy'deki Saint-Benoit'dan çıkıp Gümüşsuyu'ndaki salona antrenmana giderdim. Sadece Efes'in Avrupa maçları varsa rotam değişirdi. Efes altyapısında oynayan arkadaşım Emre Atsür sayesinde maça davetiye bulurdum. Bir araca binerdik ve o günlerde zor ulaşılan Abdi İpekçi'ye giderdik. Kulağımda walkman'im, o gün nelere şahit olacağımı hayal ederdim; Conrad McRae yine ters alley-oop smaç vuracak mıydı, Naumoski yine terini formasına silip doğru atışı yapacak mıydı? Salon tıklım tıklım olurdu. O yıllarda özel televizyonların hem Avrupa kupaları hem de Türkiye Ligi maçlarını yayınlaması, Efes'in önce 1993'teki Kupa Galipleri finali ve ardından gelen Koraç Kupası büyük bir dalgalanma yaratmıştı. Avrupa'da da Euroleague, sonradan Saporta adını alan Kupa Galipleri Kupası ve Koraç ile altın çağ yaşanıyordu. Bugün Doncic, Giannis, Porzingis gibi isimlerin Avrupa'da oynadığı bir yetenek havuzu hayal edin. O nedenle 90'ların başında bile tahayyül edilmesi zor bir başarıydı. Bunu en güzel Petar Naumoski'nin Socrates'e verdiği röportajdan algılayabilirsiniz: "1992'de yönetimin önerdiği sözleşmede sadece ilk turda prim vardı. İkinci tur, çeyrek final, final için neden primin olmadığını sordum. O zaman yönetimde Pano Natof vardı. Bana 'Ne kadar istersen o kadar yazabilirsin' dedi. 'Neden öyle söylediniz?' diye sordum, 'Çünkü biz ilk turu hiç geçemedik' dediler." Koraç zaferi, benim gibi birçoklarının büyük hayaller kurmasını sağladı. Sonsuza dek teşekkürler. / Caner Eler

Benim Kahramanım & Martina Hingis

Her insan yaşamı içerisinde büyük kahramanlar yaratır, keşfeder, büyütür... Çünkü hayat olanca gerçekliğiyle ve önünüze koyduğu binlerce engelle birlikte sıkıcı ve tekdüzedir. Biraz hayal kurmak, biriyle birlikte hayal ile gerçek arasında kaybolmak her insanın ihtiyacıdır bazen. En azından ben Martina Hingis ile ilişkimizin ikinci senesine doğru bunun benim için vazgeçilmez bir ihtiyaç olduğunun ayırdına varmıştım. O, hayatımın içinde çok büyük bir yerdeydi ve giderse ben sudan çıkmış bir balığa dönerdim, o yüzden ona her geçen gün daha da sarıldım. Ne kadınlar sevmiştim, zaten yoktular ama sanırım en 'böyle bir sevmek görülmemiştir'i Martina'ydı. Sivri ve kibirli yanlarına rağmen 70'lerin sonu, 80'lerin başında doğan birçok tenissever için böyle bir figür olmayı başarmıştı.

Hayatım boyunca en çok üzüldüğüm maçlardan biri olan 1999 Roland Garros finalini defalarca izledim. Spor tarihinde değiştirmek istediğim ilk an olabilir. Belki kazansa asla bu kadar ukde olamayacaktı içimde ki bu da ona olan sevgimi böylesine harlamayacaktı. Seni eminim herkes çok özlüyor Martina çünkü sen son zamanlarda iyice özlenen zarif kadın tenisinin en güzel örneklerinden biriydin. Artık çocuk düşlerimiz yok ama varsın gün geri çizgiden makine gibi savunma yapıp rakibin hatasını kollayanların, deli gibi güce dayalı fiziksel tenis oynayanların günü olsun; senin 1995'de yaktığın ateş hiç sönmedi. Bir gün o Roland Garros kazanılacak Martina! / Erman Yaşar

Benim Kitabım & Rough Ride

Willy Voet'un arabası 1998'de Belçika sınırında kenara çekildiğinde bisiklette karanlık çağın kapıları açılmıştı. Masör Voet'un bagajından çıkan maddeler, Festina Skandalı'nı başlatmıştı. Kamuoyu, dopingin boyutlarını o gün tam anlamıyla öğrenmişti. Ama elbette gözünü açanlar bisiklette neler döndüğünü uzun süredir biliyordu. Özellikle 1990'da çıkan bir kitabı okuyanlar...

Paul Kimmage vasat bir bisikletçiydi. Ama bunu aklı ve disipliniyle kapatmıştı. Vatandaşları Stephen Roche ve Sean Kelly'nin gerisinde kalan Kimmage'ı değerli kılan şey, doğruları söylemekten kaçmayan karakteriydi. Rough Ride da bunun yazıya dökülmüş hâliydi. Kimmage bir "Doping yaptım, pişmanım" kitabı yazmamıştı. Evet, bir kez doping kullanmış, bunun etkilerini kaleme almıştı. Ama mahareti "Bisikletin doping sorunu var" diye bağırmadan bisikletin büyük bir sorunu olduğunu anlatmasıydı.

Rough Ride, alarm zillerini çalmıştı. Kimmage'ın dışlanmasına, arkadaşlarıyla arasının açılmasına sebep olan kitap bisiklette Berlin Duvarı'nın yıkılması gibiydi. Bugünden bakınca, 1990'ları daha iyi anlatan bir spor kitabı düşünemiyorum. Rough Ride'ın kehanetleri yıllar içinde daha da önemli hâle geldi. Festina Skandalı ve Lance Armstrong, daha sonra ortaya çıkmıştı ama bakmasını bilenler için hepsi satır aralarında gizliydi. Benim için de Rough Ride büyümek; bisikleti yaralarıyla, eksikleriyle ve iki yüzlülükleriyle sevmeyi öğrenmek demekti. / İnan Özdemir

Benim Organizasyonum & 1996 Atlanta

Roberto Baggio, Romario, Hristo Stoichkov fırtınasını taze atlatmıştım… 1994 Dünya Kupası ile büyük organizasyonların keyfini almış, 1996 Avrupa Futbol Şampiyonası'yla kendi kendime "Bu turnuvalar kaçmaz" demiştim. Sonra en büyük abiyle tanıştım: Olimpiyat… Oyunlar Türkiye açısından ikonik anlara sahne oldu: Naim Süleymanoğlu'nun üçüncü olimpiyat zaferi, Halil Mutlu'nun 'yeni Naim' olma yolundaki ilk adımı, Hamza Yerlikaya'nın zaferi ve Mahmut Demir'in rakibinin üzerine oturarak yaptığı kutlama… Fakat küçük bir çocuk için bunlardan öte bir anlamı vardı olimpiyat oyunlarının. İnternetsiz dönemde daha önce görmediğin sporlarla tanışmak, bildiklerine de daha çok âşık olmak…

Uzunköprü'de tek katlı bir evin avlusunda kayısı ağaçlarının dibine düşen iki küçük çocuk… Büyük ihtimalle Carl Lewis'i izlemiştik birkaç dakika önce. Sanat okuluna doğru depar atıyorsak ya Donovan Bailey ya da Michael Johnson'dı yeni kahramanımız… Sonra televizyon ekranında garip bir şey gördük, daha önce hiç rastlamadığımız… Futbol sahası gibi bir alanda ellerinde sopalarla bir o yana bir bu yana koşuşturan insanlar… Çim hokeyiydi adı. Evet, bir dönem çim hokeyi oynamayı kafaya koyduk. Çim hokeyi tarihine 'Özgen Kardeşler' olarak geçebilirdik ama olmadı… Sonra sahneye Nijerya çıktı ve kürkçü dükkânı futbola döndük. En büyülüsü hâlâ oydu bize göre. / İlhan Özgen

Benim Rekorum & Maurice Greene

Sonunda gözümü salondaki avizeden ayırabilmiştim. On saniyeliğine de olsa, dünyanın en hızlı insanının vadettiği yeni bir rekor için dikkatimi toplayıp, bakışlarımı ekrana çevirdim.

22 Ağustos 1999, sıcak bir pazar akşamıydı. Yeni edindikleri travmalarını alt etmek için sokağa dökülmüş Çorlu halkı gürültücüydü. Bu sırada Sevilla'da 100 metre finali için piste çıkmaya hazırlanan Maurice Greene, rakipsiz görünüyordu. Antrenman arkadaşı Ato Boldon ile birlikte, Ben Johnson'ın kirli 9,79'unu saplantılı bir biçimde etüt etmişler ve doping yapmadan da 9,79 koşmanın mümkün olduğunu sayıklayıp durmuşlardı. Nihayet iki ay önce Atina'daki bir Grand Prix gecesinde Donovan Bailey'nin 9,84'lük dünya rekorunu tuzla buz eden Greene olmuştu.

Startta Greene ile Boldon'u ayıramayabilirdiniz: Hedefe odaklanmış iki olağanüstü vücut, patlayan iki top mermisi. Lakin takozdan yıldırım hızıyla çıkan Greene, ilk adımından itibaren sıradışı sprint stiliyle kendini belli ederdi. Tartan pistte değil de yakıcı bir kum örtüsü üzerinde çıplak ayakla koşuyormuş gibi çekerdi parmak uçlarını. İvmelenmesini son yirmi metreye kadar tedricen artırır ve maksimum hızına herkesten geç ulaşırdı. Yüz kaslarının hareketini ağır çekimde izlemek, en eğlenceli bulduğum televizyon anlarından biriydi. Ve Greene'in her yarışı, büyük bir vaatti.

Dışarı çıkmayı reddettim. / Cem Pekdoğru

Benim Filmim & Space Jam

Karşıyaka'daki Deniz Sineması, gerek yanındaki Gel Tad Burger'in enfes hamburgeri ve ev yapımı sosları, gerekse de girişindeki müzik markette doldurttuğumuz karışık kasetler sebebiyle hepimiz adına önemli bir uğrak noktasıydı. Hâliyle bendeki yeri de ayrıydı.

Aynı dönemlerde benim için yeri ayrı olan bir diğer şey ise Michael Jordan'dı ve Space Jam haberini duyduğum andan itibaren, neredeyse başka bir gündem maddem yoktu. Yine de bugün, filme kimle gittiğimi ve izlerken neler hissettiğimi hatırlamıyorum. Sadece sinemadan çıktıktan sonra büyülendiğimi ve bir an önce basketbol sahasına gitmek istediğimi anımsıyorum. Hepsi o...

Film her ne kadar benim için gelmiş geçmiş en büyük basketbolcu olsa da tarihin en iyi pazarlama örneği olduğunu da kabul ettiğim Jordan'ı 'mitleştiren' en önemli unsurlardan biriydi. Nihayetinde o, yanına topladığı üç-beş çizgi karakterle birlikte, karşısında yetenekleri transfer olmuş beş NBA oyuncusunu dize getirebilen bir karakter olarak boy gösteriyordu ve bir nevi "Ben tek siz hepiniz!" diyordu. Hâliyle Space Jam'i izleyen bir çocuğun filmden Jordan'ı kutsal bir noktaya taşımadan çıkması gibi bir ihtimal kalmıyordu. Teknoloji bebek adımları atarken bu, devasa bir propagandaydı.

LeBron'lu yeni Space Jam, ilki kadar iyi olur mu bilmiyorum ama şundan eminim; Space Jam 2, ilk filmin yarattığı mite değil yaklaşmak, o mitin yakınından bile geçemeyecek. / Onur Erdem

Benim Takımı & Galatasaray Kadın Basketbol Takımı

1989'da temeli atılmaya başlandı o takımın... Betsy Bailey takımın başına geldi, ben de onun asistanıydım. Hedef belliydi: Euroleague'de Final Four yapmak. Bugün Avrupa'ya hazırlık kampına gitmek sıradanlaştı ama o zaman çok yeni bir şeydi. Sezon öncesi yurtdışında 2-3 hafta kamp yapıp sayısız turnuvaya katılarak oyuncuları Avrupa'daki basketbola alıştırmaya çalıştık. Keza Avrupa'nın bizi kabul etmesini sağlamak, onları bizim oyunumuza saygı duyar hâle getirmek ana hedeflerimizdi.

Clarissa Davis'in Galatasaray'a gelmesi büyük olaydı kadın basketbolu için. Dünyanın en iyi oyuncularından biriydi o dönem. Clarissa'nın gelişi, ülke basketbolunun Avrupa'daki imajını, FIBA'nın bize bakışını kökünden değiştiren hamledir. "Clarissa var, o zaten bir şey yapar biz kaybetmeyiz" duygusu yayılıyordu takım içinde. Çok büyük bir oyuncuydu, birçok şeyin de başlangıcıdır onun gelişi. İroniktir, bizim Final Four yaptığımız sezon Clarissa da Fenerbahçe'de oynuyordu.

Önce bir tur geçildi, yavaş yavaş gruplara kalınmaya başlandı, format değişikliğinden sonra ucuna gelindi ama her zaman bu takım Final Four'un peşinden koşmaya devam etti.

1996'da başantrenör olarak takıma döndüğümde de hedef aynıydı. 1997-98 sezonuysa iyi geçmedi, play-off'a dahi kalamayacaktık. Sezon sürerken başkan Faruk Süren bir gün beni çağırdı, "Nedir durum?" dedi. "Başkan, kalamıyoruz herhâlde play-off'a" diye cevapladım. Koçlukta henüz ikinci yılım, çok da acemiyim esasında. Beni yollar mı acaba diye düşünürken, onun cevabı şu oldu: "Ekrem, bu sene kalamıyorsak hiç canımızı sıkmayalım, patinaj yok. Hedefimiz Final Four'a kalmak, sen bugünden itibaren önümüzdeki senenin takımını kurmaya başla." Daha o sezonun play-off'u başlamadan biz 1999'un takımını kurmaya başladık anlayacağınız... Büyük cesaret; 26 yaşında, daha önce hiç başantrenörlük deneyimi olmayan birine Final Four hedefi koymuş bir takımı teslim etmek... Ben başkan olsam, hayatta böyle bir şey yapmam. Kariyerimde en çok şeyi borçlu olduğum insandır Faruk Süren.

Bugünkü gibi değildi dünya düzeni... İnternet yeni yeni yayılıyordu, kadınlarda oyuncu bulmak kolay olmuyordu. Kulüp hem beni hem diğer koçları sıklıkla yurtdışına yollardı oyuncu bakmak için. Bol bol yurtdışı turnuva da oynadığımız için büyük rakiplere karşı, orada gördüğümüz oyuncuları radarımıza alıyorduk ilerisi için. (Korana) Longin, (Andrea Maria) Stinson önce rakip olup sonra transfer ettiğimiz oyunculardı. Bir tek (Wendy) Palmer'ın hikâyesi farklıydı... Blue Ribbon'daki bir post-up fotoğrafında görüp beğendik. Oyuncu arıyoruz, istatistikleri var ama görüntü bulmak kolay değil. Ne yapacağız? Sayıları iyi, e fotoğrafta iyi de post-up yapıyor... İki-üç telefon açtık, izlemeden aldık Palmer'ı...

Birbirini çok seven bir takımdı 1998-99'daki... Hemen hemen istediğimiz kadroyu kurduk. Derya (Taşçı), Handan (Özbek), Çelen (Kılınç), Aycan (Yeniley) ana rotasyondaydı; bir de genç takımdan Zeynep (Korur), Gülizar (Kalçalar) ve Işıl (Er) vardı. Çekirdek yerli oyunculardan kuruluydu. Uzun yıllar çok az değişti o nüve, çok kıymetli oyunculardı. Yerli kadro, yetenekli yabancıları içine alıp sistemi, kültürü onlara aşılıyordu. Neticede gelen yabancılar dünyanın başka yerlerinde de basketbol oynamış ama bizdeki seviyeye çıkamamışlardı.

Taşlar yerine oturdu o sene. Sene başında takımda olan ama sezon ortasında ABD'ye dönmeyi seçen Jennifer Gillom'ı yarı yolda kaybetsek de Final Four'a kalmayı başardık. Kupayı da kazanabilirdik... Yarı finali mucizevi bir şekilde kaybettik. Büyük bölümünde öndeydik o maçın; bizi yenen Ruzomberok şampiyon oldu zaten.

Başarı 1999'da geldi ama daha ilk gün, 1989'da ortada hiçbir şey yokken hedef belliydi: Uzun yıllar kadın basketbol milli takımı dahi kurulmamış bir ülkeden çıkıp Final Four oynamak, hatta kupayı almak... Proje takımıydı, her adımı bilinçli atıldı. An meselesiydi, o sene olmasa sonraki sezon çıkılacaktı Final Four sahnesine. Kültür, tecrübe, motivasyon... Hepsi bir araya geldiğinde başarı kaçınılmazdı. Şampiyonluk biraz daha uzun sürdü gerçi, 25 yıl kadar... / Ekrem Memnun

Socrates Dergi