
Dönüşüm
20 dk
Okan Buruk’un kariyeri acı bir sakatlıkla bölündü. Ancak o, geçirdiği dönüşümle şansını yeniden yarattı. Bugünün Göztepe teknik direktörü ile geçmişi konuştuk.
İki abinizin de futbolcu olması sizin üzerinizde nasıl bir etki yarattı?
Babam futbolu çok seven, zamanında futbol oynamış biriydi. Evimizden futbolun kokusu eksik olmazdı. Abilerimi maçlara ve antrenmanlara götürürdü. Ben de Büyükçekmece'de, kışın sokakta yazın plajda top oynanan bir ortamda büyüdüm. Sonra sonra Karadeniz İdman Ocağı adlı yerel bir takımda oynamaya başladım. Galatasaray'a geçişim ise şöyle oldu; benim kafamda seçmelere girmek gibi bir düşünce hiç yoktu ama arkadaşlarım katılacaktı. O zaman çocukların daha özgür, daha güvenli büyüdüğü bir ortam vardı. 10 yaşındaydım, eve haber vermeden Florya'ya gittim. Bu da benim yol haritamı çizen olay oldu.
Sizi tanıdığımız o Bakırköyspor maçına gelene kadar, Galatasaray altyapısı size ne katmıştı?
Belli bir yaşa kadar, hocalarımız bize sadece topu verip futbol oynattı. Doğrusunun da bu olduğunu düşünüyorum. Topla ne kadar becerikli olduğumuza ve takım hâlinde nasıl olduğumuza bakarlardı. Bir de kazanmak aşılanırdı Galatasaray kültüründe: Maçı kazanmak, topu kazanmak, topla oynayan, pres yapan, golü düşünen bir anlayışa sahip olmak... Benim yapıma da bu uyuyordu. Bu kültürle yoğruldum. 16 yaşından sonra ise çalışmalar değişiyor tabii; taktiksel ve fiziksel idmanlar başlıyor, sakatlıklar başlıyor. 16 yaşında menisküs ameliyatı geçirdim, 18 yaşında bir daha. Futbolun zor yönleriyle yüzleştim. Diğer yandan, 16 yaşında yurt dışı seyahatlerine çıkmaya başlamıştım. Sonuçta, genç milli takımlarda da uluslararası bir ortam oluşuyor, bu da size vizyon olarak dönüyor.
Sakatlıktan bahsetmişken, ayağınızın kırıldığı ana dönmek istiyorum. O güne dair neler hatırlıyorsunuz?
Karl-Heinz Feldkamp çok önemli bir hocaydı. Sert de bir insandı biliyorsunuz, disiplinliydi. O sezon devre arasında bir adale sakatlığı geçirmiştim. İkinci yarıdaki Gençlerbirliği maçında oyuna girdim, skor 5-0'dan 5-2 oldu. O 10-15 dakikada ben de iyi oynamadım, biraz rahat davrandım, sürekli çalım attım. Hoca bana sinirlendi ve sonraki hafta Altay deplasmanında beni PAF Takım'da oynattı. Ama A Takım o gün Altay'a kaybedince beni takıma geri aldı. Altay maçını kazansak, büyük ihtimalle beni bi süre daha cezalandıracaktı.
O gün ofsayttan bir gol atmıştık. Trabzonsporlu oyuncular üç gün önce deplasmandan farklı mağlubiyetle dönmüşlerdi ve gerginlerdi. O gol onları iyice gerdi, oyun sertleşti, sonuç olarak beni çok kötü etkileyen bir sakatlık oldu. Ayağım kırılmasaydı 10 gün sonra Dünya Kupası için Genç Milli Takım ile Avustralya'ya gidecektim. Dünyanın izlediği o turnuvayı da kaçırmış oldum.
Ayağınız kırıldıktan sonra bambaşka bir futbolcu oldunuz...
Fiziksel olarak tabii ki değişime uğruyorsunuz. Benimki sadece kırık değildi, sinirlerim de hasar görmüştü. İki aya yakın ayak parmaklarımı bile oynatamadım. Geç iyileşen bir sakatlıktı ve çok zorlandım. Öncesinde daha kıvrak, topu daha fazla taşıyan, öne doğru oynayan, aksiyon yapan bir oyuncuydum ama o özelliklerimi biraz kaybettim. Topla o rahatlığım kalmadı. Öyle olunca yeni bir oyun modeli bulmak zorunda kalıyorsunuz kendinize. En iyi neyi yapabiliyorsanız onun üzerinde duruyorsunuz.
Kariyeriniz o gün bitebilirdi. Birkaç yıl formunuzu bulamadınız. Ama ikinci şansınızı da çok iyi kullandınız. Nasıl bir süreçti sizin için?
Sakatlık epey bir vaktinizi alıyor tabii. Kemik kaynıyor, ayağınız iyileşiyor ama bir tempo, ritim bulmanız gerekiyor. Kendinize olan güveninizin geri gelmesi en önemlisi. Ve elbette insanların size olan güveni; zira belli bir süre sonra herkes size sakat gözüyle bakıyor. Bana hep bir ‘ama’ ile bakıyordu herkes. Bu da 3-3,5 seneyi futbol hayatımdan götürdü. Büyük bir takımdasınız, devamlı iyi oyuncular geliyor, bu rekabetin içinde bazen 1-2 maç şans buluyorsunuz ama üçüncü maçta işler değişiyor. Uzun seneler bunu yaşadım, 1997'den sonra tekrar çıkışa geçtim.
Sakatlanmadan önceki Okan Buruk'un tarihin en iyi Türk futbolcusu olduğunu savunanlar vardır. Maradona'ya benzetiliyordunuz. Sizce o altı aydaki Okan mı daha iyiydi, sonraki mi?
Maradona, Galatasaray-Sevilla maçından sonra hastaneye formasını göndermişti. O formayı da hâlâ saklarım. Hakikaten baştaki performansım farklıydı. O kısa süre içerisinde gösterdiğim performansa ve yeteneklerime baktığımda, o Okan daha önemli bir oyuncuydu, bir yıldızdı diyebilirim. Daha sonraki Okan da çok büyük başarılar yaşadı, çok önemli kupalar kazandı. Sonuç olarak arkamda iyi bir kariyer bıraktım ama o altı aylık bölümdeki Okan daha özel bir oyuncuydu bence de. Öyle devam etseydim nereye gelirdim, bunu hiçbir zaman bilemeyeceğim.
Galatasaray taraftarı o dönemde sizi kendi evladı gibi görürdü. Tabiri caizse üstünüze titrenirdi. Sakatlık sonrası yaklaşımlarını nasıl hatırlıyorsunuz?
Çok fazla anım var elbette ama anlatmayı en sevdiğim, hâlâ devam eden bir süreç... Kimle konuşsam, "Ayağının kırıldığı maçta stattaydık, o sesi duyduk" der. Bunu o kadar çok duydum ki herhâlde o stadın 300 bin kişilik falan olması lazım. Bazen bunun şakasını yaparım, "Ya ne büyük statmış, herkes oradaymış" diye.
1996-2000 Galatasaray'ının sırrı neydi sizce?
Tabii o dönem yaşadığımız her şey çok önemliydi ama şu zamana geliyorum; inanır mısınız, bir hafta sonra bir yemekte buluşacak olsak, sanki yıllar hiç geçmemiş, hâlâ 1999-2000 sezonunda bir kampta şakalaşıp gülüyor gibi hissederiz. Bazen derler ya kardeşten öte diye, bu hava vardı bizde. İnanılmaz güzel, pozitif, öz güvenimizin en üst seviyeye ulaştığı bir ortamda bulunduk. Sahaya da bu enerjiyi yansıttık. Hep kazanmak isteyen, kimle oynarsa oynasın kendi oyununu kabul ettirmeye çalışan, korkmayan bir takımdık. UEFA Kupası Finali’ne çıkarken, soyunma odasından koridora geçtiğimizde Arsenal'li oyuncuların ne kadar uzun, bizimse ne kadar kısa olduğumuza bakıp gülüyorduk. Saha içinde de şakalaşırdık. Bu rahatlığımız, kendimize olan güvenimizden geliyordu. Bu güvende de Fatih Hoca'nın bize verdiği özgürlüğün payı büyüktür.
Oyuncuların kalitesi ve karakteri, taraftarımızın yarattığı sinerji... Biz UEFA Kupası'nda son 16'yı oynarken bile taraftarımız kupayı kazanacağımızı konuşuyordu. Hepsi bir araya gelince böyle bir atmosfer oluştu. Bu kadar iyi şeyi sayarken, şunu da söylemeliyim; uzun süre maaşını, maç başı ücretlerini alamayan, sadece prim alarak yürüyen bir topluluktan bahsediyoruz. Bu da bana çok değerli geliyor. Ne bir gün kimsenin sesi çıktı ne biri bir diğeriyle kavga etti. Bu kadar önemli bir yolda, bu kadar önemli başarıların kazanıldığı bir yerde, maddiyatı hiç öne çıkarmamış bir gruptuk biz.

Böyle bir maddi yetersizlik sürecinin ardından UEFA Kupası ve Süper Kupa geldi. Bunun birikmişliği, bir sonraki sezona yansımış olabilir mi? Kaçan şampiyonlukta bunların etkisi var mıdır?
Kesinlikle var. Zaten UEFA Kupası'nın ardından Fatih Hoca ayrıldı, Hakan Şükür ve Arif Erdem ayrıldı. 2001'den sonra da benimle birlikte; Fatih Akyel, Emre Belözoğlu, Hagi, Popescu, Taffarel gibi takım için çok önemli isimleri bir anda kaybetti Galatasaray. Sorunuzla bağdaştırarak söylüyorum... Bir sene, iki sene, tabii ki sonunda psikolojik olarak yıpranıyorsunuz. Başarılı olduğunuz dönemlerin ardından bu tür şeyler yaşamak sizi yoruyor ve bazen de düşüşe geçiyorsunuz. Bunun sizi futbolcu olarak da kötüye götürdüğünü anladığınız anda ayrılmayı düşünürsünüz, en azından ben kendi adıma bunu söylemek isterim. Yeni bir sayfa, yeni bir hedef için ayrılmam gerektiğini düşündüm.
Burada sözü Ankaragücü maçına getirmek gerekir...
Tabii... Bende o dönem pubis rahatsızlığı ortaya çıktı. Bu sakatlığa şimdi daha sık rastlanıyor ve futbolcular uzun süre oynamıyor. Ben 6-8 ay iğneyle sahaya çıktım. Hep oynamaya çalıştım ki farklı bir şey düşünülmesin. İyi niyetle sezonumu tamamlamaya çalıştım. Sonra da bir kırmızı kart nedeniyle itham edildim ki o kart da verdiğim mücadeleden dolayıdır. Topa kaydım, müdahale ettim. Kazanmak adına yapılmış şeylerdi ama sonuçta şampiyonluk gelmeyince birilerinin suçlu olması gerekiyor. Sessiz kaldım, kimseye cevap vermedim. Galatasaray'ın altyapısından yetişmiş bir sporcu olarak kaos oluşmasın istedim. Tabii ki insanlar sonuca bakıyor ve kimseyi de bu anlamda eleştiremem. Taraftarımızın da o dönemki düşüncesi şampiyonluktu. Herkes başarılı olmayı, oyuncusunun kendi kulübünde devam etmesini istiyor. O zamanki tepkiye de bir şekilde hak veriyorum.
Sakatlanmamak için kırmızı kart gördüğünüz söylenmişti.
Kötü niyetli oyuncu çıkıp oynamazdı zaten.
Mario Jardel'in takım içinde sevilmediği rivayet edilir. Bunda yüksek maliyetinin etkisi var mıydı?
Tam tersi, çok seviyorduk Jardel'i. Kampa ilk gelişi, katılışı... Ben Ümit Davala'yla kalıyordum, bizim odadan çıkmazdı Jardel. Portekizce dışında bir dil de konuşamıyordu ama çok sevdiğimiz, sempatik bir arkadaşımızdı. Biz Milano'da bile görüştük onunla birkaç kez. Gayet sevilecek bir insandı ama daha sonra, kendi hayatında yaşadığı sıkıntılar onu hem takımdan hem de futboldan uzaklaştırdı. Takıma katkı sağlamamaya başlayınca, takım da ona karşı bir reaksiyon verdi. Rahat bir insandı, sorumluluklarını takımdaki diğer oyuncular kadar yerine getirmiyordu. Son dönemde kendi ayrıldı ama gerçekten genel anlamda seviliyordu. Ben de çok severdim.
Soyunma odasında Jardel'in üzerine yüründüğüne dair iddialar vardı...
Benim hatırladığım, İzmir'deki bir maçın devre arasında bir olay olmuştu. O da direkt takım hâlinde bir olay değil, takım kaptanı tepki göstermişti. Oyun oynanırken Jardel krampon değiştirmek için dışarı çıkmıştı. Atatürk Stadı'nda da soyunma odası sahaya çok uzaktı. Jardel, kramponları çıkarmış kenarda oturuyordu. Komik bir durumdu aslında, krampon gelene kadar bayağı bir süre 10 kişi oynamıştık. Onunla ilgili bir tepki olmuştu.
Takım kaptanı dediğiniz Bülent Korkmaz mı, Suat Kaya mı?
Çok iyi hatırlamıyorum ama soyunma odasında küçük bir alevlenme olmuştu. Üzerine yürünme gibi bir hadise yok.
O sezon bir de kaptanlık krizi yaşanmıştı. Bülent ve Suat'ın ardından üçüncü kaptan olmak istiyordunuz ama kaptanlık Popescu'ya verilmişti...
Evet, şimdi hatırladım ben de ama o dönem çok üzülmüştüm... Üçüncü kaptanlık için takımın en eskisi bendim. Altyapıdan yetişmiştim, uzun seneler oynamıştım ve bu kaptanlığın bana verilmesini bekliyordum. Olmayınca bir tepki verdim. Bu benim için çok önemli bir şeydi.
Takımdan ayrılma kararınızda bunun etkisi olmuş mudur?
Öyle denilebilir. Zaten maddi anlamda çok büyük şeyler kazanmıyorduk, özellikle yerli oyuncuların anlaşmaları çok düşüktü. En azından manevi anlamda bir şeyler bekliyorsunuz, düşünülmek istiyorsunuz. Takımın en eskilerinin kaptan olması yıllardır süren bir gelenekti. Ben de o takımda kaptanlardan biri olmayı hak ediyordum, belki de futbolu ‘Galatasaray Kaptanı’ olarak bırakacaktım. Ama direkt olarak ayrılığa giden yol o mudur derseniz, değil. Yurt dışında futbol oynamak benim için her zaman bir hedefti, 18 yaşındayken bile...

Sezon içinde Inter'e imza atmadığınızı söylemeniz de çok tartışıldı.
Biz zaten oraya öyle bir sene önceden imza atmadık. Zamanı gelince prosedür gereği görüşüp anlaştık. Ben o 2-3 aylık dönemde önce kulübümle görüştüm; kulübüm bana "Tamam Okan, bu şartlarda seninle anlaşamayız, istediğin yere gidebilirsin" dedikten sonra harekete geçtim.
İtalya size ne kattı?
Futbol mantalitesi, oyunun taktiksel tarafı gibi şeyler bir yana, sosyal olarak büyük katkısı oldu. Baskı altında yaşamaya alışmış insanlar olarak oradaki sosyal hayat mutluluk vericiydi. Ronaldo'dan Vieri'ye kadar herkes sokakta rahatça gezebiliyordu. Kulüp yapısı çok profesyoneldi. Kendi işiniz dışında uğraşmanız gereken hiçbir şey yoktu, böylece sadece futbola odaklanıyordunuz. İtalya'nın ayrı bir vizyon kattığını söyleyebilirim. Hiçbir şey olmasa, yirmi farklı ülkeden futbolcuyla aynı takımdaydık ve bir dil öğrendik. Bu da hayatta en önemli şeylerden biri belki.

Inter'de oynadığınız dönemde modayı yakından takip ettiğinizi hatırlıyorum. Emre Belözoğlu ile birlikte, puantiyeli gömlekler, çorapsız ayakkabılarla magazin programlarında görüyorduk sizi. Bu ilgi Milano'da mı başladı?
Türkiye'deyken de gezmeyi, alışveriş yapmayı seven bir insandım ama İtalya'da farklı bir dünyaya giriyorsunuz. Biz hep güzel giyinelim istedik. Türkiye'yi temsil ediyorduk; kaldığımız otelden gittiğimiz restorana kadar bunu hep önemsedik. Oradaki arkadaşlarımız da bize "Siz ilk senenizi alışverişle geçirdiniz, ondan sonra futbol oynamaya başladınız" diye takılıyorlardı. Bulunduğunuz yere ayak uydurursanız bu işinize de yansır. Kendinizi lokal hissetmek önemlidir. Sadece moda değil. Biz daha oraya gitmeden dil öğrenmeye
başlamıştık, yazın da buna devam ettik. Sezon başladıktan bir hafta sonra röportajlarda tercüman kullanmayı bırakmıştık. Bu da adaptasyon sürecini kısaltan bir şey.
Dönüşte Beşiktaş'a gittiğiniz için tepki gördünüz. Bugün olsa yine aynı tercihte bulunur muydunuz?
Önce Galatasaray'la görüştüm. Kulüp çok istekli değildi ve sadece bir yıllık anlaşma yapabileceklerini söylediler. Ayrılırken yaşadığım sıkıntılar da vardı, bir tepki gösterilip gösterilmeyeceğini bilmiyordum. Kulüpten de o isteği göremeyince Beşiktaş'ın daha iyi olan teklifini kabul ettim. Hiçbir kararımdan pişman değilim. Yaşanması gerekiyormuş, yaşandı. Beşiktaş camiası da bana çok sahip çıktı, orada hiçbir sıkıntım olmadı. Daha sonra tekrar Galatasaray'a döndüm ve o zaman da bana bir tepki gösterilmedi. Ben hayatım boyunca insanların tepkisini çekecek sivri açıklamalar yapmadım, her zaman pozitif bir insan olmaya çalıştım.
Size hâlâ kırgın olan Galatasaraylılar da var, bu sizi üzüyor mu?
Bunu pek kimseden duymadım. Olabilir. Ben geriye baktığımda, Galatasaray'da takım olarak kazandığımız kupaları, çok önemli başarıların içinde bulunduğumu görüyorum. O kadar büyük başarıları düşünmeyip daha küçük şeylere takılanlara da elbette saygı duyarım. Dediğim gibi, taraftar her zaman kendi oyuncusundan aidiyet bekler.
İki yıl A Milli Takım’da çalıştınız, 2013'ten beri de teknik direktörlük yapıyorsunuz. Bu dört yıl ne kadar planladığınız şekilde geçti? Ne umdunuz, ne buldunuz?
Futbolu bırakmadan birkaç ay önce yol haritamı çizmiştim. Önce genç milli takımlarda başladım. Tabii ekip doluydu, Ersun Hoca (Yanal) "Gelirsin, yavaş yavaş başlarsın. Her takıma gidersin, hem oyuncuları tanırsın hem onlara tecrübelerini anlatırsın" demişti. Altı aylık dönemim böyle geçti. Daha sonra bir yapı değişikliği oldu ve Mahmut Başkan (Özgener) bana idari koordinatörlük teklif etti. Ben böyle bir ihtiyaç varsa tabii ki yerine getireceğimi ama bir yandan da teknik direktörlük yolunda kendi gelişimimi sağlamaya çalışmak istediğimi söyledim. Guus Hiddink ve Oğuz Çetin de bana çok yardımcı oldular. Gittiğimiz kamplarda takım toplantılarına girdim. Antrenmanlarda hep o ekibin içerisinde bulundum. Hiddink ayrılıp yerine Abdullah Avcı geldiğinde de onun yardımcısı olarak devam ettim. Sonraki dönemde, kendim çalışmak istiyordum. Ben sadece İstanbul ve Milano'da yaşamıştım. Barcelona'da El Clasico'yu seyrederken teklif geldi ve ertesi gün kendimi bir anda Elazığ'da buldum. Tabii ki seve seve gittim oraya ve seve seve de çalıştım. Belki sonu istediğimiz gibi bitmedi ama benim için doğru bir başlangıç ve önemli bir çıkış oldu. Ardından Gaziantepspor'da da o çıkış devam etti ama Sivasspor'da aynı performansı gösteremedim. Daha sonra aldığım tekliflere rağmen çalışmayı düşünmedim; artık kendi kurup hazırladığım bir kadroyla sezona başlamak istiyordum. Bu sezon başında Göztepe gibi çok büyük bir camiaya, çok profesyonel ve kurumsal bir yapıya geldim.

Ligde ilk yarıyı lider bitirdiniz. Süper Lig şansınızı nasıl görüyorsunuz?
- Lig, Süper Lig'e oranla herkesin mücadele gücünün daha yüksek olduğu bir lig. Sahasında bekleyen pek takım yok, herkes birbirine baskı yapıyor, dolayısıyla herkes birbirini yenebiliyor ve seri yakalayıp yukarı çıkabiliyor. İlk yarı bizim istediğimiz gibi bitti, daha zor bir dönem başlıyor şimdi. Özellikle ilk 7-8 hafta çok önemli ve burada toplayacağımız puanların bizi Süper Lig'e taşıyacağını düşünüyoruz. İyi bir kadromuz var, takviye de yapıyoruz. Beni mutlu eden; birbirini seven ve çok iyi karaktere sahip oyunculara sahip bir takım olmamız. En güvendiğim şeylerden biri de bu.
Kişisel olarak hedefiniz ne?
Ben Göztepe'yle kendimi bağdaştırıyorum. Umarım bu yolun sonu Süper Lig olur ve orada da bu takımla devam edip daha büyük başarıları hedefleriz; Avrupa kupalarına katılmak gibi. Kısa vadede en büyük hedefim bu.