Dünya Çevresinde Üç Tur

7 dk

Kahramanlar insanüstü varlıklar değildir. Bazen profiterol almak için girdiğiniz bir pastanede siparişinizi verirken karşınıza bir kahraman çıkabilir. Kurtuluş’taki Nazar Pastanesi’nin sahibi Bahattin Boğaz onlardan biri ve dünya, onun için kocaman bir koşu parkuru.

Rize’nin Kaçkar Dağları’na bakan tepelerinde yaşayanlar, 2004 Yazı’nda sabahın erken saatlerinde evlerinden çıktıklarında, farkında olmadan değerli bir spor hikâyesine tanıklık etme şansına sahip oluyorlardı. Bir atlet, her sabah 5 ile 6 arasında kalkıp 18 kilometrelik parkurunda koşuyor, eve gelip 3-4 saat dinlendikten sonra bir şeyler atıştırıp yine koşuya çıkıyordu. Dahası, günde üç seans, toplamda 1500 adet mekik çekiyordu. Haftada 210 kilometre koşan bu atlet, o dönem 57 yaşında olan Bahattin Boğaz’dı.

Filmi en başa saralım. 1947, Rize doğumlu Bahattin Boğaz, 12 yaşındayken akrabalarıyla birlikte gemiye atlayıp İstanbul’a geliyor. Amacı okumak; ama büyük şehir işte, insanı avcunun içine alıveriyor, o da kendisini abisinin usta olarak çalıştığı Kurtuluş’taki Nazar Pastanesi’nin çırağı olarak buluyor. Beş yıl sonra, yine abisiyle birlikte dükkânı devralacaklar fakat arada küçük bir de detay var; 1960 yılında, spor yapıp vücudunun gelişmesi için Kurtuluş Spor Kulübü’ne yazdırılıyor. Bir süre sonra, bu küçük detay hayatını değiştiriyor.

Bahattin Boğaz, mütevazı dükkânlarını abisiyle birlikte İstanbul’un belki de en güzel profiterolü ve paskalya çöreğini yapan pastanesi haline getirirken, sporu asla ikinci plana atmıyor. Başlarda jimnastik ve koşuyu birlikte götürürken, çok geçmeden koşu birkaç adım öne çıkıyor, tutkuya dönüşüyor. Fakat Türkiye’de o dönem kayda değer bir maraton olmadığından çok uzun yıllar kendi kendine koşuyor. 1993‘te ilk kez İstanbul Maratonu’na iştirak ediyor. 1994 ise hayatında dönüm noktası oluyor. Belgrad Ormanı’nda koştuğu sırada Galatasaray’ın eski başkanlarından Selahattin Beyazıt’ın oğlu Murat Beyazıt ile tanışan Boğaz, o yıl Galatasaray’ın sponsor olmasıyla yurt dışındaki ilk maratonuna katılıyor. Geride kalan 20 yılı aşkın sürede, bu serüven Atina’dan Roma’ya, Lizbon’dan Prag’a, Rotterdam’dan Lüksemburg’a, New York’tan Las Vegas’a derken dünyanın dört bir yanına uzanıyor. Boğaz, İstanbul’da ise son maratonunu 1996’da koşuyor. Peki neden? “Ben Berlin Maratonu’nun jübile üyesiyim. 10 defa koştuktan sonra jübile yapılmıştır bana, 2412 numara ebediyen benimdir. Berlin, eylül ayının son haftasında koşuluyor. Buradaki ise ekim, kasım’da gerçekleşiyor. Ben Berlin’de koştuktan sonra burada koşamam, gücüm yetmez. Bana göre iki maraton arasında altı ay olmalıdır. Maraton bildiğiniz gibi 42 kilometre 195 metre; bu da 26 küsur mil yapıyor. Koşulan her mil için bir gün istirahat etmek gerekiyor. İstirahat ettiğiniz zaman da maraton formunuz ister istemez dibe vuruyor. Bu defa tekrar hazırlık süreci başlıyor. İnsan bedeni, normal şartlarda maksimum 35 kilometre koşabilecek şekilde tasarlanmış. Dolayısıyla maraton koşan biri 365 gün antrenman yapmalı. Maratondan önceki 6 ay, özel olarak çalışmalı. Ben maratona hazırlanırken haftada 140 ila 180 kilometre koşuyorum.”

İstanbul’un en çok kullanılan minibüs hatlarından Sarıyer-Beşiktaş hattının güzergâhı 21.1 kilometre. Yani bir maraton koşmak, kaba hesapla Sarıyer’den Beşiktaş’a Büyükdere Caddesi üzerinden koşup geri gelmekle eşdeğer. 68 yaşında bir atlet, böylesi bir mesafede vücuduna nasıl söz geçirebiliyor? “Bir maraton ortalama 55-60 bin adımdır. Her adımda kilonuzun üç katı dizlerinize ve kaslarınıza biner ve bunun vücutta yarattığı tahribat inanılmaz boyutlardadır. Almanya’da katıldığım bir yarışta iki kişi ölmüştü. O akşam televizyonda bir profesör, maraton yarışlarının insan vücudundan çok şey götürdüğünü anlatmıştı. Gerçekten 30 kilometreden sonra vücutta tahribatlar başlıyor. 35’e geldiğinizde ise beyninizin vücudunuza artık hükmetmediğini hissediyorsunuz. 42 kilometre koştuktan sonra bitime 20 metre kala bilincini kaybedip devam edemeyen insanlar gördüm. Koşmayı bırakıp yürümek, sürünmek istiyor ama yine de bitiremiyor yarışı” diye anlatıyor Bahattin Boğaz. Ve devam ediyor:

“O yüzden Amerikalılar ‘Maratonu bitirdin mi?’ diye sorar. Türkiye’de ise ‘Kazandın mı?’ ya da ‘Madalya var mı?’ derler. Var tabii, bir sürü ama önemli olan o değil ki. Bana iki defa New York Maratonu’ndan mektup geldi. Gerçi o mektuplar herkese gidiyor ama benim için yine de özeldir, hâlâ saklarım. Katıldığım için tebrik ediyorlar ve tekrar beklediklerini söylüyorlar. ‘Bizim için şampiyon olan kadar sen de değerlisin çünkü sen koşmasan şampiyon olamazdı’ diyorlar. Berlin Maratonu’nda 40 bin kişi ile birlikte koşuyorum, kaçı şampiyon oluyor? Bir kişi. O zaman diğerleri neden koşuyor?”

Mühim olanın bitirmek olduğunu söylese de Bahattin Boğaz’ın 2 saat 46 dakikalık kişisel rekoruna, kendi yaş grubunda Türkiye’de bugüne dek ulaşan yok. “Dünyada tabii ilk 100’e ancak giriyorumdur, her tarafta inanılmaz atletler var. Mesela 1994’teki New York Maratonu’nun ardından dokümanlar gelmişti; 73 yaşında bir adam 2 saat 58 dakika koşmuş. Böyle bir şey olabilir mi?” diyor. Beş yıl sonra aynı dereceyi yapabileceğini söylediğimizde ise ülke gerçekleri karşımıza çıkıyor: “Bilmiyorum, sakatlığım olmasa belki. Tabii şöyle de bir şey var; benim yaşımdaki Avrupalılar emekli olmuş yatıyor, ben hâlâ çalışmak zorundayım. Maraton çok zaman isteyen bir branştır; koşabilmek için iyi idman yapmak, iyi beslenmek ve iyi dinlenmek zorundasınız. Bunlardan biri eksikse başarılı olma şansınız yok. Burada pek parkur da yok. Ben Kurtuluş’tan arabamı alıp Fatih Ormanları’na, Belgrad’a ya da Bostancı sahiline gideyim diye 4-5 saat kaybediyordum. En sonunda koşabilmek için Kavacık’a taşındım.”

Tutkusunun peşinden koşarken tüm dünyayı parkur bilen atletin anıları bunlarla sınırlı değil elbette. “Binlerce insan içinde koşarken, çok değişik manzaralarla karşılaşıyorsunuz. Yanınızdan geçenler, geride bıraktıklarınız, ummadığınız bir adamın nasıl güzel koştuğu, yüzlerdeki o azim… Bunun abartılı bir tanım olduğunu düşünebilirsiniz ama her adım size çok şey öğretir. 1999 yılındaki Berlin Maratonu’nda bir ara en öndeydim, hemen arkamda da Kenyalılar vardı. Kenya Ekspresi derdi Alman basını onlara, 7-8 tanesi arka arkaya giderdi. Onlardan bir tanesi de Haile Gebrselassie’ydi. Bakıyorsun adama, ‘bu adam mı hakikaten’ diyorsun ama adam koşuyor. Sonradan öğrendiğime göre, başarılarındaki en önemli etkenlerden biri 2000-3000 rakımda antrenman yapmalarıymış. Tabii farklı bir anatomiye, kas yapısına da sahipler. Gebrselassie’yle üç defa aynı yarışta koştum, hepsi de Berlin’deydi. Orada onun özel bir kürsüsü var. Sanırım dünya rekorunu orada kırdığı için şehirle bir duygusal bağ kurmuş. Bunun dışında, gerçekten Berlin’in parkuru çok güzel. Yüz kere koşsam yine gitmek isterim. Rotterdam ve Milano parkurlarını da çok seviyorum. En zoru ise New York. Bir yerden sonra ayaklarım niye gitmiyor diyorsun, oysa yokuş çıkıyorsun farkında değilsin…”

Peki Gebrselassie ile koşmuş birinin favori atleti kim? Aldığımız yanıt şaşırtıcı değil; dudaklarından Usain Bolt dökülüyor. Bir tesadüf ise bir başka efsaneyi onun hayatında ayrı bir yere koyuyor. Çocukluk yılları… O dönem deneyimsiz bir sporcu olan Boğaz, memleketini ziyaret etme fırsatı bulduğunda, hayat boyu izleyeceği yoldan çıkmıyor, koşuyor. Pek çoklarının alayları eşliğinde, dağların arasında hızını almışken, yaşlı bir bey, “Bravo,” diye sesleniyor ona, “Bravo Zatopek.” Adamın yanına gidiyor, “Bu Rize’de Zatopek’in kim olduğunu bilen adam ben ilk defa görüyorum” diyor şaşkınlıkla. Ardından sohbete dalıyorlar. Çek atletin 1930’larda malzeme yokluğundan asker postallarıyla antrenman yaptığını o gün, o yaşlı adamdan öğreniyor. Bunu arkadaşlarına anlatmasıyla birlikte, tüm çocukluğu boyunca isminin önüne konan unvan da ortaya çıkıyor. Çayelili Bahattin Boğaz, ‘Zatopek Bahattin’ oluyor.

İşte o Zatopek Bahattin, 55 yıl önce başladığı maratonu halen büyük bir şevkle koşuyor ve şu sıralar yine Eylül sonunda Berlin’de koşacağı maratona hazırlanıyor. Televizyon izlerken bile ayağına bir ağırlık takıp çalışıyor. Bugüne dek yurt dışında 35’ten fazla maraton koşmuş, arkadaşlarının hesabıyla antrenmanlar dâhil dünyanın etrafında üç tur atmışsa da hedefleri bitmiş değil. Tokyo ve Sidney’de koşmayı çok istiyor. Hayâllerini anlatırken koşmanın, Tanrı’nın ona vermiş olduğu kendisine özgü bir yetenek olmadığını vurguluyor: “Tek yaptığım, bana emanet olan bu bedene iyi bakmak. Dünyanın bazı yerlerinde, bilhassa İtalya’da sur içi şehirleri vardır. Tepede küçük bir şehri surlarla çevrelemişlerdir. Cam bile değiştiremezsin devlete sormadan. Niye yapmışlar bu surları? Dışarıdan gelecek tehlikelerden şehri ve insanları korumak için. Ben sporu ona benzetiyorum. Bedenimi o surların içerisine alıyor, dışarıdan gelecek her türlü tehlikeye kapatıyor.”

Socrates Dergi