
Dünyanın Sonundaki Dünya
10 dk
Güney Amerika'da neredeyse her ülke, size egzotik bir futbol iklimi sunar. Görselliğe büyülenir, gördüklerinize şaşırırsınız. Arjantin'de bu deneyimi yaşama fırsatını ele geçirdim. Birçokları gibi tutku, yaşama amacıma dönüşmüştü...
Daha önce de sabah erkenden uyanıp maça gitmiştim. Ancak henüz yeni ayak bastığım Arjantin'de bu, ilk deneyimim olacaktı. Saat yedi buçuğu biraz geçiyor, balkonun sonuna kadar açılmış tahta kapısından içeri sızan sesler şehrin yavaş yavaş uyandığını müjdeliyordu. Mokapottan ıslık sesi geldi, kahvemden ufak bir yudum aldım. "Geç kalır mıyım?" korkusu artmaya başlayınca apar topar giyindim ve evden çıktım...
Neredeyse bir saat süren otobüs yolculuğu son derece güzel bir sokakta sonlandı. Saat erken, sokaklar sessizdi. Müstakil evlerin yoğunlukta olduğu ama çevresindeki semtler kadar lüks olmayan Villa Urquiza'daydım. Bu bölge daha çok River Plate ile özdeşleşen Palermo, Belgrano ve Nuñez gibi şehrin en nezih semtlerinin çevresinde yer alıyordu. Aslında Platense ve River Plate arasındaki lig maçı için buradaydım. Ama dükkânı biraz erken açmıştım. Sabah dokuzda başlayacak, iki kulübün rezerv takımlarının karşılaşması da ilginç bir deneyim olabilirdi...
Mütevazı tesis kapısına salınırken içeri girip giremeyeceğime dair -Türkiye'den kalma- bir gerginlik yaşadım fakat güler yüzlü bir "Günaydın!" ile karşılandım. Güneş tepeye yaklaşıyordu. Sağ tarafa, tribünün arkasındaki ağacın gölgelediği basamaklara yerleştim. Maçtan çok çevremdeki kalabalığa bakıyordum. Sabahın dokuzu olduğuna inanmak gerçekten çok zordu...
Kulübe Bağlılık
Arjantin'de gittiğim ilk maç şehrin güneyinde, Nueva Chicago'nun mahallesi Mataderos'ta idi. Orada da müstakil evler çoğunluktaydı ama semtin her yönüyle yoksul bir tarafı vardı. Zaten adını mahallede bulunan mezbahalardan alan, bir yabancı için tehlikeli sayılabilecek bu semt, daha sonra anlayacağım üzere pek de vakit geçirmek istemeyeceğim türden bir yerdi. Stattaki coşku ve kalabalık öngördüğüm gibiydi; ne beklediysem onu bulmuştum. O sabah, rezerv ligi maçında ise hiç tahmin etmediğim bir olgu ile tanışmıştım.

Rezerv ligi başlı başına bir ilgi merkeziydi. Bazı büyük kulüpler tesislerini semtlerinden uzağa taşımışlardı ama kapılar herkese açıktı. Tek yapmanız gereken mate çayınızı hazırlayıp kahvaltılık bir şeyler almaktı ki bu, o saatlerde sıcak ve taze olduğu kesin empanada yahut medialuna olabilirdi. Mate tüketiminin belki de en çok yapıldığı yer sabah dokuzda oynanan rezerv ligi maçlarıydı. Herkesin özenli termosları, çantaları ve üzerinde futbolla ilgili sticker'ların bulunduğu mate setleri vardı. Maçlar genellikle hafta içi oynanıyordu. Ligin yayıncısı TNT Sports televizyondan, ligin kendi kanalı ise YouTube üzerinden maçları canlı yayınlıyor, hafta boyunca A takım haberlerine benzer içerikler yapılıyordu.
Saha içinde dikkatimi ilk çeken ise numaralardı. Avrupa ve dünya futbolunda unutulmaya yüz tutan numaraların pozisyonlara göre dağıtılması geleneği Arjantin'de devam ediyordu. Alışılandan farklı olarak bu durumu kendilerine göre yorumlamışlardı. İki numara sağ stoper, dört numara sağ bek ve beş numara oyunu kuran defansif orta sahaydı. Sahadaki hiçbir oyuncuyu tanımıyorsanız bile sırt numarası dokuz olan oyuncunun santrfor olduğunu anlayabiliyor, altı numaranın sol ayaklı stoper olduğunu görüyordunuz. En üst lig dışında formalarda isim yazmıyor, her maçta oyuncular değişiyor ancak numaraların rolleri aynı kalıyordu.
Bir tarafta kalabalık aileler pikniğe gelmiş gibi masalar hazırlıyor, genç kızlar tellere sarılıp fotoğraf çekiyor, A takım futbolcuları sıradan insanlarmış gibi tribünde yanınıza sıkışmaya çalışıyor, yabancı scoutlar bir köşede maçı sakince takip ediyordu. İlerleyen günlerde Argentinos Juniors, Huracan, San Lorenzo ve Lanus tesislerinde birkaç rezerv maçı izleyince şundan emin olmuştum: Rezerv ligi gerçek bir semt kültürüydü.
Aslında futbol başlı başına bir semt kültürüydü. Stadyumlar mahallenin içinde bulunuyor, çevresinde sadece o semtin kulübüyle bezenmiş duvarlar görüyordunuz. Kulüp binaları da sıklıkla semtin merkezinde bulunduğu için hafta boyunca mahalleliye açık oluyordu. Pek çok farklı branşta spor yapmaya gelen küçük çocuklar ya da yaz aylarında kulübün havuzuna girmek için gelen aileler aslında Arjantinlilerin yaşananlara sadece taraftarlık olarak bakmadığını, bunu hayatlarının tam merkezinde konumlandırdıklarını işaret ediyordu. Bu sadakatin temelinde ise ülke futbolundaki üyelik sistemi vardı.
Hemen hemen herkes desteklediği kulübün üyesi olduğu için aradaki bağ maçlarla sınırlı kalmıyordu. Üye olmak son derece kolay ve avantajlıydı. En küçük semt kulüplerinin bile bu konuda bir vaadi vardı. Maçtan birkaç saat önce kulüp restoranında güzel bir yemek ve sek kırmızı şarap, bu kültürün çok önemli bir ritüeliydi.
Bütün bu gözlemlerden sonra, ben de ilk ay yaşadığım Villa Crespo semtinin kulübü Club Atletico Atlanta'ya üye olmuştum. Kulüp tarihinin ilk Türk üyesi olmama rağmen, kayıt işlemlerini yapanlar bu duruma sıradan bir şeymiş gibi tepki vermişlerdi. Zaten günlük hayattaki pek çok şeyi sorgulamıyorlardı. Bu durum, belki de en çok Tanrı ile olan ilişkilerinde geçerliydi...
Diego
Uzun yıllar Arjantin halkının koyu Katolik olduğunu düşünmüştüm ancak söz konusu futbol olunca hemen hemen her şeyi kutsallaştıran bu insanların günlük hayatında din ile ilgilenecek zamanları yoktu. Evet, varoşlara gittikçe dindarlık bariz bir biçimde artıyordu ancak Buenos Aires'teki kilise sayısı, muhtemelen Roma'daki herhangi bir mahallede mevcuttu. Zaten -Tanrı inancı bir tarafa- birçok Arjantinli için 'gerçek tanrı' bu hayattan göçeli yalnızca bir sene oldu...
Yine dine bakışlarında olduğu gibi, söz konusu Diego Armando Maradona olunca, insan yalnızca gözleriyle gördüklerine inanabiliyor. Türkiye'de yahut Avrupa'da Maradona'ya olan ve beni her zaman şaşırtmış aşağılayıcı bakış, Arjantin'de pekâlâ suç sayılabilir. Bunu daha ilk haftadan anlamıştım. Evden çıktıktan sonra yalnızca iki blok sola yürüyerek ulaştığım Corrientes Caddesi'nde, Türkiye'deki mahalle kebapçılarını anımsatan bir etçi vardı. Bu tarz yerleri pek çok semtte görmek mümkündü: Sürekli yanan büyük bir ızgara ve çok düşük fiyatlara tüketebileceğiniz harika bir et menüsü. Genelde 'asado' gibi bir üst başlıkta değerlendirilen ve yanında patates kızartması eksik olmayan bu nefis mangalı ilk kez 17 Kasım 2021'deki Arjantin-Brezilya maçı sırasında deneyimlemiştim...
Arjantinlilerin milli takımlarına olan bağlılığını bizzat görmek için maçı, futbolseverlerin arasında izlemeyi düşündüm. Girdiğim restoran küçük ama kalabalıktı ve herkesin gözü televizyondaydı. Maradona'nın vefatının yıldönümünün üzerinden çok geçmemişti. TyC Sports spikeri bu durumdan bahsediyordu ki; o âna kadar dikkatimi çekmeyen, sağımdaki masadan bir haykırış geldi. İki çocuğu ve eşi ile yemek yiyen adam bir anda kafasını rutubetli tavana kaldırıp dua edercesine sesler çıkarmaya başlamıştı. Sanki Maradona'yı bu dünyadan aldığı için Tanrı'ya isyan eder gibiydi ve gariptir ki adamın hareketlerine en çok şaşıran kişi, hemen karşısında oturan küçük oğlu olmuştu. Arjantinliler için Maradona, tam olarak böyle bir şeydi. Sadakat, minnet ve tutku...

Onun ne denli büyük bir figür olduğunu, aylar boyunca hemen herkeste gördüğüm dövmelerle kavradım. La Boca mahallesinin biraz batısında yalnızca Maradona dövmeleri yapan bir yer vardı. Sadece onun meşhur imzasını dövme yaptıran onlarca insan görmüştüm. Yine La Boca mahallesindeki müzesini ve Argentinos Juniors'un kendi adını taşıyan stadının içindeki kilise benzeri odacığı da gezmiştim. Her sokak ona dair bir şey barındırıyordu. Aklımda çoğu zaman şu vardı: "Sanki bu ülkeden Lionel Messi çıkmamış gibi..." Messi, Newell's ile organik bir bağa sahipti ama Maradona'nın yanında sıradan biri olmaktan öteye geçemiyordu. Maradona'yı sanılanın aksine River Plate taraftarları dahil herkes seviyordu. 2000'li yıllarda Boca Juniors taraftarı olduğu bir personaya geçiş yapmıştı ancak Boca'lı olduğundan çok Argentinos Juniors'lu, ondan da çok Newell's taraftarı idi. Sadece Rosario Central tribünleri tarafından ıslıklanmış olması da bunun en büyük göstergesiydi.
Yuva
Kulüplerin Maradona'ya duyduğu sadakat, kendi efsaneleri için de geçerliydi. O efsanelerin kulüplerine olan bağlılığı da aynı şekilde... Her taraftar, sembol oyuncularının hangi takımı tuttuğunu biliyor. Juan Roman Riquelme ya da Martin Palermo gibi büyük Boca Juniors figürleri aslında başka takımların taraftarı olabiliyor zira her çocuk doğduğu semte, yetiştiği kulübe aitti. Yine de Juan Sebastian Veron gibi fenomen örnekler çoğunlukta. Onun halihazırda bir aile mirası gibi Estudiantes Başkanı olması, Marcelo Gallardo'nun efsanevi futbolculuğunu geçen teknik direktörlük kariyeri ya da Diego Milito'nun futbolu bıraktıktan sonra yine kulübün içinde kalması aslında Arjantinliler için oldukça normaldi. Zaten kulüplerinden çok genç yaşta ayrılıp Avrupa'da başarılar kazanan yıldız isimler, kariyerlerinin sonunda koşa koşa evlerine dönüyorlardı. Her kulübün birçok sembol ismi vardı ve bu sadakat, onları Avrupa'da gördüğümüz hallerinden farklı kılıyordu. Söz konusu kulüpleri olunca küçük çocuklara benziyorlardı çünkü Arjantin'de taraftarlık, her şeyden önce doğduğunuz semtte başlıyordu.
Ben de hayatım boyunca yaşamaktan kaçındığım ve belki de korktuğum taraftarlık duygusunu ilk kez Atlanta'nın stadı Estadio Don Leon Kolbowski'de izlediğim maçtan sonra, stada sadece beş blok ötedeki evime yürürken hissedebilmiştim. 14 yaşımdan beri yaşama hayalini kurduğum ülkede geçirdiğim bu günlerde kendimi fazlasıyla Arjantinli hissediyordum. Çevremdeki İtalyanlar ya da Ermeniler gibi benim de bir parçam uzaklarda kalmıştı ancak yirmili yaşlarımın hemen başında hiç olmadığı kadar yaşama sevinciyle dolu olduğumu, dünyanın sonundaki dünyada uyandığım her sabah daha iyi anlıyordum. Günün sonunda önemli olan tek şey futbol ve futbolun çevresinde hayat bulan kaliteli bir yaşam arzusuydu.