
"Dünyaya bir daha gelsem yine kaleci olurum"
10 dk
Futbol tarihimizin önemli kalecilerinden Rasim Kara, Bursaspor Avrupa’da çeyrek finale yükseldiğinde de oradaydı. Beşiktaş 15 yıllık şampiyonluk hasretini sonlandırırken de. Daha sonrasında antrenörlük de yaptı. Kara, kaleciliği Socrates’e anlattı.
Eskişehir'den sınıf arkadaşım Tuncer, "Bizim kaleci biraz alkole düşkün, antrenmanlara hatta bazen maçlara bile gelmiyor" dedi. Gittik; ben daha oyun kurallarını bile öğrenmeden 16 yaşında oynamaya başladım, o yaşta lisans çıkarmak yasaktı. Her sene bir üst takıma çıktım. Üniversiteye başladığımda Birinci Amatör Küme'deydim.
İlk yıllarımda, lunaparkta penaltı attırılan yerde çalıştım. Amatör kümede saha yok, zemin yok ve atlayamıyorsun. Kum dökülmüş, yumuşacık saha. Hem para kazandım hem de antrenman yaptım. İki kaleciydik, birbirimize şut da atardık. Penaltı atmak ve kurtarmak konusunda çok yardımcı oldu bu deneyim. Kariyerimde birçok penaltı attım ve kurtardım. En önemlilerinden birisi de Federal Almanya maçındaki Beckenbauer'in penaltısıdır.
Uşak'ta profesyonel oldum, ikinci ligdeydik. Daha kontratım varken Bursaspor beni transfer etti. İlk maçıma Ekim 1972'de Mersin İdman Yurdu karşısında çıktım. 0-0 berabere kaldık, ben de o hafta gazetelerin karmasına girdim. Kaloperovic, "Çok iyi oynadın, normalde seni oynatmam lazım ama Osman (Uçaner) yaşlı, yedek kalırsa çalışmaları bırakır" dedi. 1974'te Osman Ağabey, Kıbrıs'a yaz tatiline gitti. Harekât başlayınca Limasol'da esir kaldı. Onu bırakmadılar, bizim de Kupa Galipleri Kupası maçımız vardı ve oynamaya başladım. Osman Ağabey döndüğünde de artık birinci kaleciydim.
Rahmetli Metin Oktay, Kaloperovic'in yardımcısıydı. Bir antremanda beni çalıştırırken, "Renkli giydiğin zaman santrfor şöyle bir bakar. Renkli bir şey görünce aniden topu o renge doğru gönderir" demişti. Ben de sarı, açık havai mavi ya da düz yeşil renkleri çok severdim. Hep renkli kaleci kazakları giydim. O zaman kolay bulamıyorduk bu renkleri. İrlanda Milli Takımı ile bir maç oynadık... Oyuncuların maçtan önce formaların üzerine giydiği uzun kollu tişörtleri alıp arkasına numara diktirerek kaleci kazağı yaptım. Hatta bir keresinde yanlışlıkla İrlanda logosuyla sahaya çıkmışım!
Bursaspor'da bir dönem gol sıkıntısı çektik. O dönem hocamız, Beşiktaş'ta da oynamış olan Beton Mustafa (Ertan) idi. Ben hem süratliydim hem de sol ayağım çok iyiydi, toplara iyi vurur ve penaltı atardım. Hoca beni sol açık oynatmaya karar verdi. Bir hafta sol açık pozisyonuna çalıştım. Perşembe günü çift kale maç yaptık; A Takım 3-0 kazandı ve üç golü ben attım. Maç günü hoca, "Şimdi seni oynatırsam ve kötü oynarsan beni tenkit ederler" dedi ve cesaret edemedi. İyi ki de edemedi; kaleci olarak doğdum, kaleci olarak devam ettim.
Gegiç yönetiminde 1974-1975 sezonu Kupa Galipleri Kupası'nda çeyrek finale çıktık. Unutamadığım maç ise Finn Harps ile deplasmanda oynadığımız müsabakaydı. Finn Harps, İrlanda'nın Donegal Körfezi'nden bir kasaba takımıydı. Bursa'da 4-2 kazanmıştık. Oradaki maçta yağmur yağıyor, şimşekler çakıyor. Tribün portatif, maça da konsantre olamıyorsun. Ben orada abartısız 19-20 şut çıkardım, kariyerimin en iyi maçı! Maç 0-0 bitti, biz sevinçliyiz. İlk defa Avrupa Kupası maçı oynamışız. Rakip takımın hepsi koşarak çıkış kapısına gidiyor. Karşılıklı durup ellerini kaldırdılar, alkışlayarak bizi uğurladılar. Hayatım boyunca unutamadım. Otobüse geçiyoruz, bir tane kadın geldi; kucağında çocuk vardı, zafer işareti yapıp bizi tebrik etti. Otele geldik, Dublin'e gitmek için otobüse bindik, aşağıda bir kalabalık oluştu. "Sizin kaleciyi yöneticiler istiyor" dediler. Başkan ve birkaç futbolcu vardı. "Biz burada böyle bir kaleci izlemedik, efsane olarak kalacak" deyip, benimle fotoğraf çektirdiler.
Ardından Dundee United'ı eledik. Malmö ve Ferencvaros gibi takımları gözümüze kestirmiştik. O zaman kurada torba da yoktu. Karşımıza Dinamo Kiev çıktı. Blokhin, Konkov, Kolotov, Muntyan, Onyshchenko gibi oyuncuların oynadığı bir dönemdi. Blokhin, Avrupa'nın en süratli oyuncusuydu. Maçlara inanılmaz bir ilgi vardı. İlk defa bu kadar yüksek, duvar gibi tribünler görmüştüm. Biz orada 75. dakikaya kadar skoru 0-0'da tuttuk ama penaltıdan ve kontrpiyede kalarak iki gol yedim. Yine de Blokhin bana gol atamadı!
Kupa Galipleri Kupası'nda çok iyi maçlar çıkarınca Borussia Mönchengladbach bana talip oldu, hatta uçak biletimi bile göndermişlerdi. Ama akademide sınavlara giremedim, ikinci yılımda ayrıldım. Bu nedenle asker kaçağıydım, yurt dışına çıkış iznim yoktu.
"Ölürsem öleyim yeter ki gol yemeyeyim"
Beşiktaş'a transfer olduğumda rahmetli Mehmet Üstünkaya başkandı. "Bana vereceğiniz paradan kesin, Şeref Stadı'nın kale arkasına kalecilerin çalışacağı çim bir alan yapın" önerisinde bulundum. "Sen yeter ki çalış, hemen yaparız" dedi. Sekiz sene Beşiktaş'ta oynadım, çim saha falan yapılmadı!
İnönü Stadyumu'ndaki bir maçta sağdan soldan atak yapıyoruz, kornerler falan ama gol yok. Bir ara baktım santra çizgisindeyim. İçimden bir ses, "Rasim git şu santraya bir bas, ileride anlatırsın" dedi. Çıktım, dönen topları alıp atayım diye bekliyorum. Seyirciler "Ne işin var orada, dön yerine!" diye bağırdı. "Hadi be, sanki gezmeye geldik!" dedim. Şimdi Neuer de santra çizgisine geliyor. O gelince iyi, Rasim gelince 'ne işi var?'
Şampiyon olduğumuz sene Milic'le Adem nedeniyle kavga ettiğimiz söylendi. O dönem takım kaptanıydım, kalecinin alınmasını da ben istedim. Şampiyonluğa gidiyoruz, kötü bir kaleci alabilir miyiz? Fenerbahçe'den Adem'i getirdik, hatta onu Osmanbey'deki evimde sakladım. Hiç problemimiz olmadı. Milic'le başka sorunlarımız vardı. Benim çocuğum olacaktı, ertesi gün de ligin ilk maçı oynanacak. Kaptan olarak, yatış-kalkış ve beslenme dahil tüm programları yaptım ve Milic'ten izin istedim. "Göndermiyorum" dedi. "Yarım saat içinde gelirim" dedim, kabul etmedi. Ben gittim, 10.30 olmadan geldim. Bana "Valizini al, gidebilirsin!" dedi. Çantamı topladım, masaj odasına arkadaşlarımla vedalaşmaya gittim... "Sen gidiyorsan biz de gideriz" dediler. O zaman şampiyon olduk aslında; bana sahip çıktılar. Belki yaptığım doğru değildi ama çocuğum doğmuş, görmüş ve gelmişim. Öyle uçmuş hissediyorum ki kale iki kat büyük olsa da gol yemem! Bu olay bizi kenetledi ve devam ettik. Zaman zaman Milic beni takımdan kesti ama sorun yapmadım.
Milli takımda çok iyi bir kadroya sahip olmamıza karşın Avrupa'yı bilmiyorduk. Öcü gibi gösteriyorlardı. Mesela Doğu Almanya'ya gideceğiz, Tarabya'da kamp yapıyoruz. D. Almanya'nın oynadığı son maçı idare etmiş bir hakemimiz, bize takımı bir anlatıyor, ama ne anlatmak! Sanki yere basmadan oynuyorlar... Korkudan oturduğum yere gömüldüm! Gittik, 1-1 berabere kaldık. Kalede Şenol (Güneş) oynamıştı o gün. Çok da gözde büyütülecek bir takım değildi ama sahaya çıkarken mağlup çıkıyorsun işte.
1975'te SSCB'yle İzmir'de oynuyoruz… "Yazıklar Olsun", "Coşkun Özarı İstifa", "Yine Hüsran"... Maçtan sonra baskıya yetişmesi güç diye herhalde, maçtan evvel gazeteler çoktan böyle hazırlamışlar başlıkları. Maç başladı, Cemil attı, 1-0 öne geçtik. Dakika 88 falan oldu, skorborda bir baktım; Türkiye:1 – SSCB: 0. "Maç böyle bitsin, kolum kırılsın, yeter ki gol yemeyeyim!" diyorum kendi kendime. 90. dakika, skor aynı… Bu sefer de "Ayağım kırılsın da böyle bitsin" oldu… Uzatmalarda daha da abarttım işi, "Ölürsem öleyim be yeter ki gol yemeyeyim!" diyorum. Maç bitti, kazandık. Gazeteciler geldi, "Yahu, başlığı değiştirmek zorunda kaldık sizin yüzünüzden" dediler.
Jübilemden sonra otelde gazetecilere ve dostlara yemek verdim. "Anıların vardır, anlatsana" dediler. "Beşiktaş'ta 15 sene sonra şampiyonluk yaşadık, Blokhin'e, Beckenbauer'e karşı oynadım, Avrupa'da çeyrek final gördüm. Ama ölürsem mezar taşıma, '20 sene profesyonel kalecilik yaptı. Bir kez çim sahada kaleci antrenmanı yapamadı!' yazın" dedim.
Şeref Stadı'nda, yağışlı havalarda üstümde pamuklu eşofman, dizlik, eldiven… Astronot gibi olurdum. Üstümde 20 kiloyla çalışırdım. Bir gün stadyuma vardık, kapı kilitli. Sağlık Bakanlığı mühürlemiş, "Burada çalışmak sağlığa zararlı" demişler. Sonrasında çalışmaya devam ettik tabii.

Rasim Kara, o zorlu idmanların birinde...
"Milli takımdasın, malzemeci çalıştırıyor"
Federasyon, 1989'da özerk oldu ve bölgeler kuruldu. Sepp Piontek, Tamer Güney, Fatih Terim gibi isimler vardı. Bölgelerde seçmeler yapıyorduk; hem A Milli hem de Ümit Milli Takım için. İzmir'de yaptığımız seçmelerde Rüştü diye bir oyuncu vardı, Antalya'da bile üçüncü kaleci. Altyapı eğitimi almamasından dolayı Rüştü'de eksikler vardı ama çabuktu, lider özelliği vardı, hava toplarına çıkardı. Cesareti vardı ve iyi iletişim kurardı. Bacakları çöp gibiydi ama çok hızlıydı. Ondaki yetenekleri görünce hoca da forma verdi. İsviçre'ye 2-1 yenildiğimiz maçta sakatlığı vardı. Hatalar yapmasına karşın, asla demoralize olmuyordu. Mesela Pendikspor maçı sonrasında uğradığı saldırıya rağmen travmayı atlattı, çok önemli maçlara çıktı. Ya da Beşiktaş zamanında Moskova deplasmanında hatalı gol yemişti. Dönüşte otobüsün etrafına toplanan taraftarlar "Rüştü'yü indirin" demişlerdi. O maçtan üç gün sonra yine çıktı, oynadı. Baskılarla baş edebilmesi çok önemli bir olaydı.
Hiçbir kaleci eğitimi almamış Yusuf Tunaoğlu, eliyle top atarak bizi çalıştırırdı. Onun olmadığı zamanlarda ya kendi başımıza ya da malzemeci Ahmet'le çalışırdık. Beşiktaş ve milli takımda oynuyorsun, seni malzemeci çalıştırıyor! Futbolu bırakınca, Fatih Hoca ile birlikte bir şeyler yapmaya karar verdik. Kalecilik kursu açtık, bu konuda bir kitap hazırladık. Eski kalecilerin çoğu bu programa katıldı. Avrupa'da iki-üç günlük seminerlerin yapıldığı dönemde 33 gün eğitim verdik. Bugün bine yakın kaleci antrenörümüz var.
Zaman içinde Beşiktaş'a teknik direktör oldum. Beğendiğim iki kaleciyi izlemek için İrlanda Cumhuriyeti-Hırvatistan maçına gittim. Önce İrlanda kalecisi Shay Given'la görüştük. O dönem Blackburn Rovers'tan başka bir takıma (Swindon Town) kiralık verilmişti. Hani askerde "Memleket neresi hemşerim?" denir ya, "İrlanda'nın neresindensin?" diye sordum, "Donegal doğumluyum" dedi! "Sen doğmadan 2 yıl önce ben orada oynadım, eğer saklıyorlarsa duvarlarda ya da arşivlerde fotoğraflarım vardır" dedim. Aslında Given'ı beğenmiştim ama yöneticiler dört milyon sterlin isteyince Mrmic'i aldım. Gel zaman git zaman, dört yıl önce UEFA'nın kaleci semineri için İsveç'e gittik. İrlandalı efsane kaleci Pat Bonner yanıma geldi; "Ben sizi tanıyorum, maçınızı izledim" dedi. 'Nerede?' diye sordum. Cevabı, "Finn Harps maçı, 10 yaşındaydım!" oldu.
O dönemki Mrmic transferi çok eleştirildi; yerli kaleciler için çalışıp yabancı kaleci aldığım için. O zamanlar liglerde oynayacak çok az kaleci vardı, onlar da takımlarını bulmuşlardı. Mesela Altay'da oynayan Şanver için 300 milyar lira istediler, Mrmic'i 65 milyar liraya aldık. Üç yabancı hakkı vardı, bütçeler de belliydi. Mrmic'i hem İrlanda maçında hem de öncesinde izledim. As kaleci Ladic'ten daha iyiydi. Oturduğum yerden boyu daha kısa gelmişti ama yanımdan bir geçti, benim kadar boyu var. Hemen alalım dedim!
"Adamın akıllısı kaleci olur"
Ben kendimi bildim bileli yaptığımız maçlarda kaleye geçerim. Neden, niçin bilmiyorum. O dönem televizyon olmadığı için bir şeylerden de etkilenmedim. Dünyaya bir daha gelsem, yine kaleci olurdum.
Oynadığım dönemde Sepp Maier'i çok beğenirdim. Benim gibi kolları uzundu, dizlerine kadar gelirdi. Çok çabuktu, hava toplarına çıkışları ve sahayı idare edişi ile çok iyiydi. Maier hem çizgi kalecisiydi, hem altıpasa hâkimdi. Türkiye'de de Ali Artuner'i ve Özcan Arkoç'u takip ederdim.
Kalecilik evrime uğradı tabii. Çizgi kaleciliği vardı. Mesela Varol gibi çizgide inanılmaz isimler vardı. Sonra altıpas kalecileri, ceza sahası derken libero gibi kaleciler çıktı. Ayağını eli gibi kullanacak, topa iyi vuracak, iyi çıkacak ve kontrol edecek, kafayla da vuracak, topu iyi durduracak... Savunma santrada kuruluyorsa kaleciler tüm yarı sahadan sorumlu artık. Bunun için antrenör kurslarında "Ya topu kaybedersek" diye ayrı bir anahtar faktörümüz var. Kontratak yenmemesi için kaleci çıkacak, ona göre bir taktik oluşturacak.
Kural yoksa kaleciler kendi stilini belirler. Mesela Pat Jennings iyi bir kaleciydi, bire birlerde kendine has bir tarzı vardı. Ben de oyuncuyla karşı karşıya kalmak için can atardım. Oyuncunun ayaklarına atlarken alanı iyi kapatırdım. Biraz taktik yapardım, rakipleri analiz etmeye çalışırdım. Mesela şimdi Neuer'in de kullandığı 'blok koyma' dediğimiz hareketi rakip, ceza sahasına girer girmez uygulamaya çalışan kaleciler var. Bu tekniği kullanmak için esneklik çok önemli ama daha da önemli olanı doğru anda kullanmak.
Dünyaya baktığımızda az kaleci çıktığını görüyoruz. Buffon'dan başka direkt koyabileceğin İtalyan bir kaleci var mı? İngiltere'de Hart'ın karşısında isim yok. Yetenek kolay çıkmıyor!
"Kaleci deli olur" gibi sözlere katılmıyorum. Kalecinin bir takım meziyetleri olmalı. Cesaretli, akıllı ve sezgilerinin de güçlü olması lazım. Geride oyunu takip ettiği için liderlik vasıflarına ve iletişim yeteneğine sahip olması lazım. Kalecilerin cesaretli olması, ayaklara atlaması delilik olarak düşünülebilir ama korkak biri de kaleci olamaz zaten. Takımı küçük yaştan itibaren idare etmeli, takım kaptanını bile yönlendirmeli. Konuşmayan kalecide bir sıkıntı vardır. Hem akıllı olacak hem de futbol oyununu çok iyi bilecek. Baktığınız zaman, oynadığı takımda kaptanlık yapmadan futbolu bırakan kaleci bulmak zordur. Santrforsuz, beksiz sahaya çıkabilirsiniz ama kalecisiz çıkamazsınız. En önemli mevki kalecidir.
Bir de "Kaleciden antrenör olmaz" var. Beşiktaş, benim teknik direktörlük yaptığım zamandaki 88 gol ve +62 averajı ancak bu sene yakalayabilir. Ben eski kaleciydim, Şenol Güneş de eski kaleci!
"Beşiktaş-Fenerbahçe maçı oynuyoruz... Engin yerde yatıyor, hava soğuk. Sedyeyle oyuncu almak da yok. Islak zeminde terli terli yatmasına gönlüm razı olmadı. Kıyamadım, yanına gittim ve kucağıma aldım. O fotoğrafın sosyal medyada paylaşıldığını öğrendim. Kızım da bana fotoğrafı attı, 'Eskiden derbiler böyleymiş! diye. Ben de kızıma 'Her insanın yapması gereken bir hareketi yapıyorum ve enteresan bir işmiş gibi geliyor' dedim."