.jpg?w=3840&fit=max&q=75)
Denge
5 dk
'Denge’ ana konulu 93'üncü sayımızın girişinde Caner Eler’in kaleminden yürüyüşçü Philippe Petit ve tırmanışçı Marc-Andre Leclerc yer alıyor.
"O halde, her gün yeniden bir şeyler yapabilmeli, her gün yeniden kurmalı, düzeltmeli dünyasını, her gün yeni bir şey katmalı ki yaşayışına, ölüm payı artacak yerde eksilir gibi olabilsin, dağılsın, parçalansın; yaşayışını kolaylaştıran kendi alışkılarının yanında kendi getirdiğin değişiklik de olsun, bu denge içinde, yaşadığını, sürüklenmediğini anla, anlayacak hale gel..." -Bilge Karasu, Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı - Metis Yayınları
Bu sayının temasını belirlemek için İlhan Özgen'le telefonda konuşurken aklımıza ilk gelen kelimelerden biriydi denge. Fikrimizin temelinde NBA tarihinde dengeleri bozan basketbolcu öyküleri vardı. Bir yandan da insanın tükenmez denge ve anlam arayışı aklıma gelmişti. Viktor E. Frankl'un ünlü eseri İnsanın Anlam Arayışı'nın üzerimde bıraktığı geçmişten gelen tortuların yarattığı etki de olabilirdi bu serbest çağrışım. Telefonu kapattıktan sonra evde kütüphaneye yönelip kitabı elime aldım.
Kitapta sevdiğim birkaç bölümü okuduktan sonra, sonsuz anlam ve denge arayışı üzerine iki ayrı insan hikâyesi geldi aklıma: Fransız Philippe Petit ve Kanadalı Marc-Andre Leclerc'in hikâyeleri. Zira tırmanışçı Leclerc'in etkileyici hayat öyküsünü anlatan muhteşem The Alpinist belgeselini yeni izlemiştim. İp cambazı Petit'nin öyküsünü anlatan The Walk adlı sinema filmine de Netflix'te bir kez daha göz atmıştım. Sanki seçeceğimiz konunun habercisi gibi üst üste denk gelmişti. İkisi de farklı biçimlerde de olsa zirvelere çıkıp gökyüzünde yürümüşlerdi.
Petit, 1949'da Paris yakınlarında doğmuş, çevresindeki ortam sayesinde sihirbazlığa ve cambazlığa merak salmıştı. Bir yerlere tırmanmak ve ip üzerinde yürümek bir tutku haline gelmişti. İp üzerinde olduğu anlarda rahat ettiğini ve özgürleştiğini hissediyordu. 2008 yapımı Man on Wire belgeselinde anlattığı üzere 17 yaşında bir dişçideki magazin dergisinde New York'taki İkiz Kuleler'in inşasıyla ilgili haberi görünce iki kule arasında yürümeye karar vermişti. İleriki yıllarda inşaat okuyan Fransız, New York mimari yapıları ve denge sistemleriyle ilgili uzun okumalar ve planlar yapmıştı. Tam 6 yıl boyunca gece-gündüz o yürüyüşle yaşayıp, onun hayaliyle nefes alıp veriyordu. İpte ilk yürüyüşünü 21 yaşında Notre Dame Katedrali'nin kulelerinde gerçekleştiren Petit, iki yıl sonra 1973'te Sidney'de Liman Köprüsü'nün üzerinde ikinci yürüyüşünü yaptı.
İkiz Kuleler arasında yürümek ise başlı başına bir tutkunun sonucuydu. 400 metre yükseklikte bir çelik ipin üzerinde, korunmasız ve illegal bir şekilde yürümek... Petit şöyle tarif ediyordu: "Tek bir şeye odaklanmıştım: Sakın titreme! Halatın milim titremesi bile benim düşmeme neden olacaktı. Üstelik öncesinde üzerinde deneme yapacak zamanım olmamıştı. Halat ise yeterli sağlamlıkta ve kalitede değildi. Dengemi sağlayıp halata kendimi hissettirmeden yürümeye başladığımda yüzümde kocaman bir tebessüm belirdi."
Petit 7 Ağustos 1974 tarihinde o zamanlar daha yapımı tamamlanmamış 400 metre yüksekliğindeki İkiz Kuleler arasındaki 43 metrelik mesafeyi iple yürüyerek 'yüzyılın artistik suçlusu' unvanını almıştı. Geceden kaçak yollarla gerdikleri ipin üzerinde yaklaşık 45 dakika kalmıştı. Petit, bir röportajında da "Ölümden korkar mısınız?" sorusuna "Hayır, ölümden ve hiçbir şeyden korkmuyorum. Çünkü yaşamayı çok seviyorum. Keza, bilinmezlikler de beni korkutmuyor, tam tersine bende ilgi uyandırıyor." Bilinmezliklerin korkutmadığı bir başka isim de Leclerc'di.
The Alpinist belgeseli dağcılığın özgür ruhuna ve felsefesine derin bir yolculuk gibiydi. Leclerc aslında bu belgeselin çekilmesini istememişti. Yaklaşımı Petit'den farklıydı. İkisi de bir arayıştaydı ama Leclerc bunu daha ziyade kendi içinde yaşamak istiyordu. Çocukluğunda dikkat eksikliği ve hiperaktivite yaşayan Marc-Andre Leclerc'in solo tırmanışçılıkta yarattığı devrim ise başkaydı. Leclerc çocukluğundan beri bir yerlere tırmanmakla ilgiliydi. Hiç güvenlik önlemi olmadan tırmanmayı seviyordu. Sadece dağlara tırmanırken dikkat eksikliği ve hiperaktivite sorunu yaşamıyordu. Daha önce hiç çıkmadığı devasa zirveleri bir kez inceleyip, bir çıkış rotası belirleyip çıplak elleriyle tırmanabiliyordu. Acele etmiyordu; hayatında hiç olmadığı kadar titiz ve dikkatliydi.
Yeteneği onun hakkında dilden dile yayılan bir şöhret oluşturmuştu. Alex Honnold ve Tommy Caldwell gibi dağcılar onun efsanesini duyup hayranına dönüşmüşlerdi. Hatta büyük bölümü ona nesiller ötesi bir tırmanışçı diyordu. Heyecan verici ve kendine özgüydü. Tırmanışlarda ne kamera ne de başka bir kayıt cihazı kullanıyordu. Sadece arada zirvelere çıkıp yürürken selfie atıyordu. Solo tırmanmayı seviyordu. E. M. Cioran'ın Çürümenin Kitabı'nda dediği gibi hissediyordu belki de: "Başka bir şey arzu etmek için zamandan ve mekândan sıyrılmak, yer ve an ile asgari bir yakınlık kurmak gerekir."
Petit şöyle diyordu: "Eğer ölüm telden düşmekse ben telden düşmekten korkmuyorum çünkü telin üzerinde kendimi çok güçlü hissediyorum." Leclerc de aynı şeyi dağlarda geçirdiği zaman için düşünüyordu. Ancak yine belgesel ekibine izini kaybettirip Alaska'da dağcı arkadaşı Ryan Johnson ile gittiği bir tırmanışta çığ altında kalıp 25 yaşında hayatını kaybetti. Ardında, dağcılıkta devrim yaratan bir miras bıraktı…
Petit'nin bıraktığı miras ile ünlenen İkiz Kuleler ise 11 Eylül saldırısında yıkıldı. Felaketten sonra şunları söylemişti: "11 Eylül hakkında benim konuşmam doğru değil. Binlerce insan ölmüş, aile yıkılmışken benim kalkıp da hayatımdaki önemini anlatmam şuursuzluk olur ama benim için o kuleler canlıydılar. Neredeyse insandılar. Nefes alıyorlardı. Hareket ediyorlardı. Geçmeme izin verdiler. Ben yürürken gülümsediler. Benim içimde canlılardı. Dolayısıyla hâlâ oradalar."
Bu sayı; yaşamın kendisinden ne beklediğini keşfedebilenler ve keşfedemeyip dengesi bozulsa da arayışını sürdürenler için...