
Efsane Bıraktı, Miras Bırakamadı
10 dk
‘Cep Herkülü’ sadece sportif değil, aynı zamanda politik de bir figürdü. Ama bunu talep eden kendisi değil, daha ziyade siyasetçilerdi…
Naim Süleymanoğlu, özellikle çocukluklarını ve ilk gençliklerini 1980’lerde yaşayanlar için son derece nostaljik bir figür. Bunun böyle olması da anormal değil, Türkiye’de bir nesil için Naim’in 1988 Seul Olimpiyatı’ndaki kaldırışları, en az Ay’da yürüyüş ya da Berlin Duvarı’nın yıkılması kadar amblematik. Dolayısıyla özellikle bizim kuşağın Naim’i nostaljiyle anmasında anlaşılmayacak bir şey yok. Ancak, Naim Süleymanoğlu’nun Türkiye toplumu üzerindeki asıl etkisini anlamak, biraz daha oturaklı bir bağlam gerektiriyor.
Sene 1986... Türkiye, 10 yılı aşkın bir süredir tarihinin en izole dönemini yaşıyor. Uluslararası toplumun tüm çağrılarına rağmen kalıcı bir işgale dönüşen Kıbrıs Harekâtı ve 1980’deki askeri darbenin ardından Türkiye’nin, ilk üyelerinden biri olduğu Avrupa Konseyi’yle bile ilişkileri komaya girmiş durumda. 30 yıldır kovaladığı Avrupa Ekonomik Topluluğu üyeliği rüyası ise bitmenin eşiğinde. Türkiye’nin dış dünyaya tek tutunduğu dal, Amerika Birleşik Devletleri’nin Sovyetler Birliği’nin etrafında kurduğu kuşaktaki jeopolitik rolü ve uluslararası kreditörlerin desteği/zorlaması ile gerçekleştirdiği ekonomik dönüşüm. 1986, uğruna 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül Darbesi yapılan serbest piyasaya geçişin şahikasına yaklaştığı bir yıl. 24 Ocak’ın mucidi, cunta döneminin süper bakanı ve yarı- demokratik seçimlerin galibi Turgut Özal, ithal ikameci, kendi yağında kavrulan ama benzerleri gibi borçlanmaktan kurtulamamış Türkiye ekonomisini, müthiş bir tüketim kültürünü yaygınlaştırarak serbest piyasaya geçiriyor. Bunu yaparken dayandığı popüler bir araç var; eğlence, özelinde ise spor ve televizyon.
Bu iki araç, hem tüketim kültürünü yayıyor hem de gençleri 1970’lerin toplumsal-siyasal hareketlerinden uzak tutmaya yarıyor. Türkiye, bu dönemde hem bir televizyon ulusu hâline geliyor hem de tüketmeyi televizyondan öğreniyor. Tüketim kültürü, her alana sirayet ediyor, tabii ki spora da... Spor alanında tarihinin en başarısız yıllarını yaşayan Türkiye, çözümü üretimde değil tüketimde buluyor ve hazır almaya yöneliyor. En popüler spor olan futbolda yabancı yasakları kalkıyor, Yugoslavya gibi civar ülkelerden gelen futbolcular ne idiği belirsiz bir ‘Türk soylu’ kavramıyla mevcut yasakların da üzerinden atlatılıyor. Özal’a yakın iş insanlarının finansmanıyla sahalar yenileniyor, Derwall’ler, Schumacher’ler geliyor Türkiye’ye. Bütün bu çabalar 1988-89 sezonunda bir Şampiyon Kulüpler Kupası yarı finali getiriyor Galatasaray’la. 1990’ları kasıp kavuracak, Avrupa’nın uyguladığı izolasyona büyük bir hırçınlıkla cevap verecek bir popüler milliyetçiliğin temelleri atılıyor.

1988 Seul, bu şartlarda yaklaşıyor. Türkiye, 1984’te Los Angeles Olimpiyatı’nda, 1972 Münih ve 1976 Montreal’de olduğu gibi altın madalya yüzü göremiyor. 1960’larda 11’i altın olmak üzere 17 olimpiyat madalyası kazanan Türkiye, katıldığı son üç olimpiyatta ancak dört madalya alabiliyor. Ülkenin madalya deposu güreşin tükendiği, boksla atletizmdeki küçük kıpırdanmalar dışında hiçbir branşın ümit vermediği yıllar. Naim, 1986’nın son günlerinde halterin h’sinin bilinmediği Türkiye’ye bu koşullarda geliyor...
Şunu belirtmek lazım ki Naim Süleymanoğlu, o yıllarda Bulgaristan’dan Türkiye’ye iltica eden ilk sporcu değil. Süleymanoğlu’ndan önce dokuz güreşçi geliyor Türkiye’ye, gerekli koşullar sağlanamadığı için kaybolup gidiyorlar. Kendisi de Bulgaristan’dan göçen ünlü güreş antrenörü Muharrem Atik, durumu Milliyet’ten Ümit Zileli’ye şöyle anlatıyor: “Türkiye’de sporcu yetiştirmenin şartları yok. Bilimsel açıdan şampiyon ne demektir, ne anlama gelir bilmiyoruz. Sadece şampiyon olmak istiyoruz. Özlüyoruz.” Atik, ardından da şu uyarıyı yapıyor: “Türkiye’de Naim’i idare edecek hoca yok. Naim’in bildiklerinin yarısını bilen hoca getirin, alnından öpeyim.”
Ancak 1986 Aralık’ı geldiğinde anlaşılıyor ki Naim’in gelişi sıradan bir spor olayı değildir. Halterci, Melbourne’daki Dünya Kupası finalinden sonra birkaç gün Avustralya’daki Bulgaristan Türkü arkadaşlarının yanında saklanıyor ve Türkiye Milli Takımı ile yeni ülkesine geliyor. Los Angeles Times gazetesi Naim’in ilticasını o günlerde şöyle anlatıyor: “Şalamanov, Martina Navratilova’nın ABD’ye gelişinden beri bir komünist ülkeden iltica eden en başarılı sporcu. Ancak Navratilova geldiğinde, zirveye olan yolculuğu sürüyordu. Şalamanov ise şimdiden orada.”
Sonraki birkaç gün içinde Taksim Meydanı’na helikopterle indiriliyor, Meclis’te kabul ediliyor, başbakan Özal’ın manevi oğlu ilan ediliyor, ana muhalefet partisi SHP kendisine üyelik teklif ediyor, İstanbul valisinin elinden renkli televizyonunu alıyor... Dönemin ruh hâlini en iyi, efsane karikatürist Bedri Koraman resmediyor, ANAP selamı veren Özal’ı omuzlarında kaldıran Naim çizimiyle.

Hiç şüphesiz, Naim’in Türkiye’ye gelişi büyük bir siyasi projeydi. Yalnızca uluslararası toplumdan tamamen dışlanmış Türkiye’ye milli gurur pompalama amacıyla da değil. Tüm Naim tartışması, Türkiye’nin Reagan’ın ABD’sinin yanında kendisine çizdiği rolü de bire bir tamamlıyordu. Tüm sol hareketlerin cezaevlerini doldurduğu, sendikaların renginin sarardığı, toplumsal eylemlerin tamamen yok edildiği bir ortamda Naim, Bulgar lider Todor Jivkov’un Türk azınlığa karşı politikaları üzerinden şekillenen bir anti-komünizm propagandasının da yüzü oldu. Gazetelere göre Naim, hayatı boyunca ‘anavatana kaçma’ hayaliyle yaşamıştı ve sonunda Bulgar mezaliminden kaçarak bu amacına ulaşmıştı. Arka planda ise işin şekli biraz farklıydı. Naim’in gelişi tabii ki spor kurallarına uygun olmak zorundaydı ve son kertede
Bulgaristan’ın bu işe razı gelmesi gerekiyordu. Neticede Bulgaristan’la 1 milyon 250 bin dolara anlaşıldı. Ünlü halterci Galabin Boevski’nin iddiasına göre, Bulgaristan Halter Federasyonu yetkilileri bir otelde sabaha kadar bavullarla gelen parayı saymışlardı ve 100 bin doların sahte çıkmasına bile aldırmamışlardı. İşin sahte para kısmının doğruluğu bilinmez ama ödenen miktar pek çok tanıklıkla doğrulanmış durumda. Yani ‘mezalimden kaçış’ anlatısının arkasında, Türkiye’nin hâlâ uygulamakta olduğu ‘parayı bastırıp şampiyon satın alma’ politikasının başlangıcı yatıyor.
Naim'den Sonrası Tufan...
Haltere kuruş yatırmamış bir ülke için yüz binlerce dolarların -Naim ayarında bile olsa- bir halterciye ödenmesi, yalnızca sporla açıklanamaz, bu doğal. Ancak, böyle bir yatırımın ülke sporuna bir geri dönüşünün olması da beklenirdi. Bunun gerçekleştiğini söylemek, çok da mümkün değil. Naim’in başarıları, Türkiye’nin bir halter ülkesi olduğu illüzyonunu yarattı sadece.
Türkiye, Naim’in yarattığı heyecanı spora taşıyamadı, taşımak da istemedi. Halter özelinde dahi bir gelenek oluşturulmadı. Türkiye halterinin ana damarı Bulgaristan oldu ve Türkiye, Bulgaristan’ın tüm kötü alışkanlıklarını bire bir sahiplendi. Sonuç olarak da Türkiye halteri, Bulgaristan halteriyle eş zamanlı olarak çamura gömüldü (aynı kaderi, aynı yoldan giden Yunanistan da yaşadı).
Türkiye’nin Naim dışında dopinge bulaşmamış tek bir halter yıldızı yok. Halil Mutlu, Nurcan Taylan, Taner Sağır, Sedat Artuç, Sibel Özkan, Reyhan Arabacıoğlu, Bünyamin Sudaş... İstifa eden federasyonlar, sistematik doping nedeniyle en sonuncusu bu yıl olmak üzere defalarca halterden yasaklanan Türkiye... Naim dopingi engelleyemezdi belki ama kendi özel isteğiyle Türkiye’ye getirilen ünlü antrenör Ivan Abaciev’in Bulgaristan’ı Seul ve Sidney’de rezil eden doping programlarını herhâlde biliyordu. Tıpkı Türkiye Halter Federasyonu’nun tüm yetkililerinin çok iyi bildiği gibi.
Naim’den Türkiye’nin aldığı miras, ne yazık ki ne olursa olsun bir şekilde, mümkünse emek de harcamadan, kazanma alışkanlığı oldu. Bugün Türkiye’nin spora bakışının çekirdeğinde hâlâ bu var. Bu, kuşkusuz Naim’in suçu değildi; zira kendisi, vardığı yer için insanüstü emekler harcamıştı. Ancak, Tanju Çolak ile birlikte bir kuşağın iki spor ikonundan biri olarak, Türkiye’de yerleşen kazanmaya dayalı çarpık spor kültüründen daha iyisine ulaşmak için gerekli liderliği de gösteremedi. Yetiştiği Bulgaristan’ın spor kültürünün arızaları da düşünüldüğünde, bunu yapabilecek salahiyete sahip miydi, o da tartışılır. Ama netice olarak, Türkiye’nin sporda saptığı yanlış yollarda istemeden de olsa etken oldu. Naim Süleymanoğlu’nun başarıları, aktif bir spor politikasıyla beslenip gençler spora özendirilseydi, belki her şey farklı olurdu, bunu bilemeyiz. Tıpkı Tanju ve Naim’in yanına rol modeli olarak okçu Elif Ekşi ve tekvandocu Tennur Yerlisu gibi aynı dönemin başka uluslararası başarılı ama daha az göz önünde olan isimlerini de koyabilseydik ne olacağını bilemediğimiz gibi.
Bu ihtimalin gerçekleşmemesinin kuşkusuz üzerine konuşulması gereken nedenleri vardır ve bu nedenler yalnızca Türkiye’nin spor anlayışını açıklamakla kalmaz, aynı zamanda ülkenin köklü sorunlarına da işaret eder. Naim’in arkasında bir efsane kalmasının ama miras kalamamasının da açıklaması belki burada yatıyor. Türkiye’nin spor yöneticileri, tekvandodan hâlâ Zeliha Ağrıs ve Nur Tatar gibi dünya şampiyonları çıkaran bu ülkenin halterde neden uluslararası utanç listesinde olduğunu düşünürlerse bir gün, bu yanıtları da bulabilirler.