Eksenini Kaybetmek

8 dk

Dünyada yılın en iyi futbolcusunun kim olacağına yönelik tartışmalar, Ballon d’Or’u kazananın açıklanmasıyla son buluyor. Peki bu kimleri tatmin ediyor?

2001 yılında 69. yaşını deviren Raymond Kopa özel sebeplerle bir karar aldı ve yıllar içinde oluşturduğu kişisel koleksiyonundaki sayısız ödül heykelciğini ve kupayı tümüyle satışa çıkardı. Biri hariç: Ballon d’Or. 15 yıl sonra bugün, o küçük, tahta ayaklı heykelciği oturma odasında özenle sergiliyor ve ona her bakışında gözleri kıvançla doluyor. Ödüle uzanan ziyaretçilerine “Dokunun, çekinmeyin!” diyor gururla ve gülümseyerek ekliyor: “Ballon d’Or benim kariyerimin zirvesiydi, 1958 benim senemdi.”

Aslına bakarsanız, Raymond Kopa bu söylediğinde hiç de haksız sayılmaz. Aralık 1958’de Ballon d’Or’u kazandığı açıklandığında, hayalini bile kuramayacağı başarılarla dolu bir seneyi geride bırakmak üzereydi. 1957’de, henüz bir yıl önce geldiği Real Madrid’de, sırasıyla lig ve Avrupa Şampiyon Kulüpler kupalarını kaldırmış, hemen ardından Fransa formasıyla İsveç’te düzenlenen Dünya Kupası’nda üçüncülük madalyasını boynuna geçirmiş, turnuvanın da en değerli oyuncusu seçilmişti.

İşte bu başarılar, France Football dergisinin Avrupa’nın çeşitli ülkelerine dağılmış 16 muhabirinden oluşan seçici kurulunun gözünde, Kopa’yı Ballon d’Or’a en uygun aday kılmıştı. Ödül, haftalık yayımlanan derginin çalışanları tarafından Paris kafelerinin o meşhur ufak masalarından birinde tasarlanalı henüz iki sene olmuş, aynı masa muhtemelen, 1955 yılında Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nın detaylarının tartışılmasına da şahitlik etmişti.

O günlerde Ballon d’Or, Raymond Kopa için yetenek ve performansın nihai göstergesi demekti. Eski futbolcu, şimdi hâlâ aynı görüşte. Hatta bu düşüncesinin, ödülü bugüne dek kazanmış 42 futbolcunun her biri için geçerli olduğunu savunuyor. Kendisinden, bunu destekleyen anekdotlar duymak da mümkün. Ona göre Ballon d’Or, takımına gerçek anlamda kupalar kazandırmış bir bireyin futbola katkısını onurlandırarak çok önemli bir boşluğu doldurdu. Ballon d’Or’u özel kılan da işte tam olarak buydu. Futbolun bütünü bir pasta, Ballon d’Or da pastanın üstündeki vişneydi. Avrupa’nın en iyi futbolcularını karşı karşıya getiren ilk turnuvanın; Şampiyon Kulüpler Kupası’nın doğal meyvesiydi.

Ballon d’Or’un ortaya çıkış hikâyesini anarken kulağa tuhaf gelen bir karışımdan söz etmemek elde değil. Öyle ki her şeyin olası olduğunun düşünüldüğü zamanlardan kalan masumane futbol tutkusu ve son derece parlak bir pazarlama stratejisi birleşerek, kıtanın çeşitli ülkelerine dağılmış dostların birbirleri ile iletişim kurmaktan aldıkları enfes keyifle harmanlanıyor ve ödül fikrinin temelleri atılıyor. Nihai amaç ise yavaş geçen kış aylarında dergi satışını arttırmaktan çok, hem futbolu hem de büyük tarihçi Eric Hobsbawm’ın kusursuz bir empati ile işaret ettiği o ‘hemen her insanın hayatının bir döneminde arzuladığı gibi; bir işte iyi olmakta mükemmel olan’ futbolcuları yüceltmekti.

Bu fikirle yola çıkan Ballon d’Or, başlangıcından çok kısa bir süre sonra gerçekten de amacına ulaştı. Hatta bir bakıma, o tarihte yeni yeni gelişmekte olan ‘futbolun Avrupalılaştırılması’ fikrinin bir yansıması ve destekçisi oldu. Yıllar içinde ödül, Avrupa futbolunun sanal onur listesi olarak görülmeye başlandı ve bu listeye girmeyi hak eden üstün performansları -zaman zaman genel kanıya ters düşme pahasına da olsa- toplumsal belleklere sabitleme görevini üstlendi. Bu zıtlığı en iyi şekilde örneklemek istersek, 1974’ün son aylarında sahibini bulan ödüle bakmamız yeterli olacaktır. O sene, bir futbolcunun 12 ay içerisinde kazanılabileceği her şeyi ustaca sığdırmayı başarmış Franz Beckenbauer dururken, jüri ödülü inatla Johan Cruyff’a takdim etmiş ve karşıt tavrını pek güzel pekiştirmişti.

Şüphesiz, Ballon d’Or’un amacına bu denli çabuk ulaşmasındaki bir başka etken de ödülün kapsadığı alandı. Demir Perde’nin kıtayı neredeyse sızdırmaz biçimde ikiye böldüğü bir dönemde futbol, tüm fikir ayrılıklarını görmezden geliyordu ve Ballon d’Or da entelektüel oluşumu ile bu duruma tam manasıyla uyum sağlamıştı. Seçici kurul, en başından itibaren kıtanın orta ve doğusundan üyeler bulundurmuş, 1959’a gelindiğinde ise bunlara İstanbul merkezli bir gazeteci de eklenerek alan genişletilmişti.

90’lı yıllara gelindiğinde ise ‘Altın Top’ için altın çağ başlıyordu. O yıllarda Avrupa futbolu müthiş bir ivme kazanıp hızla küresel çapta ilgi odağı haline gelmişti. 1995 yılında ödül de bu küreselleşmeden payına düşeni aldı. İtibarının korunması adına, son derece yerinde bir zamanlamayla kapsama alanı genişletildi ve tüm dünyadan futbolculara açık hale getirildi. Hatta bu hamle ödülün itibarını korumakla da yetinmedi; 90’ların futbolda mega starlık kavramının doğuş yılları olmasının da yardımıyla katbekat artırdı. Futbol artık, her zaman olduğundan daha ticariydi. O yıllarda yeni adıyla düzenlenmeye başlanan Şampiyonlar Ligi gibi asli turnuvalar gün geçtikçe gelişmiş birer marka haline geliyor, televizyon kanalları da bu markalara emsali görülmemiş biçimde para aktarıyordu.

Avrupa futbolunu ‘Disneyvari’ seçkin bir eğlence aracına dönüştürmenin yolu, futbolun mega starlarını aşırı medyatik hale getirmekten geçmekteydi ve öyle de oldu. 90’larda Ronaldo ve Beckham’ın medyadaki algısı öylesine şişirilmişti ki kariyeri biteli henüz on sene olan Maradona, onların yanında tümüyle demode kalıyordu. Başlarda Ballon d’Or futbolun bu yeni çağına kolayca uyum sağlamış ve kendini daha profesyonel ve ticari bir yere konumlandırmıştı. Bu bağlamda, 1995-2007 yılları arasında France Football’un direktörlüğünü yapan Gerard Ernault da ödülün yasal bir varlığının olması gerektiğinin farkına varıp seçim prosedürlerini tabiri caizse kanunlaştırmış, Ballon d’Or markasını korumaya almıştı. Ernault bununla da yetinmeyecek, küreselleşme hareketinin sınırlarını daha da genişleterek seçici kurula tüm dünyadan yüze yakın gazeteciyi dahil edecekti. Onun önderliğinde, Ballon d’Or artık parlayan bir yıldızdı ve başında olduğu dergi rekor satış rakamlarına ulaşıyordu.

Fakat Ernault tüm bu gelişmelerle meşgulken iki önemli unsuru öngöremedi. İnternet, geleneksel basılı futbol gazeteciliğine ölümcül bir darbe indirmek üzereydi ve FIFA da 1991’de başlattığı ‘Dünyada Yılın Futbolcusu’ ödülünün sönüklüğü nedeniyle Ballon d’Or’un tanınırlığına ağzı sulanarak bakmaktaydı.

Ernault, France Football’un sahibi olan medya devi Amaury Holding’in açgözlülüğünü ve dar görüşlülüğünü hafife alacak, şirket sahipleri Ballon d’Or’u direnç dahi göstermeden FIFA’ya satacaklardı. 2010 yılında gerçekleşen satışta ödüle biçilen değer ise hiçbir zaman açıklanmayacaktı.

İşte o gün bugündür, Ballon d’Or anlamını yavaşça yitiriyor, değersizleşiyor. Bunda biraz FIFA’nın, çokça da Video Killed The Radio Star şarkısındaki etken unsur olan zamanın suçu var desek, yanılmış olmayız. Doğrusu, FIFA’nın ‘tüm milli takım teknik direktörleri ve kaptanları oylamaya katılsın’ kuralı başlangıçta kulağa çok cazip gelmişti. Hem bu uygulama, ‘uzman’ denen o küçük grubun (oylama tümüyle saydam dahi olsa) elitist bir biçimde ödülün sahibini seçmesinden daha ‘demokratik’ değil miydi?

Ancak bu değer kaybı, günümüzün sosyal ağ çağının yüzeye çıkardığı ‘sürü zihniyeti’ gibi kavramlarla tümüyle aynı doğrultuda gelişti ve gerileyen gazeteciliğin inandırıcı bir göstergesi haline geldi. Bir zamanlar gazeteciler için ‘anlam aracıları’ denilir, spor gazetecileri bu grubun dışında bırakılmazdı. Şimdikinin aksine, o tarihte gazeteciler, yazacakları konuyu ve bunun onları ne kadar heyecanlandırabileceğini ölçerlerdi. Haberi anlamlı kılacak kadar uzman olup olmadıkları, onu profesyonel bir görev bilinci ile aktarıp aktaramayacakları, konu için aynı heyecanı paylaşan fakat ona ulaşamayan, bu yüzden de konunun uzmanıymış gibi davranmayan okuyucularına iletip iletemeyecekleri gibi sorunlarla baş başalardı.

Fakat o günler artık geride kaldı. Bugün artık, özünde Twitter merakı, Youtube videoları veya kimilerine göre saçma derecede medyatiklik bulunan ‘herkes kendi doğrusunun uzmanı anlayışı’ hâkim ve söz konusu performans değerlendirme olduğunda işler karışıyor. Bu nedenle, kendilerinden daha da güçlü kurumsal markalar tarafından desteklenen güçlü ‘marka isimlerin’ ortaya çıkmasına katkıda bulunan sürü zihniyetine şüpheyle yaklaşmak, yerinde bir hareket olacaktır.

Bu satırların yazarının, elinde olsa 2010 ve 2013 senelerindeki oylamalarda tıpkı oylamaya katılan gazeteciler gibi Wesley Sneijder ve Franck Ribery’yi tercih edeceğini duymak eminim ki Socrates okurları için çok da sürpriz olmayacaktır. Zira iki oyuncu da -1958 nasıl Raymond Kopa için özelse- aynı şekilde “Bu benim senemdi” demeyi sonuna kadar hak ettikleri performanslar göstermişlerdi. Tam anlamıyla, o zamana kadar geçirdikleri en iyi 12 aya imza atmışlardı. Oysa oylamada Sneijder dördüncü, Ribery ise üçüncü geldi. İki oyuncunun da tıpkı 2014 Dünya Kupası’nda kaleci mevkiini adeta yeniden keşfeden Manuel Neuer gibi, “Ben bir markanın yüzü değil, sporcuyum. İç çamaşırıyla poz veren adamlardan değilim” demeye hakları vardı.

Belki de Ballon d’Or’un zamanı geçti artık. Elbette ki her yıl bir defaya mahsus tüm ilgiyi üzerinde toplamaya devam edecek fakat bir daha hiçbir zaman amacına uygun olmayacak. Raymond Kopa ise o küçük ödülün üzerine titremeye devam ediyor ki mantıklı olan da bu. Onu sonuna kadar hak etmişti ne de olsa. Zira 1958’deki ödül bugünün standartlarında veriliyor olsaydı, Kopa’nın şimdi gururla baktığı o heykelcik, Alfredo di Stefano veya Pele’nin alacağı yedi-sekiz Ballon d’Or’dan biri olmaktan öteye gitmeyecekti. Yakın gelecekte, Ballon d’Or’un -başta para olmak üzereçeşitli nedenlerden dolayı, sabit iki kulüp arasında gidip gelmesine şahit olacağız. Böylelikle ödül, nihai amacından giderek uzaklaşacak ve futbol âşıklarının karşı koyamadıkları meşhur nostalji duygularını besleyen o upuzun listeye dahil olacak.

Çeviri: Baran Yağmurlu

Socrates Dergi