
Emek ve Dayanışma
16 dk
Liverpool'un Premier Lig özlemi tam sona erecekti ki... Sezon askıya alındı. Buraya nasıl gelindi? Şehir ne durumda? Peki ya takım? İngiliz gazeteci Simon Hughes'a sorduk.
Liverpool'u anlamak için sığınılabilecek bazı klişeler var. Ama o klişelerin içini doldurmak için gerçekten şehri ve takımı bilen bir uzmana ihtiyacınız var. The Athletic yazarı Simon Hughes, o uzmanlardan biri. Yazdığı kitaplar ve analizler, sadece Liverpool'un futbolunu değil, sosyolojisini de en ince noktasına kadar anlatıyor. Biz de dosyamızın açılışında sözü ona bıraktık.
Liverpool'da insanlar salgının vahametini anlıyorlar ve hiçbir futbol olayının insan sağlığının üzerinde olmadığını düşünüyorlar. 1983'te doğdum ve 1990'daki son şampiyonluğu hayal meyal hatırlıyorum. Bu nedenle çocukluğumdan beri hayatımın her günü lig şampiyonluğu nasıl kutlanır, o hissiyat tam olarak nasıldır diye hayal ederek geçti. Otuz yıldır kafamda her senaryoyu oynadım ama elbette bunu öngöremezdim. Futbol durur, askıya alınır ama bir şekilde ilerde devam edebilir. Şampiyonluklar başka zaman hakkıyla kutlanabilir. Jürgen Klopp da zaten lig tatil edildiğinde en güzel konuşmayı yaptı. Aynı anlayış tüm şehre hâkim. Elbette Liverpool'un tarihi bir talihsizliği söz konusu ama bu, insan hayatıyla karşılaştırılamayacak bir şey. Lakin bir yandan da insanlar futbolu özlediler. Ligin kaderinden öte bir cumartesi öğleden sonrası arkadaşlarıyla vakit geçirip normal biçimde, kaygıdan uzak şekilde Liverpool ya da Everton maçı izlemeyi özlediler.
İngiltere'de futbol Nisan sonuna kadar askıya alındı. Takımda atmosfer şimdilik sakin. Futbolcular evlerinde antrenörler tarafından verilen programları uyguluyorlar. Fakat Liverpool bir ritim takımı. Oynadıkça kendini şarj eden bir elektrikli motor gibi. Zaten bu sezonun normal biçimde bitmesi de zor gözüküyor. Fakat ritimden de öte, esas mesele finansal olarak bunun Liverpool'u ve diğer takımları nasıl etkileyeceği. Lig yönetimi tarafından verilecek her karar maddi açıdan bir etki yaratacak. Takımların maç ve televizyon gelirlerine ihtiyaçları var. Premier Lig'in bu kadar müreffeh bir lig olmasını sağlayan konuların başında dolgun yayın anlaşması geliyor. Eğer bu sezon maçlar oynanamadan lig bitirilirse, lig yönetiminin 762 milyon sterlinlik gelir kaybını ligdeki yirmi takımdan isteyeceği konuşuluyor.
Kentte "Yine mi olmuyor?" düşüncesi hâkim değil. Bu, sonuçta tüm insanlığı etkileyen bir salgın. Dünya savaşı gibi ama bir virüse karşı. Sezona gelirsek de eğer masada verilen kararla Liverpool şampiyonluğu alırsa elbette aynı şekilde kutlanmayacaktır. Aynı hislerle yaşanmayacak. Şehirdeki zafer töreni aynı olmayacaktır. Ama takımdaki futbolcuların karakterini, yapısını bilen birisi olarak bu yılın sonunda ya da gelecek sezon şampiyonluğu kazanmak için takımın ekstra motive olduğunu söyleyebilirim. Klopp ve futbolcular bu şampiyonluğu yaşamak için o kadar iştahlılar ki gerekirse 31 yıl sonra ilk defa şampiyon olacakmış gibi gelecek sezona başlayabilirler.
Van Dijk ve Liderlik
Van Dijk'ın takıma Gerrard'a benzer bir özgüven getirdiğini söyleyebilirim. Etrafındaki her futbolcu da eskiye göre çok daha rahat ediyor. Yanındaki her savunmacıyı iyi gösteriyor. Andy Robertson ve Trent Alexander-Arnold bu sayede ileri daha rahat çıkıyorlar. Tüm takımı geriden ayağa kaldırıyor. Takıma katıldığı sezon FA Cup'ta Everton'a karşı galibiyet golünü attıktan sonra herkes onun farklı ve lider bir oyuncu olduğunu anlamıştı. Klopp döneminde Liverpool'un yaptığı en önemli transfer.
Seksenli yılların Liverpool'unun bugünkü politik ve sosyal kimliğin üzerinde derin etkisi var. Bu nedenle 1979-1993 arası Liverpool şehri üzerine There She Goes adlı bir kitap yazdım. O dönem iyice kente hâkim olan "Biz İngiliz değil, Scouse'uz" mantrası şehirde yükselişte. Tribünlerin geçen sene milli marşı yuhalaması da o günlere dayanır. Bu sadece şehirde yaşayanların nasıl hissettiğiyle alakalı değil, aynı zamanda şehre dışarıdan bakanların da Liverpool'a dair algısıyla ilgili. Her şey 1979'da Margaret Thatcher'ın başbakan olmasıyla başladı.
Muhafazakâr Thatcher hükümetinin politikası, emek ve dayanışmaya önem veren şehirle ters düşüyordu. Thatcherizm şehrin dinamiklerini derinden sarstı. Özelleştirmelerle, işsizliğin artışı ile beraber büyük sosyal sorunlar oluştu. Çok iyi hatırlıyorum; enerji sektöründe işçi olan babamın işi de o yıllarda özelleştirmeler nedeniyle sürekli tehdit altındaydı. Şehirden göç yaşandı, önemli bir nüfus kaybı oldu. İnsanlar o dönemde Liverpool'un hedef seçildiğini düşünüyordu, bu da 2011'de açıklanan gizli devlet belgeleriyle itiraf edilmiş oldu. Bunun arkasındaki en büyük sebeplerden biri de 1981'de hükümete karşı tüm ülkede yapılan sokak eylemlerinin en büyüğünün Liverpool'un Toxteth semtinde düzenlenmesiydi. O yıllarda şehre büyük bir uyuşturucu problemi de hükmediyordu. Yine şehir konseyini ele geçiren Troçkist görüşteki Militant adlı siyasi grubun hükümete karşı tavrı da sözkonusuydu. Liverpool, Thatcher'ın kara listesindeydi. Bir yandan futbol bağlamında takım sahada harika işler çıkarıyordu. Ama Heysel ve Hillsborough facialarıyla beraber şehir, tamamen önyargılı sabit bir bakışın kurbanı oldu. Bilhassa Hillsborough sonrası ülkenin diğer köşelerinde Liverpool'a karşı bir antipati oluştu. Hillsborough Bağımsız Paneli'nin 450 bin sayfa belgeyi inceleyerek yaptığı çalışmalar, devletin hatasını kabul edip gerçekleri ortaya çıkardı. Orada iade-yi itibar yaşandı. Ama bu elbette o günlerden kalan derin izleri silemedi.
Heysel sonrası Liverpool, farklı ve daha soyut bir izolasyon deneyimi yaşamıştı. Bu elbette trajedide yaşananları onaylamaz ama Thatcher hükümeti o beş yıllık Avrupa'dan men cezasını verirken sonuçlarının ne olacağını biliyordu. Bu, aynı zamanda işçi sınıfına karşı bir hamleydi. Zira holiganizm sadece Liverpool'un değil, tüm İngiliz futbol kulüplerinin derdiydi. Ama Liverpool mimlenmişti, izole edilmek istendi. Thatcher, "Liverpool'un şiddete meyilli bir doğası var" diyordu. Bahsi geçen yaklaşım bir yandan da şehirdeki futbol taraftarlarını birleştirmişti; Evertonian ve Liverpudlian dayanışması sağlamıştı. Sonuçta, Everton da çok zarar gördü bu karardan. Ama Liverpool belki de tarihinin iyi futbol takımlarından birini; Kenny Dalglish yönetiminde John Barnes, Peter Beardsley, Ian Rush, John Aldridge gibi yıldızlardan kurulu takımı Avrupa'ya gönderemedi.
2005 İstanbul'da yaşananlar da kulüp ve şehir tarihinde ayrı bir yer tutar. Seksenlerden kalan travmanın zincirini kıran olaydır belki de. İstanbul'da bir şiddet olayının yaşanmaması da Heysel'den kalan algıyı kırdı. Liverpool taraftarları nesilden nesile Heysel'in sorumluluğunu yaşadılar. Şimdi Anfield tribünlerinde maç izlerseniz, otuz-kırk yıl öncesinin şarkılarının söylendiğini duyarsınız. Liverpool halkını şiddetle bağdaştırmaya çalışanlara karşı söylenen şarkılardır bunlar. 2012'de Kop'ta açılan "Thatcher ölmeden yalanları açıklayın" pankartı da buna bağlı bir isyandı zaten...

"Thatcher Ölmeden Yalanları Açıklayın" yazılı o pankart...
Uzunca bir zaman Hillsborough'da yaşananlarla ilgili birçok yalan ortada dolaştı ve bu yalanlar Liverpool algısını negatif yönde değiştirdi. Yaşanan felakette Liverpool'lu taraftarların bilerek ve isteyerek rol aldığı söyleniyordu. Bu doğru değildi. Son on senede suçun aslında polis ve stadyum görevlileri gibi yetkili makamlarda olduğu açıklandı. Stadın güvenlik belgeleri eksikti ama suç Liverpool'un üstüne atılmıştı, böylece bu felaket Liverpool'un yakasını bırakmadı. Saha dışı etkenler sahanın içerisini de etkiledi elbette. Sonuçta Liverpool, dünyada oynanabilecek en zor kulüplerin başında geliyor. Cazibesi devasa olan bir takım olsa da yalnızca bir futbol kulübünün sorumluluklarını değil, aynı zamanda şehri de omuzlarınızda taşıyorsunuz. 1989'daki üzüntüyü taşıdığınız gibi.
O yüzden de 1989'dan bugünkü takıma gelmek kolay olmadı. Şu anki takım benim hayatımdaki en iyi ekip olabilir. Harika oyuncular, harika bir teknik adam ve takım ruhu var. Şehir ve taraftarlar sahada gördükleriyle kendilerini özdeşleştirebiliyorlar. Ateşli ve agresif bir futbol oynuyorlar ve her dakikalarını izlemek heyecan verici. Takımın sahip olduğu her şey Liverpool'un değerleri ile bağlantılı. Bu takım sıradan bir futbol kulübü değil, sosyolojik bir güç oldu…
1990'ların başında Dalglish'in takımı yaşlanıyordu ve yeniden inşa edilmesi gerekiyordu ama Dalglish bu stresten uzaklaşmak isteyince yerine Graeme Souness geldi. Shankly'den beri 'Boot Room' geleneğiyle hep Liverpool içinden bir teknik direktör geçişi oluyordu: Paisley, Fagan, Dalglish ve Souness... Ama artık başka bir dünyadaydık. Souness da buna ayak uydurmak için çok kısa sürede çok fazla değişikliğe gitti. Her şey kontrolünden çıktı, başarısız oldu. O yıllarda ülke ve toplum hızlı bir dönüşüm geçiriyordu. Thatcherizm yerini daha merkezi bir İşçi Partisi hükümetine bırakmıştı. Müzik, politika ve futbolu değişime sürükleyen daha bir genç kuşak her yere nüfuz ediyordu. Oasis'ten Manchester United'ın '1992 sınıfı'na kadar. Liverpool da tam o esnada Roy Evans yönetiminde hem geleneklerini ihmal etmeyen hem de Steve McManaman, Robbie Fowler, Jamie Redknapp, Stan Collymore gibi yetenekli gençlerle akışı yakalayan bir yeniden yapılanma içine girmişti ama işler yolunda gitmedi. 'Spice Boys' heyecan verici bir takımdı ama yönetim başka şeyleri ihmal etti. Kulüp o dönem sahip olduğu popülariteyi dönüştürüp maddi bakımdan güçlenmeyi başaramadı. United, Old Trafford'ı büyütüp yatırım yaparken Liverpool, Anfield'a dokunamadı. United, Alex Ferguson ile süreklilik sağlarken Liverpool kimliği tamamlayacak güçlü bir teknik adam yakalayamadı. 2000'lerde Gerard Houllier, Rafael Benitez ve ardından Brendan Rodgers vizyonu biraz olsun toparlamayı başardı. Ama asıl vizyon problemi ABD'li Fenway grubunun takımı satın almasıyla toparlandı.
Klopp, kulübü getirdiği noktadan sonra şu anda Bill Shankly'ye en yakın figür konumunda. Fakat elbette Bill Shankly'nin işi Jürgen Klopp'a göre çok daha farklıydı. Shankly, ikinci ligde sıkıntılar çeken bir takımı alıp İngiltere'nin zirvesine çıkardı. Klopp'un ise başka zorlukları vardı. Alman teknik adam takımın başına geldiğinde ondan beklentiler daha yüksekti. 1990'ların ortasındaki Roy Evans takımından da hoşlanırdım ama futbol yalnızca eğlenceden ibaret değildir, başarı da gereklidir. Bu yüzden Klopp'un saha içerisinde sundukları hem başarı hem de eğlence olarak çok üst düzeyde. Bu eğlence Liverpool sokakları için de önemli. Liverpool taraftarları sadece kazanmayı değil, sahadaki keyifli futbolu da görmek isterler. Klopp'un takımının rakiplerine ciddi bir üstünlük sağlamaları ve keyif vermeleri Liverpool kültürüyle bağdaşıyor. Klopp bir süredir takımın başında olsa da takımın kat edebileceği daha çok yol olduğunu düşünüyorum. Uzun dönemli yeni bir kontrat da imzaladı. Eğer ayrılırken de arkasında lider takım bırakırsa o zaman Shankly ile kıyaslamaları da boyut değiştirir.
Salah ve Irkçılık
Bugünlerde Müslüman topluluğun şehirde yaygın olduğunu söyleyebiliriz. Doğu Afrika ve Asya'dan pek çok kişi de şehre gelmiş durumda. Ama burada ırkçılığın hiç olmadığını söyleyemem. Bu yüzden Salah'ın yaptıkları bu kent için mühim. İslamofobi, Salah sonrası şehirde hayli azaldı.
Tarihe dönüp bakarsak benzer bir etkiyi yine 1980'lerde Liverpool'un ilk siyahi transferi John Barnes'ın da yaptığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla Salah'ın varlığı yalnızca taraftarların İslam'a olan bakışını değil, kulübün Müslüman topluluklara olan bakışını da değiştirdi. Diğer taraftan Sadio Mane de Müslüman. Kısacası takımın üç forvetinden ikisi İslam dinine mensup olunca insanların dine ve ırklara olan bakış açısı bir anda değişiyor.
Anfield gibi bir ambiyansta ateşli futbol oynamanız gerekir. Klopp'un da bu tutkuyu yeşerttiğini düşünüyorum. Agresif bir takım yarattı ve insanların görmek istediği de tam olarak buydu. "Oyun yoğunluğumuz, kimliğimiz" ifadesi bunu anlatıyor. Klopp ilk geldiğinde takım taraftarlardan ilham alıyor gibiydi, şimdiyse taraftarlar takımdan ilham alıyor. Her teknik adam böyle bir ortamda çalışmak ister, bu ortamlar takımınızı ne denli güçlü kurduğunuzun da kanıtıdır. Elbette taraftarların gücü yadsınamaz ama şimdilerde takımın gücü taraftarı bile geçmiş gibi. Örneğin geçenlerde geri düşülen Bournemouth maçında taraftarlar eninde sonunda takımın galip geleceğini biliyordu, takım bu kadar güçlü artık.
Klopp iletişim ve münazara zekâsı çok yüksek bir isim, girdiği tartışmaları nasıl kazanacağını biliyor. Mesela bu takımın yıldızı Virgil van Dijk ama bizler her zaman yıldızların forvet ya da kült figürler olmasına alışmışız. Fernando Torres, Steven Gerrard, Luis Suarez gibi… Fakat bu takım çok daha kolektif bir iklimde yeşeriyor. Takımdaki herkes arkadaşlarının başarılı olmasını istiyor ve olamazlarsa birlikte üzülüyorlar. Mutlak birliktelik hâkim. Sosyalist bir takım. Klopp, takımın düşerse de yükselirse de beraber olmasını istiyor. Bunu iletişim zekâsı ve bakış açısıyla yarattı. Takımdaki herkesin kilit rolleri var ve tüm oyuncular rollerinin ne olduğunu biliyor.
Henderson ve Kaptanlık
Jordan Henderson'ın hikâyesi aynı zamanda Liverpool'un da hikâyesi. Elbette gelişim süreçleri sancılı geçti. Gerrard'ın rolünü üstlenerek inanılmaz bir görevin altına imza attı. Bilhassa son 18 ayda dünya çapında performanslar sergileyerek harika bir oyuncuya evrildi. Takımın ve bu sezonun tartışmasız kilit isimlerinden biri. Geçen yıl Şampiyonlar Ligi'ni kazandıktan sonra artık Liverpool kaptanı olduğunu herkes biliyor. Umuyorum Premier Lig kupasını da kaldıracak kişi o olur çünkü harika bir insan. Genç oyuncular ve vatandaşlar için doğru bir rol modeli.
Son dönemde gençlerde sosyolojik bir uyanma yaşandı. 1980'lerin sonu 1990'ların başında gençler şehrin sorunlarıyla ilgili konuşmazdı. Hillsborough'nun yirminci yıldönümünde İşçi Partili parlamento üyesi Andy Burnham'in Kop tribününe yaptığı konuşmada davanın yeniden açıldığını söylemesi ve hükümeti hakikatin peşinde koşması için zorlaması, değişimin başlangıç noktasıydı. O günden sonra insanlar şehrin sorunlarıyla ve gerçeklerle ilgili daha cesurca konuşmaya başladı. Tabii bu süreç sosyal medyanın gücünün artış gösterdiği döneme de denk geliyor. Vaktiyle The Sun gibi paçavraların yaydığı yalan haberler şimdi değer bulmuyor. Yetmişlerde veya seksenlerde Liverpool'u belirli kalıplara yerleştirenler artık şehrin ve kulübün değişen dinamikleriyle gerçeğin farklı olduğunu anlayabiliyor.
Liverpool, limanıyla eşsiz jeopolitik bir konuma sahip. 1800'lerde ciddi şekilde İrlanda'dan göç alıyor ve sonrasında Batı Afrika, Hindistan, İskoçya, Galler, Kuzey İrlanda ve daha pek çok yerden birçok insanın yaşadığı bir yer haline geliyor. Burada aksanlar farklıdır, sesler farklıdır, İngiltere'ye göre çoğu şey farklıdır. İnsanlar denizle kendini özdeşleştirir. Deniz ticareti, özgürlüğü ve farklılığı temsil eder. Bu yüzden Liverpool'un insanları özgür ruhludur. Wah! müzik grubundan Pete Wylie, "Bir yabancı, Liverpool'luların hareketlerini zahmetsiz bulur fakat bu asılsızdır, Liverpool'lular için yaptıkları her hareket kahramanlığı simgeler" demişti. Bence bu söz harika bir özet. Diğer şehirlere nazaran galip gelmeyi daha çok önemsiyoruz. Bu, şehrin her yerine işlemiş durumda. Bu yüzden Hillsborough adalet arayışı bu kadar uzun sürdü. Çünkü Liverpool'da işleri kimse oluruna bırakmaz. Buradaki herkes, yapılan işe olan inancı görmek ister. Steven Gerrard'ın Red Machine kitabımın girişinde bahsettiği de bu. İçinde savaşma isteği olan oyuncu tipinden bahsediyordu. Liverpool'un dışındaki insanlar Liverpool'lular için tembel derler ama bu doğru değildir. 1980'lerde işsizlik oranları tavana vurduğunda Liverpool'daki insanlar iş aramak için şehirlerini bile terk etti, yani işten kaçarlar cümlesinin hiçbir doğruluğu yok. Liverpool'un doğasında her zaman savaşmak vardır. Özellikle şehrin ülkedeki diğer kentlere göre karşıtlıktan dolayı çok fazla yara aldığını hesaba katınca şunu düşünüyorum: Everton ve Liverpool'un bu salgın sürecinde birlikte hareket etmesi büyük bir hikâye. İki kulüp virüsten etkilenenler ve sağlık çalışanları için para yardımı yapıyor. You'll Never Walk Alone zaten emek ve dayanışma demek. Şehrin kimliği bu.