.jpg?w=3840&fit=max&q=75)
En Uzun Maç
4 dk
1995 Ragbi Dünya Kupası Finali, sporun birleştirici gücü konusunda büyük bir ilham kaynağı. Çeyrek asır sonra bile...
"Beyinlere değil, kalplere hitap etmek." Nelson Mandela'nın meşhur sloganı, 1995 Ragbi Dünya Kupası'nın fon müziği olabilir. Zira Yeni Zelanda ile Güney Afrika'nın finalde karşı karşıya geldiği kupa, bugünlerde sadece ragbi tarihinin sayfalarında değil. Aslına bakarsanız, o gün yaşananlar sporun çerçevesini çoktan aştı. Irksal bariyerler söz konusu olduğunda, eşitlik tartışmaya açıldığında, sporun toplumsal etkisi mesele edildiğinde dönüp dolaşıp aynı yere, tarihe ve âna dönüyoruz. Ellis Park, Johannesburg. 24 Haziran 1995. Mandela, sahaya girer ve sporcuların ellerini sıkar. Tribünler "Nelson, Nelson" diye inlemektedir.
Uzun yıllar Güney Afrika muhabirliği yapan John Carlin'in kaleme aldığı Playing The Enemy isimli kitapta başka bir an var. Tribünlerin desteğini kazandığı o finalden yıllar önce Mandela, sporun gücünü görmüştü. 1985'te, Güney Afrika iç savaşın eşiğindeyken, Pollsmoor Hapishanesi'ne yollanan Mandela, başgardiyan Fritz Van Sittert ile kötü bir başlangıç yapmıştı. 1962'den beri tutuklu olan ünlü lider, bu süreçte her türden görevliyle karşı karşıya gelmiş ve avukatının ifadesiyle mâhkum-gardiyan ilişkisini her seferinde karizması ve insanlığıyla tersine çevirebilmişti. Ancak Van Sittert, çetin cevizdi. Mandela, o dönemde sporun gücünü keşfetti. Başgardiyanın ragbi sevdalısı olduğunu öğrenmişti. Van Sittert'in bir sonraki ziyaretine kadar ragbi ile ilgili bildiklerini geliştirecekti. Sorun şu ki, pek bir şey bilmiyordu. Aslında her zaman sporla ilgilenmişti. Gençliğinde boks yapmış, tenis oynamış, futbola gönül vermişti. Ama ragbi, birçok vatandaşı gibi onun için de ırk ayrımcılığının simgesiydi. Yine de kendini değiştirebilirdi. Koğuşa gelen gazeteleri silip süpürdü, ragbiye dair her satırı okudu; oyuncuları, kuralları, gelişmeleri öğrendi ve Van Sittert'i ilk görüşünde sohbeti buradan açtı. O sohbet, Van Sittert'in kalbini kazanmasına yetecekti ve bu, son zaferi olmayacaktı.
Clint Eastwood'un çektiği, Morgan Freeman ve Matt Damon'ın başrollerini paylaştığı Invictus, Mandela-ragbi ilişkisini bir Hollywood hikâyesi haline getirir. Olay zaten film gibidir. Mandela, 1994'te demokratik seçimler sonucunda iktidara geldiğinde Güney Afrika Ragbi Milli Takımı'nın isminin ve renklerinin değişmesini öneren birçok insan vardır. Ama Mandela, tam tersi düşüncededir. Ragbinin ülkeyi birleştirecek bir araç olduğuna inanır ve siyah vatandaşlara milli takımı desteklemeleri yönünde çağrı yapar. Bu, belli kesimlerde önce yuhalanmayla karşılanır. Zira siyahlara göre ragbi, bir apartheid kalıntısıdır. Ama zamanla işler değişir. İflah olmaz bir iyimser olan Mandela, 1995 Ragbi Dünya Kupası'nın tarihsel gücünün farkındadır.
Kupadan bir ay önce milli takım kampını ziyaret etmiş, başta kaptan François Pienaar olmak üzere birçok yıldızla dostluk kurmuştur. Turnuva başlar ve Güney Afrika, finale yürür. Mandela, o gün maça gitme isteğindedir. Yakınları, neredeyse tamamı beyazlardan oluşan bir stadyumda ünlü liderin tepki alabileceğinden korkmaktadır. Korumalarıysa bunun güvenli olmadığında hemfikirdir. Ancak korkulan olmaz. Güney Afrika, 15-12'lik bir galibiyete yürürken Mandela çocuklar gibi şendir. Zira kazanılanın sadece bir kupa olmadığının farkındadır. O final, parçalanan bir ulusun bir araya gelme ânıdır.
Ama dedik ya, sanat her zaman hayatı iyi bir şekilde taklit edemez. Hollywood'un bize kazandırdığı alışkanlığın aksine her hikâye bir giriş, bir gelişme ve bir mutlu sona sahip değildir. Uygar Karaca'nın 2013'te yazdığı gibi "Mandela'nın Pienaar'a rol modeli olup önderlik etmesi ve mucizevi bir spor başarısının mimarlarından olması, Güney Afrika'daki toplumlar arası uzlaşmanın yalnızca başlangıcıydı; bir zirve, bitiş noktası olmaktan ziyade, insanları bir araya getirmeye başlamak için iyi bir sebepti." Evet, Güney Afrika 1995'ten sonra huzur içinde yaşamadı. Önyargıları bir maçla kıramıyorsunuz. Ama Nelson Mandela, o gün kalpleri ve beyinleri kazanmayı başardı. Kupa töreninde ellerini havaya kaldırmasının sebebi de buydu. Onunkisi çok uzun bir maçtı.