
En Uzun Yaz
19 dk
Etkili pasları, öldürücü plaseleri ve bitmeyen enerjisiyle Cansu Özbay, 2021 yazına damga vuran takımın yıldızlarındandı. Başarılı pasör, Socrates'e konuştu…
Türkiye A Milli Kadın Voleybol Takımı için Rimini'deki Uluslar Ligi'nde başlayan yaz, 2020 Tokyo Olimpiyat Oyunları ve 2021 Avrupa Şampiyonası ile devam etti. Cansu Özbay, bu dönemde takımın en büyük kozlarından ve en büyük enerji kaynaklarından bir tanesiydi. Şimdilerde kulüp sezonuna başlamaya hazırlanan yıldız pasörle buluştuk, kimi acı kimi tatlı anılarda yolculuğa çıktık...
2018 senesinde gençleşen ve çehresi değişen milli takımın önemli oyuncuları arasında Cansu Özbay ismini görmeye başladık. Ama herhalde bir sembolik an seçsek, o sene Voleybol Uluslar Ligi'nde 'En İyi Pasör' ödülünü aldığın âna gidebiliriz. Neler hissetmiştin?
Naz hamile olduğu için o sene Uluslar Ligi'nde yoktu. Giovanni Guidetti, beni ve Gamze Alikaya'yı almıştı kadroya. İlk altı oynamayı beklemiyordum ama süreç böyle ilerledi. İlk büyük sahne tecrübem olduğu için çok heyecanlıydım. Hatta ilk maçımda "Şu an A Milli Takım'dayım" diyerek kendimi buna inandırmaya çalışıyordum. Geri dönüp baktığımda idrak edebiliyorum ama o an nerede olduğunu fark edemiyor insan. Sahada yaptığım tek şey, o anın tadını çıkarmaktı. Finalde ABD'ye kaybedip ikinci olmuştuk.
Hiç unutmam; maç bitti, üzgündüm çünkü kazanabileceğimiz finali 3-2 kaybetmiştik. Pelin Abla (Çelik) geldi; "Sakın ağlamıyorsun. Saçını başını toplayıp içeri gelmeni istiyorum" dedi. Ben de "Allah Allah neden böyle söyledi?" diyorum ama meğerse kürsüde ödül alacakmışım. "En iyi pasör Türkiye'den" dendiğinde inanılmaz duygulandım. Ağlayacaktım ama ligde aynı ödülü aldığımda tüm fotoğraflarda ağlar vaziyette çıkmıştım. Bu kez öyle olsun istemedim. A Milli Takım'da aldığım ilk bireysel ödül olduğu için yeri çok başkadır. Ama bu başarıda arkadaşlarımın emeği çok büyüktür. Aynı turnuvada Eda Abla da 'En İyi Orta Oyuncu' ödülünü almıştı.
Peki alt yaş gruplarında nasıl tecrübelerin oldu? A Milli Takım seviyesine gelmeden önceki dönemi senden dinleyebilir miyiz?
Ben o takımda oynamadım ama bizim zamanımızda Damla Çakıroğlu'nun kaptan olduğu Genç Milli Takım, bizler için güzel bir örnekti. Kendi yaş gruplarında hem dünya hem de Avrupa şampiyonlukları yaşadılar. Tabii biz de ablalarımıza özeniyorduk henüz Yıldız Milli Takım'da oynarken. Hatta antrenmanlarda A Milli Takım'ı da izleme şansı buluyorduk. Neslihan Abla, Gözde Abla, Özge Abla… Onları izleyerek büyümüş çocuklar olduğumuz için birlikte oynama isteğimiz fazlaydı. Bambaşka bir şeydi onları izlemek, nasıl antrenman yaptıklarını görmek. Tabii ki aramızda kalite açısından çok fark vardı ama hangi seviyeye gelmemiz gerektiğini de onlardan gördük.
Türkiye'nin kadın voleybolundaki yolculuğunu anlatan kelime 'istikrar' olmalı. Alt yaş gruplarından üst yaş gruplarına kadar düzenin nasıl böyle tıkır tıkır işlediğini merak ediyoruz. Sporda saman alevi gibi başarılara alışkın ülkemizin yapısına ters bir devamlılık mevcut değil mi burada?
Olimpiyatta, Avrupa Şampiyonası'nda ya da Uluslar Ligi'nde birkaç adım ileriye gidebilirdik tabii ama yine de güzel bir ilerleme içindeyiz. Sanırım bu biraz da nasıl yönetildiğimizle alakalı. Özellikle de federasyon tarafıyla… Akif Başkan'ı (Üstündağ) çok seviyorum. Her şeyden önce bir baba gibi, onun varlığı bizi rahatlatıyor. Oyuncu kalitesi hususuna gelirsek; zaten bizden önce ablalarımız harika şekilde ilerlemişler. Bize düşen onların seviyesine erişmeye, onların yaptığını devam ettirmeye çalışmak oluyor. Milli takımda hâlâ Eda Abla ve Meryem Abla gibi bize yol göstermeye devam edenler var. Keza Giovanni de ayrı bir konu başlığı. Onunla çalışıp gelişmeme imkânınız pek yok. Ekibi de çok kaliteli. Analiz videoları, taktiksel çalışmalar, salon antrenmanları… Sevdiği işi yapan insanları böyle sağlam işleyen bir düzenle birleştirdiğinizde istikrar kaçınılmaz oluyor.
Hem kulüpte hem de milli takımda uzun süredir birlikte çalıştığın Giovanni Guidetti'den biraz bahsettin ama saha içindeki en önemli taktik uygulayıcılardan biri olarak aranızdaki pasör-antrenör ilişkisini biraz detaylandırabilirsin belki...
Tabii inişli çıkışlı zamanlar oluyor. Bazen benden istediği şeyleri yapamıyorum, bazen de ona kendimi ifade edemiyorum. Ancak genel olarak iletişimimiz iyi. Zaten son derece açık bir antrenör. Saha içinde veya dışında bir sorun olduğunda rahatça konuşabileceğin birisi. Sen hislerini paylaştığında o da çözüm yolu bulabiliyor. Yoksa zaten bu kadar uzun süre aynı kişilerle devam edemezdi. Bir yandan da onunla çalışmak zor. Görüyorsunuzdur zaten, mükemmeliyetçi biri... Yine de ben onunla kurduğumuz oyuncu-antrenör ilişkisinden memnunum. Ayrıca milli takımda Alper Abi (Hamurcu) bizim pasör antrenörümüz. Onunla da çok iyi bir diyaloğumuz var ama tabii Giovanni'yle ilişkimiz bambaşka. Olimpiyattan önce konuşuyorduk; "Sana bir bakış attığımda hemen birbirimizi anlamamız lazım çünkü orada her sayı çok önemli" minvalinde konuşmalar geçmişti aramızda. Pasörü olarak, aramızda böyle bir iletişim olduğu için kendimi şanslı hissediyorum.

"Olimpiyattan önce konuşuyorduk; 'Sana bir bakış attığımda hemen birbirimizi anlamamız lazım çünkü orada her sayı çok önemli' minvalinde konuşmalar geçmişti aramızda."
Burada biraz geriye gidip pasörlüğü nasıl seçtiğini sorsak...
Benim hikâyem enteresandır çünkü normalde pasör çaprazı oynuyordum Arkas'ta. Buse (Ünal) o takımın pasörüydü ama sonra Ankara'ya transfer oldu ve takımda pasör kalmadı. Ellerim iyi olsa da hiçbir zaman pasör olacağımı düşünmüyordum. Antrenörümüz, "Takımda şu an en pasör olabilecek kişi sensin, denememiz gerekiyor" deyince üzülmüştüm. Hem nasıl yapacağımı düşünüyordum hem de sayı alan bir rolde, smaçör mevkiinde oynamaktan mutluydum. Şimdi ise "İyi ki olmuş" diyorum. Buse'nin transferi olmasa bambaşka bir kariyerim olacaktı. Zannetmiyorum ki pasör çaprazı kalsam A Milli Takım ya da VakıfBank'ta oynayabileyim. Günümüzde o bölgede oynayan oyunculara bakıyorum da… Ben pek sıçrayamıyordum. Şans mı desem, kader mi desem bilemedim.
Müthiş plaselerinde geçmiş mevkin ya da solak oluşundan kaynaklı bir avantajın olduğunu düşünüyor musun?
Artık tüm pasörler sol eliyle plase atmaya alışkın ama benim güçlü elim olduğu için çok daha rahat hissediyorum. Plase atarken kafamda hiçbir soru işareti olmuyor, çok seviyorum bu vuruşu yapmayı. Önceden sıklıkla iki elimle atıyordum, Giovanni de "Yeter" diyordu çünkü rakipler öğrenmişti bunu. Ben de dedim ki "Hep iki elimle atıyorum, birazcık da sol elimi kullanayım." Bu alması çok daha zor bir vuruş ama Eda Abla gibi bir şansım var. Köşe oyuncusu direkt onunla gitmek zorunda, bu da bana büyük bir avantaj sağlıyor blokta. Zaten rakip orta oyuncu da Eda Abla'yla gitmek istiyor. Onun gibi skor yükü çeken bir orta oyuncunun varlığı bana plasede avantaj sağlıyor. Ben de bunu kullanıp biraz daha fazla atmaya başladım ve gerçekten güzel oldu. Çok nadirdir düşmediği…
"Plase atarken kafamda hiçbir soru işareti olmuyor, çok seviyorum bu vuruşu yapmayı."
Eda Erdem Dündar'ın lafı geçmişken birlikte oynadığın bir diğer özel ismi, mevkidaşın Naz Aydemir Akyol'u sormak isteriz. VakıfBank'ta ve milli takımda bu kadar kariyerli bir isimle birlikte olmak nasıl bir tecrübeydi?
Naz, ben transfer olduğumda VakıfBank'ın pasörüydü. Onunla ilk tanıştığımda çok heyecanlıydım çünkü idollerimdendi. Yıllardır çok büyük başarılar kazanmış bir yıldız. Hatırlıyorum, bazen çok düştüğüm zamanlar oluyordu. Bu kadar yüksek profilli bir kulübün seviyesine adapte olmak kolay değildir. Psikolojik olarak güçlü olmam lazımdı ve Naz bana çok yardımcı oldu. Sürekli onu izliyordum. Nerede ne yapıyor, kritik yerlerde nasıl davranıyor, Giovanni'yle iletişimi nasıl, hangi anlarda ona danışıyor… Herkese nasip olmaz Naz'la oynamak. En iyi dönemlerinde onunla beraberdim ve her konuda bana bir şeyler kattı. Özellikle de pasörlüğüme ve taktik anlayışıma katkısı büyüktür.
Jordan Mantalitesi
"Bir sporcu olmak isteseydin kim olmak isterdin?" gibi bir soru sorulmuştu bana geçmişte ve ben de "Michael Jordan" demiştim. O nasıl bir mantalite, o nasıl bir güç… The Last Dance'i izlediğimde inanamamıştım. Ayrıca bir röportajında, "Oyuncular, kritik noktalarda şut kullanmaları gerektiğinde akıllarına ilk olarak 'Ya atamazsam?' düşüncesini getirirler ama ben hep attığımı düşünürüm" demiş sanırım. Maçın kritik bir ânında servis kullanmam gerektiğinde bana oluyor bu. "Ya atamazsam?" gibi değil ama "Atmam lazım, kaçırmamam lazım" düşüncesi aklıma geliyor.
Fenerbahçe'ye transferi sonrası ve milli takıma ara verdiği dönemlerde bulduğun şanslar arttı. Naz gibi bir yıldızın boşluğunu doldurmak baskı unsuru muydu?
Kesinlikle. İlk başlarda bunu hissettim ama sonra dedim ki "Onun dönemi ayrıydı, şimdi benim dönemim ve ona göre antrenmanlarımı yapacağım, maçlara çıkıp keyif almaya bakacağım." Ben ne zaman fazla baskı hissetsem işler kötüye gidiyor ki çoğu kişi için böyledir. Ben de hayalini yaşayan bir insanın mutluluğuyla o baskıyı ardımda bırakmaya çalıştım. Keyif aldığımda hep daha başarılı oluyorum.
Uluslar Ligi, 2020 Olimpiyat Oyunları, Avrupa Şampiyonası… Milli takım, çok az oyuncu değiştirerek dört ay boyunca üç önemli turnuva oynadı, inişler-çıkışlar, hayal kırıklıkları ve mutluluklar yaşandı. Ancak 2021 yazında 'sahada keyif alma' işini iyi yapan, arkadaşlığın ileri düzeyde olduğu bir oyuncu grubu izledik. Bu sinerjiyi nasıl oluşturdunuz?
Sanırım bu takımdaşlık Rimini'deki Uluslar Ligi'nde pekişti. Öncesinde de vardı ama yaklaşık bir buçuk yıldır milli maç yapmamıştık çünkü hayat durmuştu. İtalya'da yaklaşık 38 gün kaldık. Orada birlikte olmasak bu başardıklarımızı yapamazdık. Orada düştük, kalktık; kazandık, kaybettik ama hep bir arada durduk ve sadece birbirimizleydik. Mesela orada kaybettiğimiz bir maç sonrası kafamda şöyle bir düşünce belirdi: "Bu maçı kaybettik ama ben kaybetmedim, biz kaybettik..." Kendimi yalnız hissetmedim. Çok güzel bir duyguydu bu. Hatta Simge Abla'ya söyledim bunu, sarıldım, "Sıkıntı yok" dedim. "Sadece sen değil, ben de, o da. Bunu biz yaptık." İlk defa orada bu kadar net bir şekilde hissettiğimi hatırlıyorum. Psikolojik açıdan zor bir turnuvaydı. Orada sanırım yirmiye yakın maç oynadık. Üç maç yapıyorsun, sonra üç gün antrenman. En azından ülkeleri gezerek oynadığımız turnuvalarda uçuş günlerimiz bize kalıyordu, az da olsa dinlenme şansımız oluyordu. Bu zorlu şartlarda güzel bir sinerji yakaladık ve olimpiyata gittik.

"Orada düştük, kalktık; kazandık, kaybettik ama hep bir arada durduk ve sadece birbirimizleydik."
Tokyo'da açılıştaki Çin maçı herhalde sizlere büyük bir özgüven aşılamıştır. Zira son olimpiyat şampiyonuna karşı verilen nefis bir mücadele vardı…
Çin maçı, Naz ve Eda Abla hariç hepimizin olimpiyatta çıktığı ilk maçtı. Heyecanlıydık ve Çin'in nasıl bir takım olduğunu da biliyoruz. Son olimpiyat şampiyonu, iki yıldır hiçbir turnuvada yer almayarak olimpiyat için hazırlanmış bir takım... Soyunma odasında Giovanni şöyle söyledi: "Mükemmel. Çünkü çoğunuz için bu ilk olimpiyat ve Çin dünyanın en iyi takımlarından biri, son olimpiyat şampiyonu." Eğer biz Rusya veya Arjantin maçıyla başlasaydık üstümüzde bambaşka bir stres olacaktı çünkü bunlar gruptan çıkmak için kazanmamız gereken maçlardı. Giovanni rahat olup o sahnenin keyfini çıkarmamızı istedi. Maça servis kaçırarak başladım ama sonra bir baktım ki Çin'le başabaşız. "Ne oluyor?" diye düşündüm. Eda Abla "Bu maçı kazanacağız, böyle devam" dedi. O ânı hiç unutamıyorum. Üçüncü sette Ebrar'ın (Karakurt) "Şaka mı bu? Ne yapıyoruz biz?" dediğini hatırlıyorum bir de... Olimpiyat elemelerinde bizi 3-0 mağlup eden Çin'i 3-0 yenmiştik. Bambaşka bir histi.
Bir başka dev, ABD'yi de yenme noktasına gelmiştik...
Duygusal olarak arada kalıyorsun böyle maçlarda. Bu kadar iyi oynadığımız için sevinsem mi, yoksa kazanamadığımız için üzülsem mi? O maçta 2-0'dan dönmüş ama 3-2 kaybetmiştik. Sanırım grupta bir tek İtalya'ya karşı istediğimiz gibi oynayamadık ama ABD maçını kazansaydık… Gerçi çeyrek finalde Güney Kore'yle karşılaştık. Olimpiyatta bundan daha iyisi olur muydu, emin değilim.
Herkes öyle düşünüyordu zaten... Bu iyi kura durumu farklı bir baskı getirdi mi?
Çin'e karşı o maçı kaybetseydik bir şey değişmeyecekti ama Güney Kore maçını kazansak ya da kaybetsek bambaşka şeyler olacaktı. Aslında çok da iyi başlamıştık. Her şey yolunda gidiyordu. Sonra biz istediğimiz gibi oynayamadık, Kim de (Yeon-koung) bambaşka bir seviyeye çıktı. Sağa geçiyoruz, sola vuruyor; sola geçiyoruz, sağa vuruyor... Tabii bu bir bahane değil. O maçı kazanmamız gerekiyordu. Kendi adıma konuşayım. 2-1 öne geçtiklerinde baskıyı hissettim. Kendi kendime "Bu maçı kaybedemeyiz, bu maçı kazanmak zorundayız" diyordum. Sanırım bu düşünce ayrı bir tansiyon yarattı. Biz 2018'den beri Güney Kore'ye karşı oynadığımız hiçbir maçı kaybetmedik diye biliyorum. Olimpiyat çeyrek finalinde karşımıza geldiler ve kazansak ilk dörde girecektik.
Enerji ve Hırs
Sayı sonrası sevinçlerim çok konuşuluyor. Geçmişte rahatsız olan çok insan vardı. "Senin yüzünden maçı terk etmek zorunda kaldım" gibi mesajlar dahi aldım. Sanırım bazıları için itici duruyorum. Beni sevmeyenler böyle düşünüyor olabilir ama bu içimden gelen, maçtaki hislerimle alakalı bir şey. Sayı alındığında o kadar seviniyorum ki… Hangi turnuvayı oynarsak oynayalım, bir sayı bile çok önemli. Ben küçükken de böyleydim. On yıl önceki Cansu'yu açıp izlesek yine aynı şekilde seviniyorum, bağırıyorum, çığlık atıyorum. Sahada olmaktan o kadar mutluyum ve keyif alıyorum ki bu benim sevincime yansıyor. Eğer tam tersi şekilde davranmaya kalkarsam sahadaki Cansu olamam. Hatta Giovanni bana "Seni sahada koşarken görmek istiyorum" der. Çünkü sahada koşuyorsam, turluyorsam hem takım adına hem de kendi adıma işler yolunda demektir. Bunun takıma ayrı bir enerji getirdiğine inanıyorum. Kendimi seviyorum, sahada böyle olmayı seviyorum...
Kazanmak zorunda olmak düşüncesi tansiyon yaratıyor ve sahada kolaylıkla yapacağın herhangi bir aksiyonu etkileyebiliyor herhalde. Karar mekanizmanın zedelendiğini hissettin mi?
Evet. Son seti hatırlıyorum, skor 13-10'du ve içimden "Bir şeyler yapmam lazım" diyordum. "En iyi paslarımı atmalıyım, herkese skor yapabileceği bir imkân yaratmalıyım" ya da "Öyle bir tercih yapmalıyım ki bloktan kaçmalıyız, her şeyi çok net görmeliyim" gibi düşünceler hâkimdi. O anlar normalde olduğu gibi değildi. "Etkilenmedim" dersem yalan söylemiş olurum. Hissettiğim stres, yapabileceğimin bir seviye altına itti beni.
Güney Kore mağlubiyeti sonrası tekrar gördük ki göz önünde olmak; performans yüksek olduğunda çok fazla övgü, performans düştüğünde bolca tepki görmek anlamına gelebiliyor. Özellikle de sosyal medya bu anlamda inişli çıkışlı yorumlara ev sahipliği yapıyor. Sana pasörlük, Guidetti'ye hocalık, Ebrar'a smaç vurmayı öğreten yorumlardan etkilendiniz mi?
Önceden yorumları okuyordum, moralimi bozmuyordu dersem yalan olur. Sonra anladım ki bizi çok fazla insan izliyor ve herkesin voleybolla, bizimle alakalı bambaşka fikirleri var. Sevenimiz, sevmeyenimiz var. Kazandığın zaman güzel yorumlar gelecek ama kaybettiğin zaman... "Ben böyle bir pasör müyüm? Gerçekten o kadar kötü müyüm?" gibi düşünmeye başladığım zamanlar oldu. Ben hep şuna inanıyorum, gerçekten izleyenler bizim orada her şeyden önce ne kadar emek verdiğimizi görüp saygı duyuyordur. Neyse, artık yorum okuma işini geride bıraktım. Antrenörüm mutlu mu? Takımımla iyi miyim? Kazanıyor muyuz? Bunlar benim için daha önemli… Tabii kimsenin hakkını yemek istemiyorum, olimpiyat sonrası çok güzel geri dönüşler de aldık. Mesela Giovanni, Çeşme'de yürüyememiş, herkes durdurup tebrik etmiş. Aynı şekilde denizde yüzerken yanıma gelip "Sizinle gurur duyuyoruz" gibi şeyler söyleyenler oldu. Bu insanı çok mutlu ediyor, yaptığımız şeyle gurur duyuyoruz.

"Artık yorum okuma işini geride bıraktım. Antrenörüm mutlu mu? Takımımla iyi miyim? Kazanıyor muyuz? Bunlar benim için daha önemli…"
Bu kadar yoğun duyguların ardından tekrar bir büyük turnuva oynamak, 2021 Avrupa Şampiyonası'nda favorilerden biri olarak sahaya çıkmak ne kadar zordu?
Tabii gruptaki rakiplerimiz çok sert değildi. Yenmemiz gereken takımlar olarak gözüküyordu belki ama o psikoloji ile sahaya çıkmak zor. Özellikle de Güney Kore maçından sonra... Romanya'ya da ilk seti kaybederek başladık. İlk maçın heyecanıydı, silkelenip kendimize geldik. Sonrasında ülkece bir sinerji oluşturduk. Belediyeler tarafından dev ekranlar kurulmuş maçlarımız için. Geçmişte futbol için yapılan şeylerdi bunlar ve artık voleybol için yapılıyor. "Biz ne kadar güzel şeyler yapıyoruz" diye kendi aramızda da konuştuk çokça. Nitekim yarı finale kadar bu güzel enerjiyle ilerledik…
2015'teki üçüncülük maçı, 2017'deki yarı final, 2019'daki final derken 2021'de de karşımıza Sırbistan engeli çıktı. Avrupa düzeyinde sürekli olarak aynı rakipte takılmak sizde nasıl bir etki bırakıyor? Bu bir eşleşme sorunu mu, yoksa bir mental blokaj mı?
Belki bir eşleşme sorunu diyebiliriz ama bence ortada mental bir engel yok. Sonuçta bu maçlarda her şey olabiliyor. Belki bir sonraki Avrupa şampiyonasında yine Sırbistan ile karşılaşacağız. Ben "Geçen maç Sırbistan'a yenilmiştik, yine aynısı olur mu?" gibi düşünemem. Son yarı finali kazanabilirdik. 2-0 olabilecek maç elimizden kaçıp bambaşka bir yere geldi. Yine de iyi savaştık çünkü binlerce rakip seyirci vardı salonda. Dediğim gibi, mental bir sorun değil ama artık Sırbistan çıkmasa da olur. (Gülüyor.)
2021 yazı nasıl bir tecrübe oldu, kulüp sezonu başlarken şöyle bir geriye dönüp bakınca ne şekilde değerlendirirsin?
Olimpiyat hem çok güzeldi hem de zordu. Süper başladık ama istediğimiz gibi sonlandıramadık. Güney Kore maçından sonra kampa döndüğümüzde "Avrupa Şampiyonası'nda madalyayla bitirmek istiyoruz" dedik, öyle de oldu. Orada da belki en tepeye ulaşamadık ama hep birbirimizin elinden tuttuk. Bunu laf olsun diye söylemiyorum. Dört ayımız birlikte geçti ve emeklerimizin karşılığını almak istedik. Olimpiyattan dönünce bıkkın, yorgun olabilirdik, takımca ayrı düşebilirdik ama bunu yapmadık. Avrupa Şampiyonası'nda yarı finalde kaybettik ama Hollanda'ya karşı bronz madalya maçında yine tam bir takımdık. İstisnasız şekilde, sahaya her çıktığımızda beraber durduk. Bu takımdaşlığı derinden hissettim.