Aykırı

16 dk

Ergin Keleş, yıllardır Türk futbolunun içinde. Ama kitlelerin ilgi odağı olması, 29 Ekim'deki samimi mesajıyla gerçekleşti...

Trabzon Lisesi, 2003 Dünya Şampiyonluğu, gol krallığı... Hikâyenizin başladığı noktayı biliyoruz, peki bize bilmediğimiz bir detay verebilir misiniz?

Şampiyon olduk, sekiz maçta 10 gol attım. Dönünce Ankara’ya gittik ödül törenine, yaşım 16 falan. Herkes orada, o dönem başarı kazanan herkes; Sinan Şamil Sam, Filenin Sultanları, basketbolda bir başka okul takımı...

Kimden ödül alacağız? Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni başbakanı Recep Tayyip Erdoğan... Kendisi ile ilk karşılaşmam. Geldi, tebrik etti beni. Yanında dönemin yetkililerinden biri var; “Sayın Başbakanım,” dedi, “Ergin de gol kralı oldu.” Bana döndü tekrar, “Kaç tane gol attın?” diye sordu. Dedim ki “Sekiz maç, 10 gol.” Baktı, “Az atmışsın,” dedi, “ben daha çok atardım.”

Aradan 14 yıl geçti... O günden bugüne kadarki süreci hayaller/gerçekler skalasında değerlendirmenizi istesem...

Her insan kusursuz hayaller kurar, kusurlu hayaller kuran birine pek rastlamadım. Ben de daima kendimi olur olmadık, saçma sapan yerlerde hayal ettim. Ama nerede hata yaptım, biliyor musun? Futbolcu olmama rağmen, bazen kendimi Formula 1 aracının direksiyonunda hayal ediyordum mesela ya da ne bileyim, bir boksör olduğumu düşlüyordum. Saçmalık...

Elbette futbola dair de şahane hayallerim vardı, tabiri caizse gökyüzüne sıfır hayaller. Ama bugün bana “Ergin, hangi noktadasın?” diye sorsan, “Artık ayaklarım yere basıyor” derim. Gökyüzünde kalamadım ben. Peki bu, hayallerimin bittiği anlamına mı geliyor? Asla. Yenilerini kurmaya devam ediyorum.

Sizi gökyüzüne sıfır noktasından alıp ayakları yere basar hâle getiren neydi peki? Gökyüzünde bir hayat kuracak yeteneğe sahiptiniz aslında...

Belki de sahip değildim... Kendimin farkına vardığım zaman, aslında hiçbir şeyin hayal ettiğim gibi olmadığını anladım. Mesela, bir erkek çocuğu ne zaman büyür?

Ergenlikle beraber olabilir mi? Ya da evden ayrıldığında?

Bence ilk hayal kırıklığını yaşadığı zaman büyür... Ben ilk hayal kırıklığıma uğradığımda 17-18 yaşımdaydım. O zaman büyüdüğümü anladım. Dedim ki: “Evet, kurduğum hayaller ile gerçekten sahip olabileceklerim arasında dağlar var.”

Ne oldu 17-18 yaşında?

Trabzonspor altyapısındaydım, öncesinde liselerarası dünya şampiyonluğu, gol krallığı, biliyorsun... Birçok takım vardı peşimde, Hollanda’dan falan... Tam o dönemde, Trabzonspor altyapısından kiralık olarak Akçaabat Sebatspor’a gönderildim. Ertesi gün yerel gazetelerden birini açtığımda şöyle bir haberle karşılaştım: “Dün PSV Eindhoven’a gidecekti, bugün Akçaabat Sebatspor’da!” O gün kendi kendime “Haa, demek ki hayatta her şey hayal ettiğimiz gibi olmuyor” dedim. Ama şunu da öğrendim; hayalsiz insan, çok zayıf bir varlık. Benim de artık bambaşka umutlarım var. 14-15 yaşlarımda futbolculuğa dair kurduğum hayalleri yakalayamadım ama bunları yakalayacağım.

Trabzonlu bir çocuk olarak, sanırım Fatih Tekke hayranıydınız, doğru mu?

Âşıktım ona ya! Onun gibi topa vuracağım diye futbol hayatımdan beş yıl gitti benim. A takımla antrenmanlara çıkarken odamda hâlâ posterleri vardı. İdmana çıkıyordum, karşımda Fatih Tekke! Ankaragücü’nde oynarken oda arkadaşı olduk sonra.

Ya bir kez daha hayal kırıklığına uğrarsanız? Yine mi büyüyeceksiniz?

Sanırım bu kez yaşlanacağım... Doğru zamanda, doğru yerde, doğru insanlarla buluşmak diye bir şey var ya, gerçek o. Mesela, Ümit Milli Takım’da çok parlak bir dönem geçiriyordum. Trabzonspor’da da Ziya Doğan’la çalışıyordum. Başarılı bir teknik adamdı ama o kadar farklıydık ki... Mesela benden sürekli koşmamı, pres yapmamı istiyordu. Ben de onları yapan bir oyuncu değildim.

Bir gün hiç unutmuyorum; yerel gazetelerden bir muhabir bana dedi ki: “Ümit Milli Takım’a gidiyorsun, gol atıyorsun ama Trabzon’da o çıkışı yapamıyorsun bir türlü.” Ben de adama dedim ki: “Çünkü orada her maç oynuyorum. Trabzonspor’da ise ancak son 5-10 dakikalarda süre buluyorum.” Ziya Hoca duymuş tabii bunu... Ertesi hafta Konyaspor’la oynuyorduk, maçtan önce beni yanına çağırdı, “Al işte sana fırsat veriyorum, çık oyna hadi, al formayı git” dedi. İlk 11’de başladım o gün, 45. dakikada oyundan alındım, skor 0-0’dı. Böyle olunca kırılıyorsun işte, gerçek anlamda kırılmadan bahsediyorum.

Belki bir gol atsanız o gün...

Tabii canım, hayatta böyle çok an var; bunları kırılmadan geçtiğinde bir üste adım atabiliyorsun. Ama şimdi kalkıp böyle dilek-şart kipleriyle falan konuşmak da saçma; geçmiş sonuçta, tarih yani. O dönem başka bir hoca olsaydı, belki bir gol atsaydım, belki oyundan çıkmasaydım...

Arda Turan’ın M. Boleslav maçı misal...

Yanlış hatırlamıyorsam o maçtan iki-üç gün önceydi; ben, Serdar (Özkan), Arda oturuyorduk beraber, yanımızdan çağırdılar onu, biliyor musun? Biri kadrodan mı çıkmıştı ne, öyle bir şeydi. Gitti, iki gol attı o maçta. Sonrası malum...

Türkiye’de birçok sporcunun profesyonelliğe geçişte kaybolmasının sebebi nedir peki?

Aynısını Sunay Akın sordu bir gün bana, “16-17 yaşına kadar, çocuklarımız eğitim hayatının bir şekilde içindeler ve az ya da çok kitaplarla haşır neşirler. Ama ne zaman lise bitiyor, çocuklar düşüşe başlıyor. Alakası olabilir mi?” dedi. Düşündüm ve hak verdim... Yani lisenin bitmesiyle birlikte, sosyal hayatlarımız da sona eriyor aslında. Başka insanlarla görüşemez hâle geliyor, futbol dünyasının içine sıkışıp kalıyoruz. Akvaryum gibi... Oysa edebiyat ya da tiyatro gibi alanlar, insana başka dünyaları gösterebiliyor. Kitap mesela; sana hayal etmeyi, iletişim kurmayı öğretir, özgüven verir, problem çözme yeteneğini geliştirir. Tabii buradaki kritik sorunlardan biri de bizi doğru alanlara yönlendirecek insanlar bulmakta zorlanmamız.

Hatta doğruyu geçtim, belki de en yanlış yönlendirebilecek insanlarla beraber olmanız...

Dikkat et, birçok futbolcunun yanında, tabiri caizse 'yancı' denen tipler vardır; adamı güldürür, onunla vakit geçirir... Ben böylelerini hayatımdan çıkarmaya son üç-dört yılda başlayabildim.

18 yaşında bu farkındalık nasıl olacak?

Çok okuyacak, inanılmaz okuyacak. Fenerbahçe maçının devre arasında top toplayıcı çocuklarla sohbet ediyordum, “Siz tiyatroya gidiyor musunuz?” dedim, “Yok abi”, “Kitap okuyor musunuz?”, ona da “Hayır abi” dediler. “Sizden futbolcu olmaz” dedim ben de... Kendi fark etmiyorsa birileri ona doğruyu gösterecek. Kulüplerin bu konuda inisiyatif alması lazım ama kimse bunlarla uğraşmıyor, maalesef.

Ve sana çok önemli bir bilgi daha vereyim. Bir futbolcu, 18-23 yaşları arasında âşık olmayacak. Asla. Âşık olanların yüzde 90’ı kırılıyor çünkü...

Onları beş yıllığına bir odaya mı kapatalım yani?

Sevgi verin bize ya! (Gülüyor.)

Sunay Akın sizin için “Kitap dolu bir insan” ifadesini kullanıyor...

Açıkçası ben öyle çok da kitap kurdu biri değilim. Her normal Türk vatandaşı ne kadar okumalıysa o kadar okuyorum. Ama memleketimizde okuma oranı o kadar düşük ki... Normal kitap okuyan biri, Sokrates gibi geliyor insanlara.

Futbolcularla ilgili kitap okumadıklarına dair bir genel algı var, doğru mudur?

Genel olarak böyle bir algı var ama futbolcular da bu algıyı yıkma adına son dönemde gerçekten çaba gösteriyor. Benim asıl rahatsız olduğum, meslektaşlarım hakkındaki ‘cahil’ ya da ‘sonradan görme’ gibi yakıştırmalar. Hayatı boyunca kendi parasını kazanmamış, mücadele etmemiş, hayal kırıklığına uğramamış insanların kalkıp da “Futbolcular cahil ya, iki kelime edemez bunlar” demesine tahammül edemiyorum.

Düşün; sen burada emek veriyorsun, bir dergi çıkarıyorsun, değil mi? Affedersin, hayatında hiçbir bok yapmamış bir adam senin hakkında böyle şeyler söylese deli olmaz mısın? “Sen ne yaptın abi? Sen şu koca hayatında ne yaptın da bana böyle konuşma hakkını buluyorsun kendinde?” demez misin? Dersin... Sonra “Eleştiriye açık ol” diyorlar, ben değilim abi. Böylesine değilim en azından.

Türkiye’de yetişen futbolcuların genellikle sosyo-ekonomik düzeyi düşük ailelerden geldiği malum. Bu ortamda, önceden eline hiç para geçmemiş bir çocuğa 18 yaşına bastığında çuval dolusu para verirsen saçmalar yani, saçmalayabilir, normaldir. Ne bekliyorsun ki başka?

Öyle... Elime ilk büyük para geçtiğinde ne oldu, biliyor musun? Sakaryaspor’a gittim kiralık, 19 yaşındaydım, ilk sözleşmem... Peşinat aldım, nakit, o zamanın parasıyla 75 bin lira mı ne... Hemen babamı aradım. Neden babamı aradım? Çünkü zamanında lisede dünya şampiyonu olduğumuzda her gittiğimiz yerde altın veriyorlardı bize, o zaman anneme soruyordum “Ne yapayım?” diye, o da “Altın bozulmaz, çabuk getir saklayalım” diyordu. Üç oldu, beş oldu, sonra bir gün babama sordum, “Boz ya” dedi bana. Bu yüzden, o gün de babamı aradım. “Baba, ne yapayım bu parayı?” dedim. Durdu, “Ye oğlum,” dedi, “Ne yapacaksın ki başka? Ama güzel ye...” Ben de o parayı öyle güzel yedim ki...

Nasıl mesela?

Para yemek sanattır. Ben de Ergin Keleş olarak, para yeme sanatını iyi icra eden insanlardan biriyim. Çok iddialıyım bu konuda.

Merakım geçmedi; 75 bin lira ne oldu?

Abi genciz işte o zaman, nasıl yiyeceğiz? Anla işte... Ama için rahat olsun, sonuna kadar hakkını verdim.

İyi para yediğinizi öğrendim, iyi yapmadığınız bir şey söyler misiniz?

İyi gol atamıyorum ya... Hâlbuki benim için nefes almak gibi ama uzun süredir nefesimi tutuyorum.

Sizi hiçbir takımda uzun süre izleyemedik. Niçin?

Çünkü problemli oyuncuyum. Bizim memlekette insan niye problemli olur?

Konuşunca, fikrini dile getirince...

Hah, işte ben de o yüzden problemli oyuncuyum. Her yerden gönderilirim ben.

11 takım... Kimse mi anlamadı sizi?

Artık anladılar galiba, baksana iki yıldır Sivas’tayım, göndermediler. Adanaspor’da şampiyon oldum mesela, üç defa gönderildim. Bir adam aynı takımdan üç kez gönderilir mi ya?

Kulakları çınlasın, Bayram Akgül, Adanaspor Başkanı. Kendisini çok severim, abi-kardeş gibiyizdir ama camiada eli sıkı biri olarak bilinir. Prim falan vermez pek. Bir gün geldi, topladı bizi, “Şöyle istiyorum, böyle istiyorum” diye anlatmaya başladı. Ben de araya girdim. “Başkan,” dedim, “Tamam, senin burada güzel bir bahçen var, çiçeklerin var, gülün, menekşen... İyi de ne güneş veriyorsun onlara ne su, nasıl olacak böyle?”

Kullanıldığınızı düşündünüz mü hiç? “Biz bunu söyleyemeyiz ama Ergin söyler” diye öne atıldığınızı hissettiniz mi?

Tabii, tabii... Futbolcular toplu tavır alacaklarını söyleyip “Hepimiz şöyle böyle yapacağız” derse bil ki hiçbir şey yapmayacaklar. Çoğu fos çıkacak, muhabbet de birilerinin üstüne kalacak...

Zamanında Diego Forlan’ın bir fotoğrafı üzerine kendi kafanızı koyarak bir paylaşımda bulunmuştunuz. Bir şaka mıydı bu?

Ya, ben yapmadım onu... Yusuf Randa ve Oğuz, Hakan Kutlu’nun ekibinden ikisini de çok severim ama Allah belalarını versin. Çok açık söylüyorum. Gaziantep’teydik, sezonun bitimine iki ay falan var. Gittim Yusuf’a, “Yaz yaklaşıyor, bana program hazırla, dönüşte böyle olayım” dedim ve Forlan’ın fotoğrafını gösterdim; six-pack’ler falan, tam istediğim gibi... Yusuf’un yanında da fırlama Oğuz var. 10 dakika sonra mesaj attı Yusuf, “Al abi, istediğini yaptım.” Bir baktım, Forlan’ın kafayı çıkarıp benimkini koymuşlar. Ben de çok güldüm, aldım Instagram’a koydum, altına da “E biz de boş değiliz” falan yazdım. Ciddiye aldı abi millet!

Siz hep ihalenin yüklendiği taraf oldunuz yani?

Ben daima karşımdaki insan bana net olsun istedim. Mesela Adanaspor’da kadro dışı kalma muhabbetim var... Akşam tesise giriyordum, geç bir saat. İsmini vermeyeyim, o zamanki hocamız gördü beni. Yanına çağırdı, “Nereden geliyorsun?” diye sordu. Ben de “Dışarıdaydım, balık yedim” diye cevapladım. “Başka?” diye üsteledi, “İki duble de rakı içtim” dedim. Sonra oturduk, yarım saat muhabbet ettik. Güldük, eğlendik, “Tamam,” dedi, “Çık yat.” Sabah 9’da uyandım, hocanın odasına çağırdılar beni. Gittim. “Kadro dışısın” dedi bana. Sonra başkan falan girdi araya, halloldu mesele. Ama ne diyeyim abi şimdi? Ben sana yalan söylemeyi bilmiyor muydum? “Sinemadaydım” der geçerdim, nedir ki?

Sırf bu yüzden, Hakan Kutlu’yu çok severim. Gaziantep Belediye’de beraber çalıştık. Bir maçta yardımcılarından biriyle tersleştim. Ben de sütten çıkmış ak kaşık değilim yani. Sonraki sabah beni çağırdı, dedi ki: “Güzel kardeşim, gidişatını beğenmiyorum. Tavırlarından ve performansından dolayı da seninle çalışmak istemiyorum. Ayrılmanı rica edeceğim.” Elini sıktım adamın, anlatabildim mi?

Bir teknik adam için de 25 futbolcuyu idare etmek, hepsini kazanmaya çalışmak zor olmalı...

Kazanamazsın, mümkün değil. Savaşlar zayiat vermeden kazanılmaz.

Siz de genelde zayiat tarafındaydınız...

Genelde öyle ama futbol hayatımın son dört yılından çok memnunum. Son iki yılda şampiyonluk yaşadım, yeniden Süper Lig’i yakaladım, Sivasspor’dayım. Çok şans bulamıyorum belki ama bu da benim şanssızlığım yani. Ligdeki bazı takımların forvet hattına bakıyorum, sonra dönüyorum bizim takıma, önümdeki adam Kone ya! Çok iyi abi adam.

Malum tartışmaya gireyim o zaman; yabancı sınırı meselesi...

Yabancı futbolcuya asla karşı değilim. Elbette gelsin ama fırsat eşitliği olsun. Kimse getirdiği yabancıyı illa oynatmak zorunda hissetmesin kendini, ona beş maçlık bir kredi tanırken yerli oyuncuyu 10 dakika sahaya atıp “Al sana şans” demesin. Misal; Türkiye’deki tüm yerli oyunculara sor, hepsi yabancı hoca ile çalışmak ister çünkü yabancı hoca, herkese yabancıdır.

İşin bir tarafı bu olsun ama toplamı o kadar da basit değildir herhâlde, değil mi? Oyuncu üretemediğimize katılmıyor musunuz?

Ya üretemediğin ortada zaten ama ben diyorum ki ürettiğin de fırsat bulamıyor. Kaç yıldır bu ligdeyim, kaç tane yabancı oyuncu ile çalıştım... Diyorlar ya, yabancılar çalışıyor da bizimkiler çalışmıyor. Yok abi öyle bir şey, yabancı ne kadar çalışıyorsa Türk de o kadar çalışıyor, emin ol. Ben sana bir soru sorayım... Büyükleri çıkar, son 3-4 yılda Anadolu takımlarından aklından iz bırakmış beş tane yabancı sayabilir misin bana?

Bursaspor’dan Batalla geliyor aklıma ama bir anda beş tane sayamadım.

Yok çünkü... Futbolcu olarak ben de iyi oyuncuyla oynamak istiyorum, şüphen olmasın. Öylesi beni de yukarı çekiyor sonuçta.

Trabzon, bu ülkenin en uçlarda yaşayan şehirlerinden biri. Siyaseten baktığımızda da sağın ve solun en uç noktalarına rastlamak mümkün. Siz Trabzon’u nasıl anlatırsınız?

Ben size bir soru sorayım; Trabzonluların ve Karadenizlilerin en güzel tarifini kim yapmıştır? (Kısa süreli bekleyişin ardından) Cevap yok mu? Bunu da dergiye yazın hadi; “Bize sordu, biz de bilemedik” deyin. Tamam mı? Hadi o zaman bir ipucu...

İpucundan sonra da bilemezsek “İpucuna rağmen bilemedik” diye de ekleyeyim mi?

Tabii, tabii! Veriyorum ipucunu; Pablo Neruda, bu adam için şiir yazmıştır...

(Uzun bir bekleyiş) Nazım Hikmet?

Nazım Hikmet, Kuvayi Milliye Destanı’nda yanlış hatırlamıyorsam, şöyle demiştir: “Bunlar, uzun eğri burunlu ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki sırtı lacivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin zaferi için, hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler.” Biz öyleyiz. Sevdiğimiz, tutkunu olduğumuz şey için, hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin, evet, ölebiliriz.

Türk futbol camiasının son yıllarda kendinden nefret ettirmek için neredeyse her şeyi yaptığına katılır mısınız peki?

Galiba rahmetli Süleyman Demirel’in sözüydü: “Galibiyetlerin, zaferlerin sahibi çoktur; mağlubiyetler yetimdir.” Başarısızlık zamanları, her daim birileri yetim kalır, suçlanır, hedef olur ve birbirinden nefret eder. Başarı gelse bunları konuşmazdık ama başarısız olduk. Dipteyiz ve hâlâ birbirimizi öldürmeye çalışıyoruz.

Ben kendimi bildim bileli herkes Türk futbolunun problemlerini konuşur. Hep aynı muhabbetler. Bu ne zaman değişir? Türk futbolu tamamen yerin dibine batarsa değişir. Çünkü biz kapımızın önünde düşmanı görene kadar harekete geçmeyen bir milletiz. Bu yüzden, tam anlamıyla bir yıkım yaşamamız lazım.

Yıkılacağını düşünüyor musunuz?

İki-üç adım var, çok uzak değiliz.

Futbolla ilgilinen insanlar sizi tanıyor ama 29 Ekim’deki maç öncesi konuşmanızda verdiğiniz Cumhuriyet ve Mustafa Kemal Atatürk vurgulu mesaj, sizi kitlelere tanıttı. Kendinizi o kadar akıcı ve düzgün ifade ettiniz ki… Hazırladığınız bir konuşma mıydı, içinizden mi geldi?

Bu kadar konuştuk, o cümleleri bir yerden okumadığımı anlamışsınızdır herhâlde. (Gülüyor.)

O röportaja ben gitmeyecektim. Maçtan önce kulübede muhabbet ediyorduk. Medya sorumlusu geldi, “Röportaja adam lazım” dedi. Birini yolladık ama sonra bir problem olmuş, başka birini çağırdılar. Sonunda da ben gittim.

Konuşurken “Bugün 29 Ekim ya” dedim içimden, sonra da bunu dile getirdim. İşin üzücü tarafı, bunun gündem olması. Acayip üzüldüm, biliyor musun? İnsanın kendi bayramı, kuruluşu, kurtuluşu, özgürlüğü… Ne diyecektim ki başka?

Bunun normalde o kadar doğal ve sıradan bir şey olması gerekiyor ki aslında bunu söylemeyen insanların gündeme gelmesi lazım. Bağımsızlığım bu benim ya! Bundan daha gururlu hangi günüm var? Ben kutlarım abi, yarın yine kutlarım.

Son sorum: Yarın sabah uyandığınızda, hangi derdinizden kurtulmuş olmayı isterdiniz?

Valla Kone’den kurtulmayı çok isterdim!

Socrates Dergi