
Spor Değil, Trajedi...
10 dk
Ernest Hemingway, genç bir gazeteci olarak 1923’te ilk kez boğa güreşi izlemeye gitti ve yaşamla ölümü orada en şiddetli hâliyle gördü. Sonra, yazdı...
“Boğa güreşleri insanla hayvan arasındaki savaşı sembolize eder ve üç parçadan oluşur: Giriş, boğa güreşçilerinin ringe çıkışı ve boğanın ölümü..” Toronto Star, 20 Kasım 1923’te Ernest Hemingway imzasıyla yayımlanan yazıyı okuyucularına böyle bir girişle vermiş. O dönem henüz kitap çıkarmamış olan Hem’in erken dönemi bu. Lakin yazıya baktığınızda sonraki yıllarda etrafında dolaştığı temaların çoğuna rastlıyorsunuz. Basit ama etkileyici bir üslup, metinde nefesini hissettiren bir yazar ve en saf hâliyle ifade edilen, acımasız gerçekler...
Genç kalem için boğa güreşleri bir spor değil, trajediydi ve orada başka bir şey görüyordu. 1926 tarihli romanı Güneş de Doğar’da da yer verdiği ama esas Öğleden Sonra Ölüm’de incelediği bu trajediye duyduğu ilgiyi bir keresinde şöyle açıklamıştı: “Şimdi savaşlar da bittiğine göre hayat ve ölümü, şiddetli ölümü görebileceğiniz tek yer boğa güreşi ringi…” Arkasından da şöyle devam etmişti: “Yazmayı öğrenmeye çalışıyordum ve bunun için en basit şeylerden başlamalıydım, hayattaki en basit şeylerden biri de -aynı zamanda en temelişiddetli ölümdür.”
Kitapları dilimize Bilgi Yayınevi tarafından çevrilen Hemingway’in neredeyse bir asır önce kaleme aldığı bu yazıyı kısaltılmış hâliyle huzurlarınıza sunuyoruz.
Paris’te ilkbahar vaktiydi ve her şey biraz daha güzel görünüyordu. Mike ve ben, İspanya’ya gitmeye karar verdik. Strix Restoran'daki menünün arkasında Strater (Yukarıda Mike mahlasıyla anılan ressam Harry Strater) bize güzel bir harita çizdi. Aynı menüye, Madrid’de en büyük uzmanlığı süt kuzusu domuz rosto olan bir restoranı, Via San Jeronimo’da boğa güreşçilerinin kaldığı pansiyonu ve Prado Müzesi'nde Greco’ların asılı olduğu yerlerin planını de not etti.
Menü ve eski kıyafetlerimizle, son derece hazır vaziyette, İspanya yoluna çıktık. Amacımız, boğa güreşlerini görmekti.
Sabah saatlerinde Paris’i terk ettik ve ertesi öğlen Madrid’e vardık. Aynı gün, öğleden sonra 4.30’da ilk boğa güreşimizi gördük. Biletlerimizi almamız iki saat sürdü. Karaborsacılardan tanesi 25 pesetaya iki bilet aldık. Stadyumda biletler bitmişti. Barrera koltuklarına sahiptik. Bunlar, karaborsacıların İspanyolcalarıyla ve kırık Fransızcalarıyla anlattığı üzere, ringin kenarındaki ilk sıranın biletleriydi; tam olarak kraliyet koltuklarının altında, boğaların çıktığı kapının karşısında konuşlanıyorlardı.
Plaza de Toros’taki boğa güreşi arenası açık bir alanın sonundaki sokakta dikilen büyük, kahverengi tuğlalardan oluşan bir amfiteatrdı. Etrafında sarı ve kırmızı İspanya bayrakları asılıydı. Araçlar geliyor ve insanlar otobüslerden çıkıyordu. Kapının etrafında dilenciler vardı.
İçeride herkes ringin etrafında duruyor, konuşuyor ve tribünlerdeki kızlara bakıyordu. Gelenlerin bazılarında olan biteni daha iyi görebilmek adına dürbün vardı. Biz koltuklarımızı bulurken seyirciler de ringi terk etti ve tribünlerdeki beton yerlerine geçti. Ring yuvarlaktı -aptalca gelebilir ama boks ringleri karedir- ve yerler kumdu. Ringin etrafı, insanların üzerinden atlayabileceği uzunlukta kırmızı bir çitle çevriliydi.
Amfiteatr içerisinde koltuklar doluydu. Arena boşaltılmıştı. Uzak tarafta Orta Çağ kostümlü dört kişi dikiliyor ve trampetlerini çalıyordu. İçeri beyaz kadife ceketli, fırfırlı yakalı dört atlı girdi ve parlak bölümlere doğru yol aldı. Dört atlının arkasından boğa güreşçileri alayı çıktı. Müzikle geldiler ve girişe hazır şekilde sıralandılar. Ön sırada üç espada ve öğleden sonra altı boğa öldürmekten sorumlu altı torero vardı.
İpek kumaştan yapılan sarı ve siyah kostümleri ‘toreador’a sarılı şekilde çıktılar, altın nakış, pelerin, ceket, tişört ve gömlek, diz pantolonu, pembe çoraplar ve alçak topuklu ayakkabılarla tamamlanan bir kostümdü bu. Boğa güreşleriyle pembe çorapların uyumsuzluğu beni hep çarpmıştır. Üç hakemin arkasında -ilk seferden sonra artık kostümlerine değil, yüzlerine bakıyorsunuz- takımlar ve cuadrilla ekibi yürüyordu. Onlar da benzer giyinmişlerdi ama matadorlar kadar görkemli görünmüyorlardı.
Takımların arkasında ise picador grubu vardı. Kasket takan büyük, geniş, kahverengi suratlı adamlar mızraklarını büyük perde direkleri gibi tutuyorlardı. Altlarında öyle atlar vardı ki Spark Plug’ı bir King’s Plate yarışı (Kuzey Amerika’nın en eski at yarışı, diğer adıyla Queen’s Plate) galibi kadar şık ve parlak gösterebilirlerdi.

"Boğa güreşçilerinde profesyonel sporculara özgü hafif bir kamburluk ve doğal bir zarafet vardı."
Boğa güreşçileri başkanın oturduğu yerin karşısından yürüdüler. Profesyonelce, uzun adımlarla ilerliyor, beraber salınırken kıyafetleri dışında en ufak bir teatrallik belirtisi göstermiyorlardı.
Hepsinde profesyonel sporculara özgü hafif bir kamburluk ve doğal bir zarafet vardı. Hatta yüzlerinden profesyonel beyzbol oyuncuları olduklarını çıkarabilirdiniz. Başkanın tarafını selamladılar ve sonrasında barrera’nın etrafına dağılırken görevliler tarafından dağıtılan dövüş pelerinlerini ellerindekiyle değiştirdiler.
Barrera üzerinde duruyorduk. Aşağıda üç matador çitlere yaslanmıştı. Bir tanesi sigara yaktı. Kısa boylu, temiz ciltli bir çingeneydi, Gitanillo, altın renkli ipek bir ceket giyiyordu, siyah şapkasının altından at kuyruklu saçı görünüyordu.
Solumda, Amerikan ayakkabılarıyla oturan hasır şapkalı bir genç adam “O çok süslü değil” dedi.
“Ama bu çocuk boğaları biliyor. O büyük bir katil.”
“Amerikalısın, öyle değil mi?” diye sordu Mike.
“Elbette” diye sırıttı çocuk: “Ama bu çeteyi tanırım. Bu Gitanillo, izlemek isteyeceğiniz biridir. Tombul yüzlü çocuğun adı ise Chicuelo. Boğa güreşlerini çok sevmediğini söylüyorlar ama bütün kasaba onun hakkında çıldırıyor. Yanındaki ise Villalta. Müthiştir.”
Villalta’yı fark etmiştim. Mızrak gibi düzdü ve genç bir kurt gibi yürüyordu. Arkadaşıyla muhabbet ediyor ve gülümsüyordu. Bronzlaşmış elmacık kemiklerinin üzerine büyük bir gazlı bez yapıştırılmıştı. Yanımızdaki Amerikalı, “Geçen hafta Malaga’da kanı döküldü” diye belirtti. Daha sonrasında Cin Şişesi Kralı olarak tanıyıp seveceğimiz bu adam, performanslardan bazılarının sabahın erken saatlerinde sergilendiği günde, hayatımda gördüğüm en tehlikeli dört durumdan birine sadece Bay Gordon’ın favori ürününü (yani, cini) alarak gidip şöyle demişti: “Şov başlamak üzere.”
Arenanın dışında picador’lar eli ayağı tutmayan atlarını bağlamış, sallanan sandalyelerinde düz ve katı bir şekilde oturuyorlardı. Şimdi, üçü hariç hepsi ring dışındaydı. O üçü de barrera’daki kırmızı boyalı çitlerin karşısında duruyordu.
Atlarını çitlere yaslamış, bir gözlerini bantlamış, mızraklarını dinlenmeye bırakmışlardı.
Kadife ceketli ve beyaz yakalı iki görevli ringe geldi. Başkanın oturduğu yere doğru hareketlendiler, başlarını eğerek ve şapkalarını çıkarak selamlarını verdiler. Başkanın oturduğu bölümden bir obje üzerlerine geldi. Görevlilerden biri bunu tüylü şapkasıyla yakaladı. Cin Şişesi Kralı “Antrenman sahasının anahtarı” dedi.

"Boğa hücum etmeye başladı ve ben o an, boğa güreşinin aslında ne olduğunu kavradım."
İki atlı, arenanın etrafında koşmaya ve dönmeye başladı. Bir tanesi anahtarı torero kostümlü adama verdi, ikisi de şapkalarını sallayarak tribünleri selamladı ve ringin dışına çıktı. Büyük kapı kapandı ve sürgülendi. Başka giren olmayacaktı. Ring doluydu.
Tribünler haykırıyordu ama şimdi ortama ölüm sessizliği hâkimdi. Anahtarlı adam demir parmaklıklı, alçak, kırmızı kapıya doğru adım attı ve büyük, kayan sürgünün kilidini açtı. Kapı sallanarak açıldı. Adam arkasına saklandı. İçerisi karanlıktı. Akabinde, karanlık kafesten çıkarken kafasını eğen boğa arenaya geldi. Bir hışımla çıktı; büyüktü, siyah ve beyaz renklerle bezeliydi, bir tondan fazla çekiyordu ve yumuşak şekilde koşmaya başlamıştı. Bir anda güneş onu sarsmışa benziyordu. Donmuş gibi dikildi, kasları ortadaydı, sağlam duruyor ve gözleriyle etrafı izliyordu, ileri bakan boynuzları siyah-beyazdı ve oklu kirpi gibi sağlamdı. Sonra hücum etti. Ve ben o an, aniden boğa güreşinin aslında ne olduğunu kavradım.
Boğa gerçekten inanılmazdı. Tarih öncesi hayvanları andırıyordu, kesinlikle ölümcül ve kesinlikle zalimdi. Bir de sessizdi. Sessizce, yumuşak bir stille saldırdı. Dönerken kedi gibi dört ayağı üzerinde dönüyordu. Hücum etmeye başladığında gözüne kestirdiği ilk kişi sefil durumdaki atlardan birinin üzerinde olan picador’du. Picador, atı mahmuzladı ve uzaklaştılar. Mağlubiyeti kabullenmeyen boğa onun peşinden geldi ve kenardan saldırdı, atı tamamen görmezden gelirken boynuzlarından bir tanesi picador’un kalçasını yırttı, sonrasında da hedefinin eyerleri kaybetmesine ve atın arkasına düşmesine yol açtı.
Boğa yerde yerde yatan adamı umursamadan devam etti. Sonraki picador benzer saldırının şokunu atının üzerinde mızrağı hazır şekilde otururken yaşadı. Boğa ona yandan vurdu, darbeyle birlikte at da binicisi de havaya kalktı ve boğanın arkasına doğru düştüler. Onlar yere düşerken boğa da üzerlerine geldi. Tombul suratlı çocuk, yani Chicuelo, çitlerin üzerinden atladı ve elindeki pelerini boğanın yüzüne doğru fırlattı. Hiç duraksamadan boğa, Chicuelo’ya hücum etti. Çocuk yerinde durdu, topukları üzerinde basitçe geriye yaslandı ve pelerinini bir balerinin eteği gibi geçip giden boğaya doğru savurdu.
“Olé!” diye bağırdı seyirciler.
Boğa hızla döndü ve yeniden hücum etti. Hareket etmeden, Chicuelo performansını tekrarladı. Bacakları sabitti ve bedenini boğanın boynuzlarından çekmiş, pelerinini de sallamıştı.
Tribünler yeniden bağırdı. Çocuk bunu yedi kez yaptı. Her seferinde boğa onu santimlerle kaçırdı. Her seferinde boğanın üzerine gelmesine izin verdi. Her seferinde seyirciler bağırdı.
Boğanın geçişinde pelerinini salladı, arkasından çevirdi ve barrera’ya ilerledi.
Cin Şişesi Kralı, “O pelerinli çocuk” dedi. “Yaptığı harekete 'veronica' denir.”
Tombul suratlı çocuk, boğa güreşini sevmiyordu ama bizim tam aşağımızdaki çitlere karşı dikilirken yedi muhteşem veronica yapmayı başarmıştı. Yüzü ter içindeydi fakat bir yandan da neredeyse ifadesizdi.
Çocuğun gözleri arenaya bakarken boğa da picador’lara hücum etmeyi düşünüyordu. Chicuelo boğayı inceledi, birkaç dakika sonra görevi onu öldürmek olacaktı, kırmızı kumaşı ve ince, kırmızı kılıcıyla boğayı öldürmeye kalktığında da ya o ya da boğa ölecekti. Boğa güreşinde berabere biten savaş yoktur. Öğleden sonrasının geri kalanını ayrıntılı biçimde tanımlamayacağım. Gördüğüm ilk boğa güreşiydi bu ve en iyisi değildi. En iyisini haftalar sonra Navarre dağlarında Pamplona isimli küçük kasabada seyrettim. Pamplona’da 1126’dan beri her yıl altı günlük bir boğa güreşi etkinliği var ve o günlerde her sabah saat 6’da boğalar şehrin sokaklarında, önlerindeki halk yığınıyla birlikte yarışmaya başlar. Her erkeğin ve oğlan çocuğunun amatör boğa güreşçisi olduğu yerde o sabahlarda 20 bin dolaylarında silahsız erkek amatör şekilde dövüşmeye çalışır ve Dublin seçimleriyle eş değer genişlikte bir yaralı listesi ortaya çıkar. Bu, bir yandan Roma kolezyumundan hayatta kalan bir alışkanlık olsa da yine de bir açıklamaya ihtiyaç duyuyor. Boğa güreşi bir spor değildir. Öyle olmaya da hiçbir zaman çalışmadı. Bu bir trajedi. Çok büyük bir trajedi. Ve trajik tarafı, boğanın ölmesi. O da üç perdede sergileniyor.

"Boğa güreşi bir spor değildir. Bu bir trajedir. Ve trajik tarafı, boğanın ölmesidir."
Cin Şişesi Kralı -ki kendisi cin içmiyor- bunları bize spesiyalitesi meşe odununda pişirilen, mantar tortilla ve kırmızı şarapla servis edilen süt kuzusu domuz rosto olan küçük restoranın üst katında anlattı. Geri kalanları da boğa güreşçilerinin Via San Jeronimo’da kaldığı, hatta gözleri çıngıraklı yılana dönen bir boğa güreşçisinin olduğu pansiyonda işittik. Öğrendiklerimizin bir kısmı da İspanya’nın farklı bölgelerinde, San Sebastian’dan Granada’ya kadar gördüğümüz güreşlerden gelmektedir.
Hangi açıdan bakarsanız bakın, boğa güreşi bir spor değildir. Bu bir trajedidir ve insanla hayvan arasındaki savaşı sembolize eder. Genelde dövüşecek altı boğa vardır. Dövüşe ‘corrida de toros’ adı verilir. Bu boğalar yarış atları gibi yetiştirilir, boğa yetiştiricisi eski kuruluşlardan bazılarının mazisi yüzlerce yıla dayanır. İyi bir boğanın ederi 2 bin dolardır ve hız, güç ve kötülük için büyütülür. Yani bir anlamda iyi bir dövüşçü boğa, uslanmaz bir kötü boğadır.
Boğa güreşi bir yandan da fazlasıyla tehlikeli bir meslek. İzlediğim 16 dövüşten sadece ikisinde kimsenin yaralanmadığını gördüm. Öte yandan kazançlı da... Popüler bir espada bir öğleden sonrasında 5 bin dolar kazanabilir. Popüler olmayan bir espada ise 500 dolar bile alamayabilir. Fakat ikisi de aynı risklerle boğuşur. Bu, benzerine Grand Opera’da rastlanabilecek tarzda bir anlaşmadır. Tek farkla, burada yüksek oktava çıkamadığınızda ölürsünüz. Güreşçilerin boğaya karşıdan yaklaşmak dışında bir şansı yoktur. Tehlikenin geldiği yer burasıdır. Karmaşık safhaların hepsi pelerinle yapılır ve hepsinde şampiyon bilardocuların tekniğine sahip olmak gerekir. Bütün bu gerekliliklerin altında eski bir trajediyi oynamanın zorunlu-adeti ve yasayıuygulama-gerekliliği yatar. Her şey zarafetle, asaletle yapılmalı ve zahmetsizce görünmelidir. İspanyolların bir boğa güreşçisine yöneltebileceği en kötü eleştiri işlerinin ‘kaba’ göründüğüdür.
Trajedinin olmazsa olmaz üç safhası vardır, birincisi boğanın girişi, hücumu ve picador’ların aldıkları darbeler sonrası atlarını mızrakla korumaya çalışmasıdır. Peşinden atlar çıkar ve ikinci perde banderillos batırılmasıyla başlar. Bu, en zorlu ve ilginç bölümlerden biri olsa da yeni merak salmış birinin teknik anlamda kolayca takdir edebileceği aşamadır. Banderillos, ucunda küçük oltalardan bulunan renkli, sivri sopalardır. Onları boğaya sokan adam tek gelir ve boğayla başbaşa kalır. Kolu boyunca banderillos’ları kaldırır ve boğaya doğru gösterir. Akabinde “Toro! Toro!” diye seslenir. Boğa saldırısına başlarken adam parmak ucuna yükselir, öne doğru eğilir ve boğa tam ona vurmak üzereyken elindeki sopaları boğanın boynuzlarının tam arkasına, omuzlarının üzerine batırır.
Eşit bir şekilde, ikisi de bir taraftan gitmelidir. Kenardan gelmek, fırlatmak ve batırmak yasaktır. O an ilk kez boğa sarsılır, sopaların iğnelerinden kaçması söz konusu değildir ve ortalıkta saldıracak bir at da yoktur. Lakin adama saldırmaya devam eder, tekrar tekrar ve her seferinde uzun banderillos’lardan biraz daha omuzlarına batırılır ve oklu kirpi gibi çırpınır.
Son perdede ilk atağından beri matadorun elinde olan boğanın ölümü vardır. Her matadorun iki boğası vardır. Boğanın ölümü en resmî kısımdır ve sadece tek bir şekilde, direkt olarak karşıdan öldürülmedir, matador tamamen boğayı kontrol altına almalı ve onu boynuzlarının arkasından, omuzuna kılıç saplayarak öldürmelidir. Boğayı öldürmeden evvel muleta’yla, yani büyük bir peçete boyutunda olan kırmızı kumaş parçasıyla hareketler yapmalıdır. Muleta ile birlikte torero, boğa karşısındaki hegemonyasını tamamen kanıtlamalı ve onu öldürmeden önce boğanın kendisini defalarca santimle ıskalamasını sağlamalıdır. Bu safha, en ölümcül kazaların gerçekleştiği yerdir.
Toreador eski, hiç kullanılmayan İspanyolca bir sözcüktür. Boğa güreşçisi genelde espada ya da kılıç ustası olarak çağrılır ve dövüşün üç farklı perdesinde de ehil olmalıdır. İlkinde bir pelerin kullanarak ve veronica manevrasını yaparak picador’ları boğadan korumalıdır. İkinci perdede banderillos batırmalıdır. Üçüncü perdede muleta’yla birlikte boğayı yönetmeli ve onu öldürmelidir.
Sadece bazı boğa güreşçileri üç aşamada da uzmanlaşır. Mesela Chicuelo gibilerinin pelerinle yaptığı hareketlerin yanına yaklaşmak mümkün değildir. Joselito gibi bazıları ise banderillero olarak müthiştir. Bunlardan çok azı ise büyük katillerdir. Ve onların büyük çoğunluğu da çingenedir.
Hazırlayan: İnan Özdemir