Esin Kaynağı
15 dk
Hem ülkenin en yetenekli sanatçılarından hem de eski bir şampiyon tenisçi… Bedri Baykam'la yetmişlerden günümüze uzanan bir tenis sohbeti için buluştuk.
Yaratıcı insanlar dünyayı diğerlerinden biraz daha farklı algılar. Bu yüzden de onlardan birçok alanda fark yaratmaları beklenir. Bedri Baykam, henüz küçücük bir çocukken keşfedilen resim becerisiyle bu ağır sorumluluğu omuzlarına aldı. Fakat Baykam'ın sanatla geçen ömrü hiçbir zaman sanattan ibaret olmayacak, futbolla başlayan spor tutkusu kort üstünde zirveye ulaşacaktı. Üstelik çok sevdiği tenis, onu bir sanatçı olarak da besleyecekti...
Olağandışı yeteneklere, yaşıtlarınızın üstünde bir yaratıcılığa sahip olduğunuz ne zaman fark edilmiş? 'Harika çocuk Bedri' günlerinizi biraz dinleyebilir miyiz?
Ben dört ya da beş yaşındayken fark edilmiş bu durum. Mimar ve mühendis olan annemin malzemelerini kullanarak bir şeyler yapıyormuşum. Tabii çizgilerimin normal bir çocuk çiziktirmesine benzemeyişi; kızılderililerin, atların, savaş sahnelerinin gerçekçiliği hemen dikkatlerini çekmiş. Hatta annem ve teyzem arasında, ilk kimin fark ettiği hususunda bir çekişme vardır. Ben bu rekabeti onlara bırakıp aradan çekiliyorum genelde. Sonraları bir anaokulunda ressam ve eğitmen olan Kayıhan Keskinok çizimlerimi görüp, "Bu inanılmaz bir olay" şeklinde yorumluyor durumu. İsviçre ve Fransa'daki profesörler de resimleri inceledikten sonra aynı şeyi düşünüyor. 1963'te Bern ve Cenevre'de, yine aynı yıl Ankara ve İstanbul'da sergiler açıyorum. Sonraları bu serüven çok yoğun devam ediyor ve dünyanın bütün sanat merkezlerinde; Paris, Londra, Stockholm, Washington, New York, Roma, Münih, Frankfurt gibi yerlerde sergilerim oluyor. Bir anda sanatta dünyanın en çok konuşulan harika çocuklarından birisine dönüşüyorum anlayacağınız.
Bu durum sizin için bir baskı unsuruna dönüşmemiş miydi?
Zaten burada enteresan olan şey benim 'teenage' yıllarımı sağlıklı geçirmeyi başarmamdır. Mühim olan harika çocuk olmak değil, harika çocukluk sonrasındaki tünelden çıkıp yetişkin insan olarak yola sağlıklı devam edebilmek. Çocukken bir dünyanız vardır; kovboy, kızılderili, oyun, kavga, saklambaç… Yetişkinken başka bir dünyanız vardır ama ikisinin ortasında ne çocuk ne büyük olursunuz. Sürekli değişiyorsunuzdur nihayetinde. Dolayısıyla ben 15-16 yaşındayken "Şimdi resim yapıp dünyayı yerinden oynatman lazım" lafını duysam, "Haydi bas git!" derdim. Her gün boyunuz değişiyor, sesiniz değişiyor, sivilceleriniz çıkıyor... O anarşiyi yaşarken, "Bir hareket yapayım da dünyayı yerinden oynatayım" baskısı altına kendinizi alamazsınız. Ben de 11-20 yaş arası önceliği okula, imtihanlara, kızlara ve spora verdim. Özellikle de tenis burada çok önemli bir ana unsur oldu. Resmi üçüncü ya da dördüncü plana ittim ve bu sayede sanatım 'teenage tüneli'nden canlı çıkmayı başardı. 20-21 yaşında da tekrar merkeze geldi ve ömür boyu kaldı.
Ailenizin bilinçli oluşu da sağlıklı gelişiminizde önemli bir rol oynuyor anladığım kadarıyla...
Rahmetli babam Suphi Baykam, TRT'ye benim hakkımda verdiği röportajda, "İnsana yapılan yatırım risklidir" der. Bir insanın boksör, müzisyen veya ressam olması için emek verirsiniz ama hayat akışı öyle bir gelişir ki 22 yaşında muhasebeci olur. Yapılan yatırım da genel kültürüne gider en fazla. Ben altı yaşındayken Fransız okuluna iki sebep yüzünden verildim. Birincisi, Fransız okulunda resim dersi olmamasıydı. Resim dersi olmayan bir okula gitmemi tavsiye etmiş pedagoglar. "Bu çocuğun yaptığı resim olağandışı, buna kimse 'şöyle yap, böyle yap' dememeli" tavsiyesinde bulunmuşlar. Başka aileler tam tersini yapıp çok iyi resim hocası olan bir okula gönderebilirdi mesela. İkincisi de, "Bu çocuk zaten ressam olacak, Fransızca öğrensin" demişler. Resmin dili Fransızca çünkü. Bana yapılan yatırım tutmuş yani. Bir yandan da Fenerbahçe hastalığını almışım babamdan. Radyoyu, gazeteye bakmayı Fenerbahçe sayesinde öğrendim. Fenerbahçe'nin her maçını ya radyoda dinledim ya televizyonda ya da gidip statta izledim. Ucundan Lefter'i seyredebildim mesela. Kariyerinin son dönemleriydi ama bazı büyük performanslarını hatırlıyorum. Sonra futbolu mahallede oynamaya başladım. Savaşçıydım, sahada çok çalışırdım.
Ancak ana odağınız başka bir spordaydı değil mi?
Evet, üstelik geç de başladım tenis oynamaya. 12-13 yaşındaydım, 1970 senesi diye hatırlıyorum. Geç başlamama rağmen hızlı gelişim gösterdim ve kısa süre sonra benden çok daha erken başlamış arkadaşlarımı yakaladım. TED'in ana takımına girip, bütün uluslararası turnuvaları oynayabilecek düzeye geldim. Bunu iki buçuk senede yaptım ki olağandışı hızlı bir gelişim olarak niteleyebiliriz sanırım. 1972'de İstanbul ve Ankara Enternasyonel turnuvalarına katıldım. Çok severek yaptığım bir şeydi tenis oynamak, her gün antrenman yapıyordum. Lise hayatım boyunca annem ve babam bana çok güveniyordu. "Bugün okula gitmeyeceğim, tenis antrenmanı yapacağım" derdim, hemen mazeret kâğıdını imzalarlardı. Nasıl olsa okulu ihmal etmeyeceğimi düşünüyorlardı. Ben de o dengeyi kurmayı başarıyordum.
Futbol sahasında savaşçı ve çalışkan olduğunuzdan bahsetmiştiniz ancak tenis kortunda oyun stiliniz nasıldı?
Hem çok koşan hem de yaratıcı bir oyuncuydum. Topu oyunda tutmayı severdim ama devamlı farklı vuruşlar denerdim. Örneğin o dönemlerde çok nadir görülen topspin forehand'e sahiptim. Şimdi anlatacaklarım okuyanlara komik ya da abartılı gelebilir ama ben buna hazırım. 1972'de Ankara'daki bir turnuvada İsveç gençler şampiyonu Helena Anliot'la tanıştım. 15 yaşındaydım ve aramızda bir aşk yaşandı. Sonra onu tekrar görmek için 1973'te İskandinavya Açık turnuvasına Helsinki'ye gittim. Björn Borg ile orada tanıştık. Zaten Borg'la aramda Helena için de tatlı bir rekabet vardı. Şimdinin Sharapova'sı ya da Kournikova'sı gibi bir kız, "Dünyanın en güzel sporcusu" diyenler var... Neyse, Borg henüz turnuva kazanmamıştı ama en iyi oyuncuları yenmeye başlamıştı. Hem backhand hem forehand'de nefis topspin çekerdi. Ben Helsinki'de Borg'un forehand'ini izledim. Geçmişte tenis partnerim Ali Göreç'le daha çok Ilie Nastase ekolünden giderdik. Onun stili dünyanın en zarif stiliydi. Borg ise kendine has bir stile sahipti. 'Viking stili' diyeyim, İskandinav işi bir Ali Paşa tokadı vardı. Dolayısıyla ben Nastase etkisinden Borg etkisine geçtim. O turnuvadan Türkiye'ye dönünce de ülkeye Borg usülü forehand vuruşu getirdim. Belki okuyanlara inanılmaz gelecek ama o vuruşu dünyaya Borg, Türkiye'ye de ben kazandırdım.

"Zaten Borg'la aramda Helena için de tatlı bir rekabet vardı. Şimdinin Sharapova'sı ya da Kournikova'sı gibi bir kız..."
İdollerinizden Ilie Nastase'yi İstanbul'da canlı gözlerle izlemek size neler hissettirmişti?
Çok şanslıydık zira TED Kulübü dünyanın en önemli tenisçilerinden bir demeti her sene temmuz ve ağustos aylarındaki enternasyonel turnuvaya davet ederdi. Ilie Nastase de 1971 ve 1972 senelerinde iki kez gelip şampiyon oldu. Onu çıplak gözle izlemek, tarihin en büyük zevki ve dersiydi bizim için. Nastase gelmiş geçmiş en yaratıcı oyunculardan biridir. Bana bir sanatçı olarak esin kaynaklarımı sorsanız ki günlük hayatta çok sorulur; mesela Picasso derim, Tapies derim, Berni derim, Charlie Chaplin derim, Al Pacino derim, Nastase derim... Beni besleyen yalnızca ressamlar olmadı hayatta. Aktörler de oldu, yönetmenler de oldu, Nastase ve Can Bartu gibi sporcular da oldu. Çünkü onlardaki yaratıcılık dozunu sahada seyretmiş, bir balet kadar zarif hareketlerini görmüş olmanın kazandırdıkları yalnız sportif değildir. Kişiliğe ve yaratıcılığa da kazandırır. Mesela Nastase aşırtma vuruş kendisini geçtikten sonra koşup topu sağına alıp bilekle vururdu. Aynı durumda bacak arasından vurmayı da Nastase çıkardı. Ne mutlu ki yıllar sonra hem Nastase hem de Borg ile İstanbul'daki bir gösteri maçında aynı kortu paylaştım. Benim için unutulmaz bir anıdır.
Çiftler partneriniz sevgili Ali Göreç'ten dinlediğim bir anekdotla devam etmek istiyorum. Sanırım onunla aranızda iddialaşmaya kadar giden bir Björn Borg-John McEnroe rekabeti varmış…
Doğruyu söyleyeyim ikimizin de Borg ve McEnroe'ya büyük hayranlığı vardı. Ben o finallerde muhakkak McEnroe'yu tutmuştum ama üzerinden ömür geçmiş ve biri şimdi tam tersini söylese ona da ikna olabilirim. İki büyük Wimbledon finalleri vardır, ilkini Borg'un ikincisini McEnroe'nun aldığı. Biz 30-40 kolaya iddiaya girerdik o maçlar için ve kulüpte yaz boyunca 39, 38, 37 diye sayardık. Acaba kimin kime borcu kaldı merak ediyorum… Bugünkü Federer-Nadal rekabetinin bir benzeriydi maçları. Tabii onlarınki kadar uzun ömürlü olmadı çünkü Borg erken emekli oldu. Hiç öyle istatistiki dertleri yoktu. 11 Grand Slam şampiyonluğu varken 26 yaşında tenise veda etti. Zaten "Ben kariyerimde bilmem kaç kere şunu kazanacağım" mevzusu daha sonraları ortaya çıkan bir şey. Eskiden daha çok işin zevki ve keyfi için oynanırdı. Borg'un tenis stili de bize, "Bu adamın herhâlde kolu kopacak" dedirtirdi. Tahta raketle o spinleri çekerek adelelerini mahvediyor diye düşünürdüm. Hatta benzer fiziksel sebeplerle Nadal'ın da erken bırakabileceğini hissediyordum ama o bunu aşmayı bildi.

Ilie Nastase, Bedri Baykam, Ali Göreç ve Björn Borg, İstanbul'daki gösteri maçında.
Burada bir istatistiki motivasyondan bahsedebilir miyiz? Sonuçta eskiden pek gündemde olmadığını söylediğiniz sayısal rekorlar artık oyuncular için ciddi bir hedef hâline geldi.
Kesinlikle bu yan motivasyonların çok önemli olduğunu düşünüyorum. Hadi kupa sayılarını bir kenara bırakalım ve başka bir örneğe bakalım. Mesela Federer baba olduğunda, "Artık kariyeri sonlanıyor mu?" şeklinde sorular soruluyordu. Ben ise tam tersini düşünüyordum. Bu adam çocuklarına, "Ben eskiden bir şampiyondum" demek yerine kazandığı günleri izletmek istedi sanki. Bu hırsın kariyerini uzatacağını düşünüyordum ve aynen bunu yaşadık. Maç puanları görüp kaybettiği son Wimbledon finalini de pek hazmedemiyorum. Federer o iki maç topunda çok acele etti. 40-15'te, "Artık sırada kutlama var" gibi düşündü. Birincisinde backhand'ine gelen topu forehand'e alarak vurdu ve auta attı. Peki, olabilir ama backhand vursa daha iyiydi sanki. İkincisinde ise markete bile gidilmeyecek bir topla, Novak Djokovic karşısında fileye çıktı. Topu rakibinin eline bırakıp "Beni geç" dedi âdeta. Federer tecrübesinde bir tenis abidesi orada alfabenin ABC hatasını yaptı. Hem de belki hayatının en önemli puanında. Neden? En yaşlı Wimbledon galibi olacak, çocuklarının gözü önünde bir kez daha kazanacaktı. Bahsettiğim motivasyon bu noktada ters tepmiş de olabilir.
Bir sanatçı olarak Roger Federer, Stefan Edberg, Justine Henin ya da Nastase gibi estetik ve yaratıcı oyuncuları izlemeyi daha çok seviyor olabilir misiniz?
Yüzde yüz. Ben bir sanatçı olarak böyle hissediyorum ama tenis kitlesi de aynı düşünceye kapılıyor. Ivan Lendl'a bakalım: Çok kupa aldı, uzun süre boyunca dünya 1 numarası oldu ama o oynamaya geldiğinde tribünler boşalırdı. Dünyanın en sıkıcı tenisçilerinden biriydi. Mesela yakın zamanda emekli olan David Ferrer de sıkıcı bir oyuncuydu. Estetik sıfır, yaratıcılık sıfır… Çok centilmendi, iyi kalpliydi, iyi sporcuydu ama bunlar kurtarmıyor. Sıkıcı tenis kadar insanı boğan bir şey yoktur. Son dönemde sıkıcı görünürken yaratıcılık ve duruş sergileyen bir Daniil Medvedev örneği var. Nadal'a yenildiği Amerika Açık final maçı efsaneydi. Kişiliğinde, mağlubiyeti kabul etmeyişinde, inadında ve çok estetik ya da yaratıcı görünmeyişine rağmen oyununda aldığı açı risklerinde bir farklılık var. Seyir zevki de endirekt olarak yükseliyor
Peki uzun süredir bir parçası olduğunuz Türk tenisinin şu andaki seviyesini nasıl değerlendirirsiniz?
Hayatta benim sonucuna en çok kahrolduğum maçlardan birisi, Marsel İlhan'ın Roland Garros ikinci turunda Guillermo Lopez'e beş sette yenildiği maçtır. O maçın acısını unutmama imkân yok, o maçı seyrederken verdiğimiz desteği ve yaşadığımız hayal kırıklığını anlatmama imkân yok. Wimbledon ikinci turunda Kevin Anderson karşısında da benzer bir heyecanı yaşatmıştı bize.
Dolayısıyla Marsel İlhan Wimbledon ve Roland Garros'un üçüncü turundan döndü. Şimdi kimileri, "Marsel ikinci turda elendi" diye bakıyor olabilir ama benim öyle bakmam mümkün değil. Biz nereden geliyoruz biliyor musunuz? Yabancıların, 'bir numaramız' dediğimiz Türk tenisçileri; 6-2, 6-0, 6-1 gibi skorlarla yendiği günlerden… Mesela İstanbul Enternasyonel'de eski Wimbledon finalisti Alex Metreveli'yle oynayıp üç oyun almıştım ve dünyalar benim olmuştu. Dolayısıyla Marsel İlhan'ın tüm o eşikleri aşıp Grand Slam seviyesinde insanları yenmesi ve sıralamada 77'nci sıraya çıkması inanılmaz başarılar. Kendi yaşam dilimimde böyle bir şey göreceğime hiç emin değildim. Onun için ben bardağın yalnız dolu kısmına bakmaya programlıyım ve Marsel'e çok teşekkür ediyorum. Ardından gelen Çağla, Pemra, Başak, İpek gibi isimlere de yol açtı. Belki Wimbledon'da yarı final oynayacak bir Türk, onu çocukken seyretmiş olmanın hevesiyle şu an kendi yolunu açıyor.
O zaman Marsel ve Çağla gibi sporcuları sadece ana akım medyadan takip ederek eleştiren, hatta dalga geçenler sizi epey kızdırıyor olmalı...
İnanılmaz bir cehalet bu. Yani Marsel İlhan Ay'a basamamış belki ama Ay'ın yörüngesine girmiş… Niye başkası gitmedi peki? Sen gidenle alay ediyorsun da gidemeyen milyonlara bir şey demiyorsun. Bu sporculara destek verileceğine, sponsor bulunacağına, arkasında durulacağına yapılana bak. "İkinci turda elendi, nasıl alay edebilirim" diye düşünenler var. Üstüne uzun uzun konuştuğumuz Borg, nasıl dünyanın en iyi tenisçisi oldu? İsveç Tenis Federasyonu bütçesinin yarısını ona ayırdı, Lennart Bergelin isimli hocasını tahsis etti, koca bir ekip kurdu. Para dertleri yoktu, kort dertleri yoktu, sponsor dertleri yoktu ve Borg öyle Borg oldu. Ama biz, Türkiye'nin olumsuz şartlarına rağmen başarmaya çalışan insana ya da diğer alanlardaki benzer örneklere yapmadığımızı bırakmıyoruz.
Sohbetimizin sonuna yaklaşırken, tekrar resme dönmek istiyorum. Bir spor dergisi okuyucusuna, 'yeni dışavurumculuk' olarak tanımlanan tarzınızı nasıl anlatırsınız?
Ben sürekli yenilik arayan, yeni stiller deneyen bir sanatçıyım. Geçmişte yaptığım her şey, birbirine bağlanarak yeni şeyler hâline geliyor. Van Gogh bir dışavurumcu. Renkler ve boyalarla, içgüdüsel bir şekilde hissiyatını dışarıya vurmayı istiyor. Yeni dışavurumcu resimler, o resimlerden biraz daha farklı. Soyut resim tadı var, pop sanat ve pop kültür izdüşümleri var, sokak sanatı var, grafiti var... Buna siyaset, cinsellik, mizah ve benzeri unsurlar da katılabiliyor. Aradan geçen 120 yıllık sürenin değişimlerini de bünyesinde barındırarak dışavurumculuğa ve içgüdüsel resme bir şeyler katmak gibi düşün. Andy Warhol'u, Salvador Dali gibi gerçeküstücülüğü, rüyaları, bilinçaltını veya pop kültür öğelerini bünyesinde toplamış bir akım bu.
.jpg)
"Ilie Nastase tam bir gerçeküstücü gibi olmayan şeyleri, rüyalardan çıkarıp getirecek kadar yaratıcı bir sporcuydu."
Sizce tenis dünyasının yeni dışavurumcusu kim olurdu?
Kendimi tekrarlamış olma riskine rağmen yine Ilie Nastase diyeceğim sanırım. Tam bir gerçeküstücü gibi olmayan şeyleri, rüyalardan çıkarıp getirecek kadar yaratıcı bir sporcudan bahsediyoruz. Aynı zamanda bir satranç oyuncusu kadar kurnaz ve bir 100 metreci kadar süratli. Ayrıca Charlie Chaplin gibi teatral bir mizaha da sahip. Sanatçı kimliğimi oluşturmama yardımcı olmuş insanlardan sayarım onu. Zaten spor, sanatı yüzde yüz etkiliyor…
Gladyatörler
"Wimbledon'ı ilki 1972'de olmak üzere üç kez yerinde seyrettim. Roland Garros'a ise bir dönem Paris'te yaşamış olmamın da etkisiyle defalarca gittim. Referans mabet belki Wimbledon olabilir ama benim favori Grand Slam turnuvam Fransa Açık. Hatta 2011'de Roland Garros müzesinde keyifli bir sergi açmıştım. Büyük tenis maçlarını, gladyatörlerin arenada birbirlerini öldürme pahasına yaptıkları dövüşlere benzettiğim bu çalışma da o koleksiyondan. Özellikle Fransa Açık maçları bana bu benzerliği hissettiriyor. Tabii bir farkla; kapitalizm tenisçilere "Aman birbirinizi öldürmeyin, sizi bir daha oynatmamız lazım" der. İçinde gördüğünüz tüm fotoğraflar bana ait. Federer de Nadal'ın hışmına uğrayanlar arasında..."