Eski Dersler Yeni Yollar

12 dk

Yabancı antrenörlerin Türk futbolundaki ömrü gitgide kısalırken o bildik soru yine önümüze çıkıyor. Biz neden bir ekol olamıyoruz? Ya da hiç olduk mu?

Depo Photos

Başlangıç

"Gördüğüm, yıllardan beri ihmal edilmiş bir tesisti. İç düzenlemesi beğeniden yoksun, yapımı tamamlanmamış bir kulüp binası. Rahat ve hoş bir ortamın izi bile yoktu (…) Kum ve balçıktan yapılma iki toprak saha vardı ama görünümleri zorda kalındığında askeri manevra sahası olarak kullanılabileceklerini gösteriyordu. Yetişkin profesyonellerle çalışma yapmak için kesinlikle işe yaramazdı (…) Zahmet edip buraya kadar gelmesem de olurmuş diye düşündüm. Görünüm, bana hüzün vermişti."

Türkiye'de futbolun hikâyesinin izlerine dair çalışmalar, araştırmalar, kitaplar mevcut olsa da gerçek anlamda, dünyanın bildiği manada futbolun başlangıcı yaşı yeten herkes için aynı isimle başlar: Jupp Derwall. Kendi anılarında tarif ettiği 'manzara', son 200 yılı savaşlarla, darbelerle, değişim çabalarıyla geçmiş, başarmaya ve daha iyi olmaya hevesli, ancak buna dair hem tarifi hem de zamanı olmayan ülkenin başlangıç noktasıydı. Derwall, kitap boyunca ülke insanının öğrenmeye, büyük işler başarmaya hevesinden ve aceleciliğinden tebessümle bahseder. Derwall, futbolu öğrenme ve bir ekol yaratma girişimimizin ilk önemli adımı sayılabilir.

Ekol

"Bir bilim ve sanat kolunda ayrı nitelik ve özellikleri bulunan yöntem veya akım, okul" (Fr. École, TDK)

Büyük şeyler inşa etme hevesi sonsuz ülkenin, futboldaki başlangıç noktasında yardımı, artık kuvvetli sayılabilecek bağlarımız olan Almanya'dan alması tesadüf olmasa gerek. Derwall ile başlayan süreç, A Milli Takım'da acılı Sepp Piontek dönemi ile devam ederken her iki organizasyonun da yaklaşımı ortaktı: Doğru isimler iş başındaydı ve her ne pahasına olursa olsun süreçten cayılmayacaktı.

İki Alman, eksik olan fiziki şartları ve organizasyonu tesis etmelerinin ardından, büyük resme bakıldığında arkalarında yüksek potansiyelli bir miras bırakarak Türkiye'den ayrıldı. Her ikisi de yaşadıkları yerin sorunlarını anlamakta büyük çabalar sarf ettiler ve bu konuda yardım alabilecekleri herkese başvurdular. Piontek, yardımcısı Fatih Terim'le ilişkisini Four Four Two dergisine verdiği röportajda şu şekilde anlatmıştı:

"Eski bir oyuncu olduğu için Türk futbolunu çok iyi tanıyordu. Bana bu konuda çok yardımı oldu. Oyuncularla olan iletişimi de üst düzeydeydi. Onunla çalışmak işimi kolaylaştırmıştı. Günler geçtikçe onunla birbirimizden pek çok şey öğrenmeye başladık. Ben futbolu çok iyi biliyordum. O da Türklerin çalışma anlayışına hâkimdi. Dolayısıyla iyi bir ikili olmuştuk."

Mustafa Denizli ve Jupp Derwall'in ilişkilerinin benzerliği, ikili tarafından birçok kez dile getirilmişti. Hatta Derwall, onu havaalanında karşılayan ve takımın kaptanlığını yapan Terim'in devam etmesini istediğini de kitabında ifade ediyor. İki teknik adamın yaptığı vurgu önemli; yan yollarını bilmediğiniz bir coğrafyada rehbersiz gezmek, sizi felakete sürükleyebilir.

Gelişim

'Şerefli mağlubiyetler' döneminin sonuna gelinirken Hollandalılar, İspanyollar ya da İtalyanlar gibi keskin hatlara sahip bir fikrimiz olmasa da yavaş yavaş şekillenen anlayışla, ekolümüzü inşa edebilirdik. Öğrendiklerimizi, sahip olduklarımızla bir araya getirerek ortaya koyacağımız sentez, bize ait, bizimle anılan bir anlayışın doğmasını sağlayabilirdi. Ajax Felsefesi'nin kurucu babası sayılan Jack Reynolds'ın ülkesi İngiltere’de pek ciddiye alınmadığı düşünülürse, futbolu Almanlardan öğrenmemizin ve bunun üstüne bir şeyler inşa etmemizin sakıncası yoktu.

Bu durum Alman antrenör sürecini beraberinde getirdi. Pek çok takımın yolu bir Alman teknik adamla kesişti, bazıları başarılı olurken, bazıları hayal kırıklığı yarattı. Karl-Heinz Feldkamp ve Christoph Daum Türkiye’de üç ayrı dönemde çalışırken, kuvvetli etkileriyle iz bırakan isimler arasında yer aldılar. Gordon Milne, Carlos Alberto Parreira, Reiner Hollmann gibi isimler 1990’larda futbola etki eden önemli yabancı antrenörler oldular.

Türkiye'ye yolu düşen yabancı teknik adamların sık sık dile getirdiği üzere çok yetenekli, duygusal, sabırsız ve az çalışan bir topluluktuk. Organizasyonda, fiziki şartlarda ve metodolojide sıkıntılar yaşıyorduk. Plan yapmıyorduk ve bir sonraki günle, haftayla, ayla ya da yıllarla ilgilenmiyorduk.

İkinci kırılmanın ana aktörleri başlangıç aşamasının kilit isimleriydi. Neuchatel Xamax'a ilk maçta 3-0 yenilen ve medya tarafından ağır eleştirilere maruz kalan Mustafa Denizli'nin İstanbul'da rakiplerini 5-0 yeneceklerini ifade etmesi ve bu açıklamadan birkaç sene sonra A Milli Takım'ın başına geçen Fatih Terim'in ilk basın toplantısında söyledikleri suyun yönünün değişmeye başladığının işaretleriydi:

"Kullanmayacağımız tek kelime var: Sabır. Bu ülke yeterince sabretti. Eğer başarısız olursam, zaten görevde kalamam. O yüzden sizden bana sabır göstermenizi istemiyorum."

İki teknik adam kuvvetli yönlerimizi parlatıp, zayıf yönlerimizi asgari noktaya çekme konusunda önemli bir iş başarmakla kalmadılar, yerli antrenörlerin kendilerine güvenlerini de başka noktaya çektiler. 90'lı yılları yabancı antrenörlerin yanında yardımcılık yaparak ya da oyuncu olarak geçiren pek çok isim, artık sahaya çıkmaya hazırdı.

Birikim

Terim'le 1993'te başlayan süreç, hem Milli Takım hem de Galatasaray ile zirveye çıkınca dört sezondur ezeli rakibinin gerisinde kalan Fenerbahçe'de rota Euro 2000'de çeyrek final oynayan A Milli Takım'ın teknik direktörü Mustafa Denizli'ydi. Galatasaray dışındaki takımlarda teknik adam sirkülasyonu önemli artış gösterirken, artık kamuoyunda 'ligi bilen teknik adam' tanımlaması yapılmaya başlanmıştı. Benzer isimleri, sezonun farklı dönemlerinde farklı takımlarda görmek mümkündü. Milli Takım'ı devralan Şenol Güneş ise iki tecrübeli ismin ardından benzer yolu izleyerek önce Milli Takım'da, sonrasında kulüplerde yaşanacak başarılı sürecin başlangıcına hazırlanıyordu.

Milenyumun ilk iki sezonunda şampiyonluğa ülke futboluna kimlik kazandırdığı söylenebilecek iki isim, Denizli ve Terim ulaştı. Terim sonrasında göreve gelen bir Doğu Avrupalı, Mircea Lucescu, ikinci sırada tamamladığı ilk sezonunun ardından önce Galatasaray'la, ardından 18 takımlı Süper Lig'in puan rekorunu kırarak Beşiktaş'la şampiyonluğa ulaşıyordu. Alman futbolunun modernleşmesinde ve futbolun gittiği noktaya adapte olmasında önemli etkisinin olduğu dile getirilen Daum, 'ligi bilen teknik adam' olarak Fenerbahçe'nin başına geçerek şampiyonluğa ulaşırken, Belçikalı Eric Gerets de Galatasaray ile ulaştığı şampiyonlukla yabancı teknik adam etkisini devam ettiriyordu. Taşıyıcı ayaklardaki yabancı etkisi sürmesine karşın Anadolu takımlarında antrenörlerin yerlileşme süreci giderek kuvvetleniyordu.

100'üncü yılında yine bir Brezilyalı, Arthur Zico ile mutlu sona ulaşan Fenerbahçe'nin karşısına, Türkiye'ye üçüncü kez gelen Karl-Heinz Feldkamp çıkacaktı. Sezonun bitimine altı hafta kala Kalli'nin takımdan ayrılışı Süper Lig'de yerlileşme hareketinin başlangıcıydı.

Tortu

Beşiktaş, 2008-2009 sezonunda Mustafa Denizli ile şampiyonluğa ulaşırken çözümler ve yöntemler, artık oluşmaya başlayan tortuya dair önemli sinyaller veriyordu. Bu sinyaller öyle güçlüydü ki Denizli takımının hangi haftada lider olacağını söylemekten çekinmemişti. Ligin nasıl kazanılacağına, stratejilerin nasıl belirleneceğine dair fikirler gelişmeye başlamıştı. 2009 yazında Galatasaray'ın Frank Rijkaard'la yeni bir Derwall denemesine girişmesi kamuoyunda heyecan yaratırken, Fenerbahçe bir kez daha yüzünü 'bir bilen'e çevirmiş ve Daum'la tekrar anlaşmıştı.

Ülke futbolundaki yeni kırılma, 2009-2010 sezonunu Ertuğrul Sağlam yönetimindeki Bursaspor'un şampiyon tamamlaması ile yaşandı. Daum, yakından tanıdığı ligde, işler kötü gittiğinde ürettiği çözümlerle sonuna kadar yarışta kalırken, ilk haftalarda göz kamaştıran Rijkaard'ın Galatasaray'ı son haftaya iddiadan yoksun giriyordu. Yerli, Yabancı 'Bir Bilen' ve Yabancı şeklinde sonuçlanan lig, artık kendine has dinamikleri, kalitesi, refleksleri, problemleri ve çözümleri olan bir lig hâline gelmişti. Yaşanan kırılma, ilerleyen yıllarda giderek kuvvetlendi.

Artan yayın hakları ve sponsorluk bedelleri, yabancı sayısı, yerlileşmenin yön değiştirmesi, Avrupa'nın üretim ve kullanım fazlası oyuncularının ülkeye akışı 1990'lardaki hareketi tersine çevirirken, finansal sorunlarla boğuşan kulüpleri pratik ve çabuk çözümlere yönlendirdi. Ülkenin ekonomik problemleri, futboldaki yükle birleşince İstanbul büyükleri ve bir diğer şampiyon Trabzonspor'la, Anadolu arasındaki makas kapanmaya başladı. Üçüncü nesil olarak kabul edebileceğimiz Abdullah Avcı, Aykut Kocaman, Erol Bulut, Ersun Yanal gibi antrenörlerin değişen metodoloji ve akımları olabildiğince inovatif bir biçimde ülke futboluna entegre etme uğraşları, kalite anlamında karşılığını bulamasa da sonuç almak için gerekli oyunun sahaya yansımasında önemli rol oynuyor. Bu isimlerin sıklıkla ülke futbolundaki sorunlar ve tanımlar üstüne konuşmalar yapması, yeni bir dönemin habercisi. Artık yeni yolların inşasına başlamanın hazırlığındalar.

Manzara

Ekol tartışması, geçmişini tekrar tekrar yaşamayı, nostaljide boğulmayı çok seven ülkeye 1990'lardan bir bakiye. Her unsuruyla globalleşen dünyada, antrenör kozmopolitizmi açısından en zengin sayılabilecek İngiltere Premier Lig'de, farklı ekol sahibi antrenörler ciddi bir rekabete girmiş durumda.

Bu resim, oyunun artık klişeleşmiş ekol tartışmalarının ötesine geçtiğini, kesinleşmiş asgari müştereklerin gerekliliğini talep ettiğini anlatıyor. Ekoller artık yerlerini, sürekli güncellenen bilgi ve tecrübe yığınlarından oluşan, asgari müşterekleri ülkeden ülkeye değişen tortulara bırakıyor.

Yeniden inşa edilen Monaco'nun başarısında önemli pay sahibi olan Leonardo Jardim, geçirdiği dört başarılı sezonun ardından kötü gidiş nedeniyle görevinden ayrılmak zorunda kalırken, ayrılmasındaki sebepler Türkiye'deki meslektaşı Phillip Cocu'nun sebeplerinden farklı değildi. Her unsurun daha hızlı, daha çabuk hale getirilmesine uğraş verilen bugünün dünyasında, tatmin edici sonuçlar almadan yeni bir şeylerin inşası mümkün görünmüyor.

Four Four Two dergisinin 'En İyi 50 Teknik Adam' listesinde yer vermesinden kısa bir zaman sonra Fenerbahçe'den gönderilen Cocu'nun son on yıldaki farklı milletlerden meslektaşlarıyla aynı kaderi paylaşması, bir 'ekol' meselesinden fazlasını anlatıyor. CIES Futbol Gözlemevi'nin verilerine göre bu sezon Süper Lig'de süre alan oyuncuların yüzde 69'u ülke dışında doğdu ve kâğıt üstünde bunun her yabancı teknik adam için bir avantaj olması gerek.

Elimizdeki ters korelasyon, başarısız yabancı teknik adamların milliyetlerinden daha fazlasına dair bir gerçeği işaret ediyor: Aradan geçen 30 yılda belki bir ekol sahibi olamadık; ancak ülke futbolundaki tortulaşma, futbolun tüm paydaşlarından kendi asgari müştereklerini talep ediyor. Bu unsurları anlamaya gayret eden, uyum sağlayan ve kendisinden bir şeyler katmaya çalışanlarınsa, arkalarında yeni bir miras bırakmamaları için hiçbir sebep görünmüyor…

Socrates Dergi