Esmer Günler

18 dk

Alex Ferguson, Manchester United’da yeri pek de kolay doldurulmayacak işlere imza attı. Fakat hikayenin başı, zorluk ve baskılarla dolu.

2 Mayıs 2013, Old Trafford Stadyumu... Hoparlörlerden Frank Sinatra’nın My Way’i ile Nat King Cole’un Unforgettable’ı duyuluyordu. Sahaya girdi ve 27 yıl önce yaptığını tekrarlayıp yüksek rütbeli tribün Stretford End’i selamladı. Konuşma hazırlamamıştı. Aklındaki tek şey, kendisinin koltuğuna oturacak genç meslektaşı David Moyes için destek çağrısı yapmaktı:

“Size hatırlatmak isterim ki burada kötü günler de geçirdik. Kulüp benim arkamda durdu. Bütün ekibim benim arkamda durdu. Oyuncularım benim arkamda durdu. Dolayısıyla siz de şimdi yeni çalıştırıcınızın arkasında durun. Bu önemli!”

Manchester United, o gün Swansea’yi 2-1 ile geçti ama mühim olan skor değildi. Genç İskoç menajer sıfatı ile Old Trafford’a ayak basan Alex Ferguson, ‘Sör’ unvanı ile seyircisine veda ediyordu. Kulüp tarihinin en görkemli dönemi sona ermişti...

Hasret

Kasım 1986, Manchester... Bir önceki sezona 10 maçlık galibiyet serisi ile başlayan ve ligi dördüncü sırada bitiren Manchester United, 1986-87 sezonunun ilk 13 maçında sadece üç galibiyet alabilmişti. 22 takımlı Division One’ın 19. sırasında, sallantıdaydılar. 1981’den beri takımı çalıştıran ve iki FA Cup şampiyonluğu kazanan menajer Ron Atkinson için geri sayım başlamıştı. Manchester Evening News yazarı David Meek, yıllar sonra Atkinson’lı dönemler için şunları söyleyecekti: “Aslına bakarsanız iyi işler yaptı. Hiçbir sezonu ilk dördün dışında bitirmedi. Devamlılık ve istatistik açısından her şey olumluydu ama takım, sahada hiçbir zaman şampiyon olacakmış gibi durmuyordu.”

1967’de Matt Busby’nin önderliğinde son şampiyonluğunu yaşayan kulüp, yeni Busby’sini bir türlü bulamıyordu. Ron Atkinson ile ipler koparılmıştı. Yerine kimin geçeceği merak konusuydu. Yeni menajer, 6 Kasım’daki imza töreninde Old Trafford çimlerine çıktı...

Alex Ferguson, 1978’de Aberdeen’in başına geçtiğinde parlak futbolculuk kariyerine sahip olmayan, bir yandan St Mirren’i çalıştırırken bir yandan da aile pub’ının işletmesini üstlenen genç ve yarı zamanlı bir menajerdi. Fakat Aberdeen’deki mesaisiyle birlikte profesyonelliğe adım atmaya başlamıştı. İlk büyük işini başardığında, tarihler 3 Mayıs 1980’i gösteriyordu. Hibernian’ı yenen Aberdeen, İskoçya şampiyonu olmuştu. Bu, aynı zamanda Rangers-Celtic hükümranlığının da sonuydu. 15 yıldır bu iki devin arasından sıyrılıp da zirveye çıkabilen bir takım olmamıştı. Ada’da ismini bu zaferle duyuran ‘Genç’ Ferguson, Avrupa’daki sükse içinse üç yıl bekledi. John Hewitt’in golü ile Real Madrid’i 2-1 mağlup eden Aberdeen, Kupa Galipleri Kupası’nı kazandı. Bununla da yetinmeyen takım, takip eden iki sezonda da ligi şampiyonlukla kapattı.

1986’da takımdan ayrılma kararı alan Alex Ferguson, İskoçya Milli Takımı’nda yardımcılığını yaptığı Jock Stein’in ani vefatı ile milli takım hocası olarak Meksika’daki Dünya Kupası’nda yerini aldı. Ama sadece bir puan toplayabildiler ve grup sonuncusu olarak İskoçya’ya döndüler. Kasım ayında gelen teklif, birçokları gibi Ferguson’ı da şaşırtacaktı...

Martin Edwards & Alex Ferguson

Martin Edwards & Alex Ferguson

Buhran

“Alex Ferguson seçiminde herkesin sebepleri vardı. Benimki şuydu; Aberdeen gibi küçük ve başarısız bir İskoç takımını, Rangers ve Celtic ile mücadele edebilecek hâle getirmişti. Onlarla aynı seviyedeydiler, belki de onların üstünde...”

Dönemin Manchester United Başkanı Martin Edwards, Fergie seçimini bu sözlerle açıklamıştı. Kulüpten ayrılan Ron Atkinson ise yıllar sonra şunları söyleyecekti: “Yerime geçecek insanı ben seçseydim, bu kişi Alex Ferguson olurdu!”

Takımın hücumcularından Gordon Strachan, İskoç menajerin Aberdeen günlerinden de öğrencisiydi. Strachan’ın kendisine haber vermeden Köln kulübüyle transfer görüşmeleri yaptığını öğrenen Ferguson, kanat oyuncusunu defterden silmişti. İkilinin yolu, Old Trafford’da bir kez daha kesişiyordu ve Strachan’ın, eski antrenörünü soran takım arkadaşlarına cevabı netti: “Burada çok şey değişecek!”

İskoç menajerin sahadaki başlangıcı ise beklendiği gibi olmadı. 8 Kasım’daki ilk maçta Oxford United’a mağlup oldular, bir hafta sonra Norwich City’yi yenemediler. United, sezonu 11. sırada bitirdi. Kara, çok ama çok uzak görünüyordu...

1987-88, Ferguson’ın ilk tam sezonu olacaktı. Yönetime, en az üç yeni oyuncuya ihtiyaç duyduğunu belirtmişti. Listesinin başında Peter Beardsley vardı. Newcastle United’ta parlayan forvete iki milyon pound değer biçildi ve oyuncunun kulübüyle iletişime geçildi. Newcastle’dan gelen cevap ise bekledikleri gibi değildi: “Üç milyon verirseniz sizindir!” Ferguson ve United yönetimi, bu parayı veremedi. Fakat üç hafta sonra yaşananlar, Fergie’yi daha da sinirlendirecekti; Beardsley, 1.9 milyon pound karşılığında Liverpool’a satılmıştı.

Watford Menajeri Graham Taylor, tam bu dönemde John Barnes’ı Ferguson’a önerdi. Bu adeta altın tepsiyle sunulmuş bir ikram gibi görünüyordu. Ama kendisine ret cevabı verildi. Danimarkalı Jesper Olsen’e güvenen Fergie, sol açığa ihtiyaç olmadığını düşünüyordu. Barnes da bunun üzerine, Liverpool’un yolunu tuttu.

Sezona iki yeni takviye; sağ bek Viv Anderson ve Celtic’ten gelen Brian McClair ile başlayan United, 1987-88 sezonunu ikinci sırada bitirdi. 25 gol atan McClair, George Best’in 1968’deki 28 gollük performansına yaklaşan ilk United oyuncusuydu. Şampiyonluk ise Barnes ve Beardsley’nin katkılarıyla Liverpool’un olmuştu.

Birçoklarına göre, Liverpool’un olduğu bir ligde ikincilik büyük başarıydı. 1980’lere büyük bir imza konduran Liverpool’un o sezonki takımı, yıllar sonra taraftarlarınca ‘Brezilyalılardan daha iyi’ şeklinde hatırlanacaktı. Şampiyonluk gelmese de United cephesinde umut hâkimdi...

"Durdurun Şunu!"

Paul Gascoigne, Alex Ferguson'un en büyük ukdesi. Yıllar sonra bir röportajında Gazza’nın onu en çok etkilediği anı şöyle anlatıyor:

“Alan Shearer, imzalamak istediğim isimlerden biriydi. Fakat benim için en büyük hayal kırıklığı Paul Gascoigne’di. Döneminin en iyisiydi. Temiz havayı solumak gibiydi, oynarken hep gülümserdi. 1987 yılıydı galiba. Düşme hattında gezinen Newcastle’a karşı oynuyorduk. O günkü orta saham; Bryan Robson, Norman Whiteside ve Remi Moses’tan oluşuyordu. Hepsi büyük futbolculardı ama Gascoigne onları mahvetti. Bir pozisyonda Moses’a bacak arası atıp kafasını okşadı. Kulübeden fırladım ve ‘Şu s.ktiğimin topunu alın’ gibi bir şeyler söyledim. Robbo ve Whiteside sahanın her yerinde Gascoigne’i kovaladı ama yanına bile yaklaşamadılar.”

Yeni sezon öncesinde Ferguson, sansasyonel transfer konusunda bir kez daha çuvallayacaktı. Bryan Robson, Mark Hughes, Paul McGrath, Steve Bruce ve Norman Whiteside gibi ligin önemli oyuncularına sahip olsa da takımın büyük bir taşıyıcıya ihtiyacı vardı ve çare yine

Newcastle’da görünüyordu... Ferguson, Malta tatiline çıkmadan bir gece önce Newcastle’ın yıldızı Paul Gascoigne’i bir kez daha aradı. Daha önceki görüşmelerinden, oyuncunun yeni sezonda Manchester United forması giyeceği kesin gibiydi. ‘Deli-dahi’ Gazza, İskoç menajeri rahatlatan bir cümle ile görüşmeyi noktaladı: “Git ve eğlenmene bak Bay Ferguson, United’a imza atacağım.” Ancak tatilin tadını çıkarırken gelen bir telefon, Ferguson’ın tadını kaçırdı. Arayan, başkan Edwards’dı: “Kötü haberlerim var; Tottenham’a gitmiş. Anne ve babasına ev almışlar. Bu da aklını çelmiş!”

İlerleyen yıllarda “En büyük pişmanlığımdı” dediği Gazza’yı elden kaçırarak sezona giren Ferguson’ın United’ı, fena bir başlangıç yapmasa da yolun devamında tökezledi. 24 Eylül ile 3 Aralık arasında hiç maç kazanamadılar ve sezonu 11. sırada tamamladılar. Remi Moses, 28 yaşında futbolu bırakmasına neden olan sakatlığı yaşamış, diğer birçok oyuncu da ligi tamamlayamamıştı. Buna karşın, Strachan’ın Kasım 1986’da anlatmaya çalıştığı değişimin sinyalleri de gelmeye başlamıştı.

Manchester United’ın antrenman sahasına ve Old Trafford’un soyunma odalarına sinen içki kokusu, Ferguson’ı işbaşı yaptığı günden beri rahatsız ediyordu. Birçok kez ağzından şu cümle dökülmüştü: “Burası bir içki kulübü değil, futbol kulübü!” Bu mesajın esas muhatapları da belliydi: Norman Whiteside ve Paul McGrath. Potansiyelleri büyük bu iki yıldıza -kendi deyimiyle- hiçbir kulübün vermeyeceği kadar şans veren İskoç antrenör, ‘ustası’ Jock Stein’den öğrendiği “Oyunculara asla bağlanma çünkü seni arkadan vururlar” düsturunu bir kez daha uyguladı. 1988-1989 sezonu sonunda, Stretford End’in taptığı ikiliyle yollar ayırdı. Listeye eklenen diğer isimse kırgınlığının biraz olsun azalmadığı Strachan’dı...

Bir diğer olumlu hamle de altyapı ile ilgiliydi. Alex Ferguson, United’ın Matt Busby ile Avrupa’nın zirvesine çıktığı yıllarda, en büyük farkının kendi yetiştirdiği oyuncular olduğunu düşünüyordu. O takımın önemli parçalarından Nobby Stiles’tan aldığı tavsiye sonucunda, yine o dönemin topçularından Brian Kidd’i altyapının başına getirdi. Yıllar boyu kendisiyle anılacak genç futbolculara güven hususunda da önemli adımlar atmıştı. Sakatlıklar nedeniyle sıkıntı yaşadığı dönemde iki genç isme formayı vermekten çekinmedi. Bunlardan biri, uzun yıllar birlikte çalışacağı 17 yaşındaki Lee Sharpe, diğer ise 18 yaşındaki Mark Robins’ti. Robins, Ferguson’ı kurtaran adam olarak kulüp tarihine geçecekti...

17 Mayıs 1990, FA Cup Finali tekrar maçı. Belki de Fergie'nin United kariyerindeki dönüm noktası...

17 Mayıs 1990, FA Cup Finali tekrar maçı. Belki de Fergie'nin United kariyerindeki dönüm noktası...

Işık

1989-90 sezonu yine berbat başladı. İlk 13 maçta altı galibiyet, beş mağlubiyetlik bir performans vardı. Paul Ince, Neil Webb, Danny Wallace, Mike Phelan ve Garry Pallister için harcanan toplan 7,5 milyon pound çöpe gitmiş gibi görünüyordu. Bu beş mağlubiyetten en acısı ise 23 Eylül’deki Manchester City maçında yaşanmıştı. Skor 5-1’di ve daha da fazlası olabilirdi. Ferguson, maçtan sonra evine gitti ve saatlerce yastığın altından kafasını çıkarmadı. Daily Express yazarı Steve Curry, ‘Fergie: Fiyasko’ başlıklı yazısında Manchester United’ın modern futboldaki en kötü sonuçları alan menajerinden bahsediyordu. Kasım ayında United taraftarının açtığı pankart da sona yaklaşıldığını gösterir nitelikteydi: “Bahanelerle dolu üç sene, hâlâ her şey bombok... Güle güle Fergie!” Ferguson’ın sürekli iletişim hâlinde olduğu West Ham United Menajeri John Lyall da dostuna şöyle sesleniyordu: “Ben o takımda Alex Ferguson’ı göremiyorum.”

Buna karşın, United’ı beş golle geçen City’nin menajeri Mel Machin 27 Kasım’da kovulurken Fergie hâlâ görevinin başındaydı. BaşkanEdwards, sadece A takımla değil altyapının bütün gruplarıyla ilgilenen, işkolik derecesinde mesai yapan antrenörünün gayretini galibiyetler kadar değerli görüyordu. Ancak saha içindeki tek teselli imkânı olarak da FA Cup kalmıştı. 7 Ocak 1990 günü üçüncü turda Nottingham Forest deplasmanına çıktıklarında, 18 Kasım’dan beri lig galibiyetleri yoktu ve 15. sıradaydılar. Edwards, maçtan önce Ferguson’ı odasına çağırdı ve şunları söyledi: “Cumartesi skor ne olursa olsun pazar günü görevinin başında olacaksın.”

United, o gün çok zorlandı. Fakat ikinci yarıda Hughes’un ayağının dışıyla gönderdiği pası Stuart Pearce tarafından itilmesine rağmen Forest ağlarına yollayan 20 yaşındaki Mark Robins, turu takımına getirdi. Günün kahramanı, yıllar sonra şunları söyleyecekti: “Baskı altında mıydı, bilmiyorum. Öyleyse de bize hiç hissettirmedi. Kimse o golün Ferguson’ın dönüm noktası olacağını bilemezdi.”

Robins, yarı finalde bir kez daha sahneye çıktı; Oldham Athletic’e uzatmalarda attığı golle Wembley’in kapısını ardına kadar Ferguson’a açtı ve ligi 13. bitiren United, kupa finalinin tekrar maçında Crystal Palace’ı 1-0 yenerek FA Cup şampiyonu olmayı başardı. Nihayet prestijli bir başarı gelmişti. Ama suların durulduğunu düşünenler yanılıyordu. Ertesi gün zafer coşkusuyla gazetelere sarılan Alex Ferguson, şöyle bir çağrı ile karşılaşacaktı: “Tamam, FA Cup’ı kazanabileceğini kanıtladın. Şimdi İskoçya’ya dön!”

"Umurumda Değil!"

Alex Ferguson için disiplin önemliydi. Futbolcusunun içinde olduğu durumun ya da ruh hâlinin hiç önemi yoktu. 1991- 1996 yılları arasında United forması giyen savunmacı Paul Parker, Fergie’nin asabiyet anlarından birini, Sir Alex Ferguson Documentary/The Untold Stories belgeselinde şöyle anlatmıştı:

“Steve Bruce’un eşi Janet hastanedeydi, sırtından bir ameliyat geçirmişti. Biz de o gün sahadaydık. Steve, maç esnasında telefonunu açık bırakmış. Old Trafford’da oynuyorduk, işler iyi gitmiyordu ve devre arasında soyunma odasına geldik. Tam oturmuştuk ki telefon çalmaya başladı. Hepimiz durmuş birbirimize bakıyor, telefonun kime ait olduğunu merak ediyorduk. Benim olmadığını biliyordum, Denis’in (Irwin) telefonu vardı ama hangi şartta olursa olsun asla açık bırakmazdı. ‘Big’ Pete (Schmeichel) de “Ben değilim” dedi ama gözleriyle kimin olduğunu işaret ediyordu. Hepimiz Bruce’a baktık. Bruce’un yüzü ve tavırları “Benim” diyordu. ‘Moruk’ koşarak geldi, telefonu aldı… Steve Bruce, “Eşim hastanede…” diye açıklamaya yeltendi ama “Eşinin hastanede olması umurumda değil!” karşılığını aldı. ‘Moruk’ telefonu duvara fırlattı ve parçaladı.”

Düzlük

Fergie’nin takımı, ertesi sezon ligde yine zirveden uzaktı. Ama 15 Mayıs 1991’de Barcelona’yı 2-1’le geçerek Kupa Galipleri Kupası’nı kazanmayı bildiler. Maçtan sonra basın toplantısına katılanlar, Ferguson’ın Aberdeen günlerindeki güvenini yeniden kazandığını hissetmişti. Sıkıntılı günlerde yaptığı hamleler de yavaş yavaş sonuç vermeye başlıyordu. İlerleyen yıllarda ‘çetesinin’ vazgeçilmezlerinden olacak Ryan Giggs’in A Takım'a yükselmesi, Brian Kidd kararının ilk meyvesi oluyordu.

Kidd, 1991-92 sezonunda genç takım antrenörlüğünden Ferguson’ın yardımcılığına terfi etti. İskoç menajerin 1986’dan beri en dramatik sezonu böyle başladı. 1991’i sadece bir mağlubiyetle kapatan United, takvimler 19 Nisan 1992’yi gösterdiğinde 75 puanla, takipçisi Leeds United’ın iki puan önünde liderlik koltuğundaydı ve bitime sadece dört maç kalmıştı. Ama rüzgâr ani bir şekilde yön değiştirdi. Önce 20 Nisan’da Nottingham Forest’a, sonra da sırasıyla West Ham ve Liverpool’a mağlup oldular. İlk defa lig şampiyonluğuna yaklaşan İskoç menajer, kariyerinin en büyük şoklarından birini yaşıyordu. Şampiyon, ‘düşman’ Gordon Strachan’ı da kadrosunda bulunduran Leeds United olmuştu...

United’ın Ferguson ısrarı ise Premier Lig’in ilk sezonunda nihayet sonuç verecekti. Şampiyon Leeds’in Fransız forveti Eric Cantona’nın gelişiyle aradığı yıldızı bulan Fergie, 1992-93 sezonunda ilk şampiyonluğuna ulaştı. Takip eden 20 yılda takımıyla Premier Lig’e ve Avrupa futboluna damga vuracak, kötü başlayan hikâyesini 2013 yılında kulüp tarihinin en büyük efsanelerinden biri olarak noktalayacaktı.

Fergie, ilk yıllarından itibaren sürdürdüğü ve kendisine verilen desteğin büyük sebeplerinden olan gençlerle çalışma alışkanlığını hiç bırakmadı. 1995 FA Cup Finali’nde Everton’a kaybettikleri maçtan sonra “Anlaşıldı, şu andan itibaren takımı değiştiriyorum” dedi ve 92 Sınıfı olarak zihinlere kazınacak gençleri sahaya sürdü. United mesaisinin başındaki hataları da sürdürmüştü aslında. Alan Shearer’ın transferinde yine çuvallamıştı, Cantona ve Roy Keane gibi ‘sorunlu’ kişilikleri idare etse de sakinliği ile bilinen David Beckham’la yaşadığı gerginlik uzun süre manşetlerde kaldı. Ama bunları gölgede bırakacak kupalar müzedeydi: 13 Premier Lig şampiyonluğu ve iki Şampiyonlar Ligi zaferi.

Ferguson yıllar sonra, Türkçeye Hayat Hikâyem olarak çevrilen otobiyografisinde, ilk yıllarında yönetimden aldığı desteği şu sözlerle yâd etti: “Bobby Robson ve başkan Martin Edwards... Bu iki adamın o karanlık günlerde bana sahip çıkma cesaretini göstermeleri büyük bir şanstı. Herhâlde Martin, benim kovulmamı isteyen bir sürü öfke dolu mektup almıştır.”

Aynı kitapta yer alan ‘Glasgow’daki Köklerim’ bölümünün ilk cümlesi ise takip eden şampiyonluk dolu 20 yılın verdiği hazzın ne denli yüksek dozda olduğunun sırrı gibiydi. Ferguson Ailesinin İskoçya’daki mottosu ‘Dulcius ex asperis’ti; yani ‘zorluklardan sonra her şey daha güzeldir.'

Otorite

“Kötü oynadığını asla kabul etmez, hata yaptığına asla ikna olmazdı.” Alex Ferguson, Hayat Hikâyem adlı otobiyografisinde David Beckham’ı bu sözlerle anlatıyordu. İkili arasındaki gerginliğin doruğa çıktığı an, belki de Ferguson’ın altın yıllarının ilk büyük kriziydi. 2003’teki Arsenal maçından sonra yaşanan ‘Krampon Hadisesi’, İskoç menajerin otobiyografisinde de yerini aldı:

Büyük bir heyecana yol açan aramızdaki kapışmaysa Şubat 2003’te Arsenal’la Old Trafford’ta yaptığımız ve 2-0 kaybettiğimiz Federasyon Kupası beşinci tur maçından sonra gerçekleşti. David’in o maçtaki kusuru, Sylvain Wiltord’un attığı ikinci Arsenal golünden önce geriye koşmamasıydı. Sadece koşar gibi yapmıştı. Rakip oyuncu koşmaya devam etmiş ve onu bir hayli geride bırakmıştı. Maçtan sonra ona hatasını söyledim. David o sıralarda hep yaptığı gibi yine dediklerime kulak asmadı. Muhtemelen artık geriye koşmaya ve rakibi kovalamaya gerek olmadığını düşünmeye başlamıştı. Oysa onu Beckham yapan bu özellikleriydi. Benden üç-dört metre uzakta oturuyordu. İkimiz arasında, yerde birkaç çift krampon duruyordu. Ona doğru yaklaşırken ayakkabılardan birine bir tekme savurdum. Ayakkabı gidip tam gözünün üstüne çarptı. Tabii o da ayağa fırlayıp üzerime yürümeye kalktı ama oyuncular araya girdi. “Otur!” dedim. “İstediğini düşünebilirsin ama takımını yarı yolda bıraktın.”

Ertesi gün çağırıp videodan gösterdiğim hâlde hatasını kabullenmedi. Tek kelime bile etmeden beni dinlemekle yetindi. “Neden bahsettiğimi, seni niye eleştirdiğimi anlıyor musun?” diye sordum. Cevap bile vermedi. Ertesi gün olay basında yer aldı. Kafasına taktığı taçla insanların karşısına çıkması, ayakkabının sebep olduğu yaranın etkisini büsbütün arttırdı. İşte o günlerde yönetim kuruluna David’in gitmesi gerektiğini söyledim. Beni tanıyan yönetim kurulu üyeleri mesajımı gayet iyi almış olmalıydı. Bir United oyuncusu, teknik direktörden daha büyük olduğunu düşündüğü anda gitmeliydi. Hep şöyle derdim: “Teknik direktörün otoritesini kaybettiği anda o kulüp artık kulüp olmaktan çıkar. Kulübü oyuncular yönetmeye başladığı an, başınız belada demektir.”

Socrates Dergi