
Duvar
21 dk
Çağlar Söyüncü, 2002'de sokakta top koşturuyordu, 2008'de lisanslı oynamaya başlamıştı. 2021'de ise kendi hikâyesini yazmak isteyen bir jenerasyonun merkezinde. Macerasını kendisinden dinleyelim...
Euro 2020 elemelerinde Türkiye yeni bir kimliğe kavuşurken dönüşümün sembollerinden biri de savunma duvarının yapıtaşı Çağlar Söyüncü'ydü. Leicester City ile FA Cup kazandıktan birkaç gün sonra, 25'inci yaş gününden birkaç gün önce, onu Leicester'daki evinde yakaladık. Zoom ekranını açtı, antrenmandan yeni çıkmıştı ama sahada olduğu gibi enerjisi yerindeydi.
Sondan başlayalım. Tarihi kupa zaferi sonrası seninle konuşuyoruz. Hem kişisel tarihinde ilk kupa, hem de Leicester City ilk kez FA Cup kazandı. Neler hissettin, yaşadın?
Geçen sene de Lig Kupası'nda yarı final oynama şansımız olmuştu, düşünün yarı finalde bile büyük heyecan yaşamıştık. Böyle organizasyonların finalleri her zaman en üst seviyede oluyor. Tüm bu sıkıntıların ortasında güzel bir seyirci grubuyla, çok iyi bir organizasyon yapılmış. Prensten tutun, İngiltere'nin bütün önemli isimleri oraya geldi, güzel bir anıydı. Kulübün ilk defa böyle bir kupayı almasında bizlerin de rol oynaması mutluluk verici. Tabii bunların değerini belki yirmi-otuz yıl sonra baktığımda daha iyi anlayacağım, o günleri görürsem. Şu an profesyonel hayatım devam ettiği için bunun bana neler katacağını henüz bilmiyorum.
Kupadan önce Manchester United'a karşı Old Trafford'da sezondaki tek golünü de attın. Tarihi bir goldü…
Maçtan önce gol atacağımı düşünüyordum, hissetmiştim. Bir hafta önce Newcastle'a karşı kötü performans sergilemiştik, benim de hatam olmuştu. Orada iyi futbol oynuyorduk, 1-0 öne geçmiştik, sonra 1-1 oldu. Gol atacağımı hissediyordum ama zamanını bilmiyordum. O gün maçtan önce "Ben bugün gol atacağım" demiş, gol sevincimi bile düşünmüştüm. Filistinli kardeşlerime, tüm masum insanlara ithaf edecektim golü. Çocuklar, kadınlar, hiçbir insan zulme uğramasın. O gün öyle hissetmiştim işte, nasip oldu attım, onlar için dua ettim. Maçı kazanmamız da golün önemini artırdı.
Freiburg'da oynadığın dönemde seninle bir röportaj yapmış ve Almanya'nın kariyerin için neden doğru adres olduğuna dair de bolca konuşmuştuk. Almanya günlerinin bugün geldiğin noktadaki rolünü nasıl özetlersin?
İkinci ligden yurtdışına çıkan ilk futbolcuydum ama şimdi yavaş yavaş bunun örnekleri çoğalmaya başladı. Almanya'da güzel şeyler yaşadım. Genç bir takım Freiburg, daha çok oyuncu yetiştirmeye yönelen, kendi yağında kavrulan bir kulüp. Orada her zaman ligi beklenenden daha yukarıda bitirdik, UEFA'da ön eleme bile oynadık. Oradaki tecrübelerim, yaşadığım olaylar çok etkili oldu gelişimimde. Bugün benzer şeyler karşıma çıktığında kolaylıkla üstesinden gelebiliyorum.
Orada hata yaptığın zaman seni destekleyen bir hocan vardı. Bu yaklaşım özgüvenine katkıda bulundu mu?
Evet ama o ters de tepebilir elbette. Oradaki hocamız destekliyor ama burada o rahatlığı hissedip aynı hareketi yapmak isteyip yapamadığınızda tepki farklı olabilir. Şansıma Brendan Rodgers da aynı şekilde destekleyici.
Christian Streich'le iletişimin sürüyor mu peki?
Tabii, en son kupayı aldığımızda mesaj attı. Ben de özel günlerde kendisini arıyorum. Bir de geçen sezon maç öncesi beni ona sormuşlardı, sanki orada doğup büyüyüp buraya gelmişim gibi konuşması, benimle gurur duyduğunu söylemesi çok mutlu etmişti. Arayıp teşekkür etmiştim o zaman da.

"Süre almak lazım gençken. Altınordu'da ve Freiburg'da sürekli oynadım, burada da ilk senemdeki sıkıntılardan sonra hep oynadım."
Demin söylediğin gibi aslında bir yol da açmış oldun. Senden sonra Almanya'ya giden Ozan Kabak, Ali Akman ve Ömer Faruk Beyaz seni arayıp fikir aldılar mı?
Evet, konuştuk. Zaten sizinle ilk röportajımda da anlatmaya çalışmıştım yurtdışında gelişimin daha iyi, daha farklı olabileceğini. Şansları varken değerlendirmelerini söylüyordum, onlar da değerlendirdi. Ozan'ın bu şansı ne kadar iyi kullandığı zaten şu anki konumundan belli. Diğer arkadaşlarım yeni gitti, inşallah onlar da yeni sezonda ülkemizi en iyi şekilde temsil etmeye başlayacaklar. Şu an bizim jenerasyonumuzda dışarıda oynayan yaklaşık 15 oyuncu var, yanılmıyorsam en eski Enes'le (Ünal) ikimiziz. Enes'in şanssızlığı direkt Manchester City'ye gitmek oldu, orada başta A takımda oynayamadı. Ben direkt oynayınca bizden küçükler de gelmeye başladı, başarılı da olmaya başladık. Bu başarı şimdi Milli Takım'a da yansıyor. İnsanları bir şekilde iyi yönlendirebildiysem ne mutlu bana.
Sana benzer bir yol izleyen Merih Demiral da röportajlarında benzer bir cümle kullanmış, "Süre alacağım bir takımı seçtim" demişti. Bu çok önemli, değil mi?
Kesinlikle. O zaman Türkiye'den de teklifler vardı bana. Şunun da altını çizmek lazım; daha Türkiye'de yabancı sınırı bugünkü gibi değildi. Ama büyük takımlarımız istediği halde, ben Avrupa'ya gitme şansım varken bunu kullanmak istedim. Hatta o zamanki başkanımız Seyit Mehmet Özkan devre arası göndermek istiyordu beni ama profesyonel ligde daha yeni oynamaya başlamıştım, daha kuvvetli gitmek istiyordum. O sırada A Milli Takım'a çağırılmıştım, kamplarımız iyi geçiyordu, şimdi gidip devre arası oynamazsam kötü olur diye düşünmüştüm. Onlar da 2. Bundesliga'daydı, "Sene sonu hem onların durumunu hem de kendi durumumu görürüm" demiştim. Nitekim onlar Bundesliga'ya çıktı, ben de iyi performans sergiledim, Fatih Hoca bütün kamplara çağırdı, sezon sonu da çıktım Almanya'ya gittim. Süre almak, hep doldurmak lazım gençken. Çünkü, bence futbolda altyapı eğitimi ve ilk çıktığınız birkaç yılda öğrendikleriniz çok önemli. O yıllarda büyüklerinizden öğrendikleriniz, kuvvetinizi kazanmanız, stresi yönetmeye alışmanız çok önemli. Böyle doldura doldura gitmenin çok faydasını görürsünüz, ben görüyorum şu anda. Altınordu'da sürekli oynadım, Freiburg'da sürekli oynadım, burada da ilk senemde sıkıntılardan sonra sürekli oynadım. Bir tek Leicester'da ilk dönemde bir sıkıntı yaşadım. Sıkıntı değil de işte, anlaşamıyorduk hocamızla.
Duygusal durumun nasıldı o sıra? Sezon başını kaçırdın, U23 Takımı'yla maçlara çıktın, bir yandan Milli Takım'da oynuyorsun, bir yandan Leicester sana bir yatırım yapmış ama oynamıyorsun…
Her futbolcu oynayamayınca üzülür. Hocamız Claude Puel'in kendi yapısından dolayı sadece oynattığı ilk 11'le arası iyiydi ya da daha iyi olmaya çalışıyordu onlarla diyelim. Bu tabii kendi tercihi, şikâyet etmiyorum, benden yana bir sıkıntı yoktu. Ama hocamızın söylediği gibi dilden kaynaklı bir sıkıntı da yoktu bende. Ben 19 yaşımda Almanya'ya gittiğimde de dil bilmiyordum ama futbolun dili bir. Puel beni o sezon altı maçta oynattı, sadece birini kaybettik. O maçlarda dil bilmediğimden hata yapsam ya da o an onu dinlemekte sıkıntı çeksem dersin ki "Oynattığım maçta stoperin beni dinlemesi lazım" ama öyle bir şey de olmadı. Hatta yaptığı açıklamaları Twitter'dan okuyordum ama işte hocamızdı, saygı göstermeliydim. Gösterdim de. Antrenmanlarda konuşuyorduk ama öyle ekstra gelip "21 yaşında zorlu bir lige gelmişsin, hem de geç gelmişsin" gibi bir yaklaşımı yoktu. Ben çoğu maçı kaçıracağımı belki de geldikten sonra hissettim. Elbette Premier Lig hakkında herkesin bir fikri var ama zorluğunu işin içine girdikten sonra daha iyi anlıyorsun.
Bir de sakat gelmiştim, bunun sıkıntısını yaşadım. Bir yandan A Milli Takım'da oynuyorum, ne yapmam lazım? Baktım süre alamıyorum, bu defa A Milli Takım kampları yaklaşırken maç eksiğimi gidermek için kendi isteğimle ikinci takımda oynamaya başladım. Tabii üzülüyordum ama öyle "Ah vah" bir durum da yaratmadım kendime. Kalitemi biliyordum, A Milli Takım futbolcusuydum. Var mı ötesi? Milli forma işte o özgüveni veriyordu bana. Tamam, burada şans bulamıyor olabilirim ama forma bana geldiğinde neler yapabileceğimi biliyordum çünkü onun için çok çalışıyordum. O sene 300 antrenman yaptıysak 299'una katılmışımdır, çıkıp her şeyimi vermişimdir.
Marcel Desailly, meşhur Kaptan kitabında diyordu ki "Ben Şampiyonlar Ligi şampiyonu olmuştum, Milan'da oynamıştım, Fransa Milli Takımı'nın parçasıydım ama Chelsea'deki ilk birkaç ay yerde çimi görmekten helak oldum." Sen Bundesliga'dan gelirken neler yaşadın?
Diğer Avrupa liglerinde top maçın yüzde yetmişinde oyunda kalıyorsa İngiltere'deki oran yüzde doksan. Rakamları sözgelimi söylüyorum ama aradaki fark önemli. 60-70'ten sonra o seyirci baskısından, o tempodan yorulmamanız, son yirmi dakikanın temposunu kaldırmanız çok zor. Futbol çok hızlı oynanıyor, çok kaliteli takımlar var. Şampiyonluk yarışı çoğu ülkedeki gibi iki-üç takım arasında geçmiyor. Ama tüm bu zorluklarla mücadele etmek, o ligin bir parçası olmak insana bambaşka bir keyif veriyor. İzleyenler için de öyle olduğunu düşünüyorum.
Bu süreçte fiziksel olarak Premier Lig için bir çalışma rejimine girip farklı çalışmalar yaptın, değil mi?
Yaptığımız antrenmanların çok büyük bir önemi var. Maçın oynanacağı saate göre antrenmanlarınızın, yemeğinizin, içeceğinizin, vitaminlerinizin hazırlandığı bir sistem var. Belki normalde fark edemezdim, "Almanya'dayken de her şeyimi veriyordum, burada da öyle" diyebilirdim. Ama seyirciler de ben de maçlara bakınca o gelişimi gördüm.
Claude Puel-Brendan Rodgers değişikliğinin de çok faydası oldu galiba...
Puel'le hiçbir tartışmamız olmadı, onun sistemi öyleydi. Teknik direktör tercihi diyelim. Futbolda böyle olaylar oluyor, saygı duyup yoluna devam edersin. Ama Brendan'ın gelişinin bana ve diğer genç oyunculara ne kadar pozitif yansıyacağını düşünmüştüm ilk hafta sonunda. Bir defa iletişimi çok iyi sağlıyordu. Büyükle büyük, küçükle küçük olabilen bir karakter. Ve takım içindeki havayı çok iyi kokluyor. Bir süre geçirdikten sonra herkesin karakterini tanıdığını fark ediyorsun.

Rodgers'ın çoğunlukla seni üçlü savunmanın solunda oynattığı bir taktiği var. Arada dörtlüye dönmekle birlikte ana şablonu bu ve bu da seni daha rahat hissettiriyor gibi. Üçlünün solunda oynamak oyununa neler kattı?
Ona bu sene başladık, ben sakatlıktan döndükten sonra. Çünkü Fofana gelip iyi bir çıkış yakalamıştı. Evans, sistemde libero gibi, bizler önünde iki stoper gibiyiz. Evans'ın yönlendirmesi, tecrübesi; bizlerin de iyi niyeti ve potansiyeliyle iyi bir üçlü olduğumuzu düşünüyorum. Castagne de o üçlüye girdi zaman zaman. Kendi adıma bakınca da üçlüde topla daha çok çıkma şansım var. Dörtlüde de çıkıyorsun evet ama çoğu zaman orta sahada topu oyuna sokmaya çalışıyorsun ya da oyuna topla girmeye çalışıyorsun. İşte bu anlarda da bireysel beceriler çıkıyor ortaya. Tabii ki daha fazla yardımlaşma, diyalog ve takımdaşlık gerekiyor. Zira üçlü oynamak, geri beşli oynamak aslında bir hayli zor. İyi iletişim ve pozisyon bilgisi istiyor, en ufak bir çizgi hatası, iletişim hatası ya da kararsızlığınız golle sonuçlanabiliyor. Karşınızdaki forvetler de hatayı affedecek isimler değil. Çok dikkatli olmalıyız.
Cengiz Ünder'le 2010'dan beri berabersiniz. Oda arkadaşlığı, deplasman yolculukları, Almanya'dayken Maçkolik'ten onun maçını takip ettiğin günler… Kimbilir nasıl statlarda maçlara çıktınız, şimdi birlikte Premier Lig ve milli takımdasınız. "Nereden nereye" dediğiniz oluyor mu?
Olmaz mı? Daha geldi, burada evin bahçesindeki çimleri gördü, "Bu çimlerden kötü sahalarda maç yaptık" dedi. Çamur, deplasmana gidiyoruz kar, altyapıda biliyorsunuz sahaları… Maalesef. Aslında en büyük yatırım gençlerimize yapılmalı, en iyi sahalarda onlar oynamalı. Ama kötü sahalarda oynuyorlar, oynadık. Cengiz de ilk bunu söylemişti. Dediğiniz gibi 12 yıl oldu neredeyse, bu yaşta tanışsak başka ama biz bütün ergenliğimizi birlikte yaşadık, her şeyimiz birlikte. Üstelik biz futbol gereği hayata erken yaşta başladık, 11-12 yaşında ailemizden ayrılıp başka bir yere gittik, yurtta kaldık. Tamam imkânlar çok iyiydi, şanslıydık ama zorlukları da vardı. Şu anda burada birlikte olmak çok güzel bir duygu. İnanıyorum ki o da burada edindiği tecrübeler sayesinde daha da güzel şeyler yaşayacak.
Milli Takım kadrosuna Fatih Terim döneminde girdin. İlk maçının üzerinden altı yıl geçti ve o kadrodan çok az kişi kaldınız. Bu dönüşüm sürecini nasıl anlatırsın?
İlk Fatih Hocamız çağırdı, ona ayrı bir teşekkür etmek lazım. Düşünün Arda Abi (Turan) Barcelona'ya imza atmıştı, ben ikinci ligden gidiyordum yani. Televizyondan izlediğimiz abilerimizle aynı ortama girdik. O abilerimizin çoğu şimdi hocalık görevine soyundu, hepsine başarılar diliyorum. Tabii ikinci ligden gelmenin bir zorluğu vardı. Bir anda karşında 60 bin kişiyi görünce bir afallıyorsun. Ama Milli Takım tek renk, tek duygu olduğundan ve ortamın da çok iyi olmasından dolayı çabuk alıştım. Fatih Hoca gidip Lucescu dönemi başladığında yeni bir oluşum gelişti, ben de onun içindeydim. Sonra da Şenol Hoca ile güzel bir çıkışımız oldu. Fatih Hoca, Lucescu, Şenol Hoca… Şükürler olsun, bu genç yaşımda böyle kıymetli, futbol tarihimizde ayrı yerleri olan üç isimle çalıştım.
Mircea Lucescu, milli takımın başında çok kötü sonuçlar aldı ve bolca da eleştirildi. Ama bu dönüşümü de o gerçekleştirdi. Size ne anlatıyordu?
Biz futbolcular, hadi kendi adıma konuşayım, ben başarılı olacağımızı biliyordum. Kulüpte bile altı ay her gün birlikte çalışıyorsunuz ve başarı belli bir süreden sonra geliyor. Ama biz oraya hepimiz başka yerlerden gidip iki gün sonra maça çıkıyorduk, çok zor. Tabii hâlâ öyle ama şimdi kadromuz oturdu, iletişimimiz daha iyi, yaşımız biraz daha büyüdü… Bir de hocamızla istediğimiz antrenmanları yapamıyorduk zamandan dolayı; maçlardan dolayı birimiz bir gün sonra, birimiz iki gün sonra geliyorduk. Bu geçişi gerçekleştirmek hiç kolay bir şey değil. Lucescu bunu yaptı ve ondan çok şey öğrendik. Şu anda herkesin çok sevdiği, beğendiği bir Milli Takım var ortada. Güzel gidiyor, taraftarımız bizi her zaman destekliyor, bu gidişimiz bozulmasın.
Fransa maçı. Bugünkü milli takım o maçla ortaya çıktı, yeni dönemin başlangıcı o maçtı. 2-0'lık galibiyet bir kıvılcım oldu. O gün kulübedeydin ama tecrübelerini dinlemek isteriz.
Evet, ondan önce de grupta iyi ilerliyorduk ama son dünya şampiyonunu yenmek büyük bir olaydı. İnanın oynayan oynamayan herkes her şeyini verdi. O gün kulübedeydik, boğazlarımız sevinç çığlıklarından günlerce ağrıdı. O maç aynı zamanda bir testti. Bir yola çıkmıştık ve nerede olduğumuzu, nerede olabileceğimizi görmek için daha iyi bir test olamazdı. Kaleye şut çektirmedik, öyle bir maçtı. Bir başlangıçtı. Deplasmandaki Fransa maçı da final oldu. Aradaki maçlarda oynadığımız iyi oyunların, aldığımız puanların kıymeti o maçla çıktı. Oradaki taraftarımıza da çok teşekkür ederiz, Türkiye gibi hissettirdiler bize. Sıkıntılı bir dönemdi, şehitlerimiz vardı, çok duygusal zamanlardan geçiyorduk ve sahaya çıktığımızda o Türk taraftarlarının coşkusuyla karşılaşmak tüylerimizi diken diken yapmıştı. Kariyerimin en unutulmaz maçlarından biriydi.
O dönemde Milli Takım'ı sahiplenme arttı, önceden oluşan o soğukluğun gidip 'Bizim Çocuklar' söylemiyle beraber farklı bir havanın oluştuğunu gördük. Bu biraz da sizin jenerasyonunuzun idealleri, tavrı, genel iletişimi gibi unsurlarla da ilişkili gibi geliyor bize, katılır mısın?
Belki de o zaman yeni bir kana, yeni bir jenerasyona ihtiyacımız vardı. İnsanlar da bu grubu sevdi. Mesela Andorra ile oynuyorduk, 89'a kadar gol atamadık, bir tane taraftar sahayı terk etmedi. Yaşınız benden büyük, biliyorsunuz geçmişte daha farklı tepkiler oluyordu. Andorra'yı küçümsemiyorum ama başarılarına ya da futbollarına baktığınızda taraftar haklı olarak "Ben maçtan keyif almaya geldim, bu maçta da stres çekmeyelim" diye düşünebilir. Hayır, bizi son ana kadar desteklediler. Ben de bu takımın bir parçası olduğum için çok şanslı hissediyorum.
Fransa maçında başardıklarımızı, son Hollanda ve Norveç maçlarında pekiştirdik. Gerçekten heyecan verici bir takımla gidiyoruz şampiyonaya. Ne bekleyebiliriz?
Biz de her zaman hedefimizi, hayallerimizi gidebildiğimiz yere kadar koyuyoruz. Şimdiden finalden, kupadan bahsetmek taraftar ya da yorumcu olarak sizler açısından güzel bir duygu ama bizim futbolcu olarak hep gerçekçi olarak bir sonraki maçımıza bakmamız lazım. Az önce konuştuk; Fransa'ya burada şut attırmadık ama Andorra'ya golü 89'da attık. Futbol şansınız da her zaman yanınızda olmayabiliyor. Onun için ilk hedefimiz gruptan çıkıp adım adım ilerlemek.
Haaland'a Karşı
Norveç maçı öncesi medyadaki Haaland haberlerinin üzerimizde hem bir baskısı hem de yararı oldu. Önce rakibimizi analiz ettik. Neresi kuvvetli, hangi ayağıyla nasıl vuruyor, topa nasıl yükseliyor… Bir gece önce kafanızı yastığa koyduğunuzda maçı oynamaya başlıyorsunuz. Ben hep öyle yaparım. Canlandırırım zihnimde pozisyonları. O gün de maç benim kafamdaki gibi gitti. Haaland tabii ki çok özel bir futbolcu; o yaşta hem Dortmund'da hem milli takımında böyle bir performans göstermesi inanılmaz, ilerde futbol tarihinde büyük iz bırakanlardan olacak. O gün gol atamamış olmasının sadece bizim için önemi var. Yoksa Fenomen Ronaldo'ya karşı oynayan bir stoper, Ronaldo o maç gol atamayınca "Ronaldo kötü" mü diyecek? O gün belki ben daha iyi konsantre oldum. Tabii kendime de güveniyordum. Bir de ben gol atınca, çok güzel bir hatıra oldu.
Yani sonuçta bugün özlemle andığımız 2008'de bile belki son dakika golleri olmasa gruptan çıkamadan elenebilirdik…
Tabii ki. O zaman da çok büyük bir başarı yakaladı abilerimiz. O dönemki ya da daha eski futbolcuların bizler hakkındaki güzel sözlerini duyuyoruz mesela. Hepsi bizi bir yandan mutlu bir yandan da motive ediyor. Onların ülkemiz için başardıklarını biz de başarmak zorunda hissediyoruz. Bu da olumlu bir baskı. Böyle güzel bir havamız var diye bağlayalım.
Sen genç yaşında birçok hayalini gerçekleştirmiş birisin. Kariyerinin bir aşamasında, bu jenerasyonla beraber Milli Takım'la bir büyük turnuva şampiyonluğu hayali de kuruyor musun?
Kurmaz mıyım? Biz gerçekten iyi bir ekibiz. Turnuvaların takımıyız bence. Geçmişe bakın, şanssızlığımız hep grup elemelerinde, ön elemelerde. Ama 2002 Dünya Kupası'na, 2008 Avrupa Şampiyonası'na renk katan takımdık. Bizim ülkemizin, futbolcularımızın hep orada olması lazım çünkü biz gerçekten çok yetenekli bir milletiz. Bakın yaklaşık 15 kişi Avrupa'da oynuyor, iyi takımlarda, iyi liglerdeyiz. Turnuvalarda yer aldığımızda o turnuvaların rengi oluyoruz. Son turnuva hariç. Orada olmak bize zaten ayrı bir enerji veriyor. Dediğim gibi ilk hedefimiz iyi maçlar çıkarıp grubumuzu geçmek ama hayallerimiz büyük.
2002 Dünya Kupası'nı hatırlıyor musun?
O zaman altı-yedi yaşındaydım, çok hatırlamıyorum ama Brezilya maçını, son maçı, İlhan Abi'nin (Mansız) golünü sonrasında çok izledim. O zaman çocuktuk, mahallede top oynuyorduk, hep o isimlerle büyüdük. Kimisiyle oynama şansımız oldu işte, Emre Abi (Belözoğlu) mesela. Şenol Hoca ile çalışıyoruz. Bence şanssızlığımız, iki defa Brezilya'yla oynamamız olmuş. Başkası çıksa finale kalırmışız.
2008'den ne kaldı aklında?
Coşku, son dakika golleri, mutluluk… Bir kulüpte lisanslı oynamaya başlamıştım, nasıl heyecanla beklediğimizi, abilerimizin her maçı nasıl çevirdiğini hiç unutamam. Herkesin unutmayacağı bir turnuva vardır, benimki 2008.
Geçmişte çok iyi savunmacılar çıkarmış olsak da bizim ülkenin savunmayla ilişkisi biraz çetrefillidir. "Basit hatalardan gol yedik" cümlesi dile pelesenk olmuştur. Şimdi bambaşka bir savunma rotasyonuna ve gücüne sahibiz.
Diyorum ki bu oyuncu grubunda olduğum için çok şanslıyım. Böyle bir takımda bulunmak bizim kısmetimizmiş. Stoper konusunda da şükürler olsun, nazar değmesin gerçekten iyi oynuyoruz ve her şeyden önemlisi çok iyi anlaşıyoruz. Ben Kaan'la oynadım, Merih'le oynadım, son maçlarda Ozan'la oynadım. Fark etmiyor yani. O ikilide ben olmayayım, yine fark etmez. Kalitemiz ve iyi arkadaşlığımız olduğundan isimler değişse de oyun yapısı değişmiyor.

"Kalitemiz ve iyi arkadaşlığımız olduğundan isimler değişse de oyun yapısı değişmiyor."
Savunmada daha önemli değil mi hep aynı kişiyle oynamak?
O işin ekstrası ama bence biz artık ikinci aşamaya geçmeye başladık. Mesela uzun yıllar biriyle birlikte oynarsın, başkası oynadığında sıkıntı yaşanır ama biz hepimiz birbirimize alıştık, tanıdık birbirimizi. İşte şu son maçlarda Hollanda'yı Ozan'la, Norveç'i Kaan'la birlikte oynarken yendik. Demek ki oynayan herkes iyi ve uyumlu.
Kaleci de dahil hatta. Hiç çok sayıda bu kadar iyi kalecimiz olmamıştı.
Tabii tabii. Ben biraz da kendi mevkiimden dolayı savunmadan bahsettim. Rüştü Reçber, Volkan Demirel gibi tarihimizin en önemli kalecileri de bakıyorsunuz şimdiki kalecilerimizle ilgili hep övgü dolu sözler söylüyor. Uğurcan Çakır ve Altay Bayındır başta olmak üzere harika bir kaleci grubumuz da var. Kale önünde çok güçlüyüz. Duvar gibi.