EuroLeague Top 50

20 dk

Mücadele dolu sezonlar, şampiyonluk öyküleri, son saniye basketleri ve elbette o anların aktörleri unutulmaz isimler. EuroLeague'in 20 yılından 50 unutulmaz ismi derledik...

10 | Manu Ginobili

90’ların sonunda Arjantin’in alt yaş milli takımlarında oynayan garip bir çocuktan bahsediliyordu; “Bir adam var, tuhaf bir basketbol oynuyor, fundamental’ı bildiğimiz estetiğe uymuyor” deniyordu. İzlerken steps yaptığını sanıyordun ama yapmıyordu. Bu ne biçim stop diyordun ama adam bir şekilde kitabına uyduruyordu. En olmayacak yerde ters bir hareketle tamamlıyordu pozisyonu. O zayıf vücuttan beklenmeyecek atletik özellikleri ve kuvveti, ayrıca inanılmaz bir patlayıcılığı vardı. Ama işte bir taraftan da o eski Yugoslav oyuncularına özgü yamuk yumuk bir fundamental görüyordunuz. Alakasız bir yerinden şutu kaldıran ama hepsini de sokan oyuncular vardır ya, biraz onları andırırdı. “Bu çocuk galiba basketbolu kendi kendine sokakta öğrenmiş” dedirtiyordu insana ama aslında tam tersiydi; ailesi, sülalesi hep basketbolcuydu.

Yine de şu sorulmuştur daima: “Böyle bir adamın İtalya 2. Ligi’nde ne işi vardı?” Sonuçta, Avrupa’ya Reggio Calabria formasıyla İtalya 2. Ligi’nde adım atmıştı. Bence bu tamamen, iyi izlememekten kaynaklanıyordu. O zamanlar Arjantin basketbolu da dünya çapında değildi ama yükselişteydi, bir dalga geliyordu. Fabricio Oberto ve Marcelo Nicola ilk çıkan isimlerdi, Ginobili’nin kuşağında da ilk yatırım Lucas Victoriano’ya yapılmıştı. Manu da o karambolde aradan kaçtı demek ki...

Calabria’da nasıl bir oyuncu olduğunu gösterdikten sonra ise Kinder Bologna bu kez fırsatı kaçırmadı ama kimse de ondan MVP olmasını beklemiyordu. Sonuçta ikinci ligden gelen bir oyuncuydu. Ancak Bologna’da geçirdiği iki sezonda, yıldızlarla dolu kadrolarda sazı eline alan isim oldu. Euroleague şampiyonluğunu ve ‘En Değerli Oyuncu’ ödülünü kazandı. Bir de final oynadı.

Ginobili esasen, imkânsız görülen işleri yapan bir oyuncuydu. Havada asılı kalır, ters elle pozisyonu bitirirdi, “Artık olmaz” denilen hücumu basket faulle tamamlayabilirdi. Euro step’i NBA ile tanıştıranların öncülerindendi. Normalde o dağınık adımları atan oyuncu kendini en yukarı çekecek sıçrama için güç bulmakta zorlanırlar. Bu yüzden de Euro step’in ardından yapılan atışlar genelde aşağıdan turnikeyle olur. Ginobili’nin farkı da burada ortaya çıkar; dağınık mağınık demez, çıkar en tepeye, çemberin içine kapatır.

Michael Jordan’ı andıran bu özelliklerini görenler, önce “Ya burada yapıyor ama Bologna’da yapabilir mi?” dediler. Yaptı. Sonra “Ya Bologna’da yapıyor ama NBA’de yapabilir mi?” diyenler çıktı. Orada da yaptı. San Antonio Spurs’e gittiği dönemde, koç Gregg Popovich ve genel menajer RC Buford’un da bu konuyu tartıştıklarını biliyorum. Popovich, “Dünyanın en yetenekli 10-15 oyuncusundan birini aldık” demiş Buford’a, o da “Çok acele ediyorsun, burası için öyle gözüküyor ama hele bir NBA’e gelsin de görelim” yanıtını vermiş. Sonrasını biliyorsunuz...

Ancak benim için onu farklı kılan en önemli unsur, ruhudur. İçinde daima çok vahşi bir mücadele ateşi yanar. Yenilgiyi kabul etmez, kimseyi gözünde büyütmez, kesinlikle geri adım atmaz. Aile kökenleri Arjantin’in yerlilerine dayandığı için, ben de bu atletizmin ve bu ruhun o köklerden geldiğine inanırım... / Yiğiter Uluğ

9 | Theo Papaloukas

2000’ler basketbolundaki en önemli isim belki de... Boyunun uzunluğu, oyunu okuyuşu, ‘önce pas’ anlayışı ve etrafındakileri daha iyi oynatma çabasıyla, kendisine Avrupa’nın Magic Johnson’ı demek çok da yanlış olmaz. Karşılıklı oynadığımız dönemde beni üç ya da dört dripling sonra çaresiz bir duruma sokacağını bildiğim için, kendisine önlem almakta zorlanırdım.

Dediğim gibi; o daima birkaç hamle sonrasını düşünürdü. Hatta kendisiyle bir sohbetimizde, bugünün basketboluyla geçmişi kıyasladığında aradaki farkın burada olduğunu söyledi. Ona göre, şimdi hücumlar kısa sürede, bire bir ya da ikiye iki oynanıyor ve hücumun hemen başında missmatch aranıyor. Oysa eskiden, miss match arayışı hücumun sonunda, ana plan işlemediğinde kullanılıyordu. Özetle; bugünün basketbolunda hücumlar daha bireysel, Theo’nun büyük bir oyuncuya dönüştüğü dönemde ise takımlar bir bütün hâlinde hücum ediyordu. O da tıpkı bir general gibi hücumları yönlendiriyordu.

Bir sporcuysanız, rakiplerinizi saha sınırları içinde az çok tanıma ve tartma fırsatı bulursunuz. Theo da benim, saha içinde gördüğüm kadarıyla iyi anlaşabileceğime emin olduğum bir oyuncuydu. Saha dışında da aynı içtenliği ve özveriyi taşıdığını gördüğüm için, kendisini ayrı bir yere koyuyorum. Ama ben burada, şimdilik saha içindeki arkadaşımı anlatmaya çalışacağım. Biraz da kendisinden yardım alarak...

2005’te Yunanistan’la EuroBasket’i kazandıktan sonra, 2006 yılında önce CSKA’yı Euroleague şampiyonluğuna taşıyıp Final Four’un MVP’si seçildi. Aynı yaz, Japonya’daki Dünya Şampiyonası yarı finalinde ABD’yi mağlup eden Yunanistan takımının saha içindeki yöneticisi rolünü üstlendi, maçı da 33 dakikada 8 sayı, 12 asistle tamamladı.

Takip eden sürece; bir şampiyonluk, bir Euroleague normal sezon MVP ödülü ve iki asist krallığı daha sıkıştırdı. Theo’ya hangi şampiyonluğa; 2006’ya mı, yoksa 2008’e mi daha çok sevindiğini sorduğumda, bana ikisinin de ayrı önemi olduğunu söylemişti. CSKA’nın 35 yıl sonraki ilk şampiyonluğu olduğu için 2006’nın yerini ayrı tutuyordu. Ama 2008 için de “Koçumuz zor durumdaydı, o yüzden önemliydi” demişti.

Tüm bunlar bir yana, Theo’yu benim gözümde daha da ilginç kılan bir nokta var; o da tüm bu başarıları sığdırdığı 252 Euroleague maçının sadece 20’sinde sahaya ilk beşte çıkması. ‘En değerli altıncı oyuncu’ dedikleri, bu olsa gerek... / Sinan Güler

8 | Juan Carlos Navarro

Navarro, İspanyolların altın jenerasyonu olarak gösterilen malum ‘80 kuşağının Pau Gasol ile beraber en önemli oyuncularından biri. Barcelona’da iyi işleyen bir sistemin içinde yetişti. Altyapıdan çıkan bir oyuncuydu, yanında Aito Garcia Reneses gibi öğretmenliğiyle bilinen, oyuncu yetiştirmek için süre ayırmaya heveslenen bir koç vardı. Takıma monte edilmesi uzun sürmedi. Her zaman tribünün çok sevdiği bir isim oldu. Bugün bile hâlâ kırılgan ve çocuksu bir yapısı vardır ama ilk zamanlarında bu görüntüsü daha da belirgindi. Sahada ilk gördüğünüzde “Bu çocuk da neyin nesi?” diyebileceğiniz, cılız bir görüntüye sahipti. Hiçbir zaman fiziksel bir oyunu olmadı. Ama İspanyol basketbolunun temeli olan, yüksek tempoda şut oyunun en iyi temsilcilerinden biriydi. Hem saha çabuk geçildiğinde hem de beşe beş oyunda hücum ritmi yüksek olduğunda o şutu en çabuk şekilde bulup en isabetli biçimde kullanmayı başardı. Ve böylece, sıkışıldığı anda eline bakılan bir oyuncuya dönüştü.

Kariyerinin bir döneminde ilginç bir kararla NBA’e, Memphis Grizzlies takımına gitti. Pau Gasol’ün de orada olması da etkiliydi tabii. Aslına bakılırsa hiç de kötü oynamadı; ilk sezonunda 15 sayı ortalaması vardı, seviliyordu da... Ama İspanyollarda, Türklere benzeyen bir nokta vardır; kendi ülkeleri dışında yaşamaktan çok hoşlanmazlar. Hakan Şükür’ün Torino’ya gittiğinde seccade ve lahmacun istemesi gibi, bir İspanyol da yurtdışına gittiği zaman sarımsakta pişmiş karidesini bulamadığı zaman mutsuz olur. O da nihayetinde, NBA’de herhangi bir oyuncu olmaktansa kendi şehrinin kralı olmayı düşündü ve Avrupa’ya geri döndü.

Euroleague tarihinin skorerlerini hatırlarsak, en büyük üç-dört isimden biri olduğunu söyleyebiliriz. 4000 sayı barajını geçen tek oyuncu sonuçta... Ancak skorerliği dışında akla gelen başka bir özelliği yoktur; müthiş bir savunmacı ya da müthiş bir pasör değildir, 10 sayı atmasına rağmen domine ettiği bir maçı hatırlamazsınız. Bir Jasikevicius, bir Bodiroga, bir Siskauskas değildir yani. Oyunu tek yönlü oynayan ama çok zor şutlar atabilen, o sorumluluğu hiç korkmadan alabilen ve rakip savunmanın önlemleri ne kadar sertleşirse sertleşsin o topu bir şekilde o çemberden geçirmenin yolunu bulan bir oyuncudur. Bir şut, aldığı bir faul ya da bir gözyaşı damlası... Ne yapıp edip o sayıyı bir yerden çıkartır.

Çok büyük bir istikrar örneğidir ayrıca; hep aynı takımda oynamış ve değişen takım arkadaşlarına ve koçlarına rağmen rolünü koruyabilmiştir. 30 attığı maç pek yoktur. Genelde 16-22 sayı aralığında gezinir ama ‘hep’ oralardadır. Neredeyse hiç top kullanmadığı bir ilk yarıdan sonra maçın en skoreri olabilir. Maçın kırılma anlarında ortaya çıkıp en iyi bildiği işi yapar. Üstelik herkes onun ortaya çıkacağını bildiği hâlde...

Karanlık tarafına gelirsek; rakiplerinin sevmediği bir oyuncu olduğunu söyleyebiliriz. Oyununda, faul almaya yönelik bir tarzı var. Sonuçta atlet bir oyuncu değil ve aldığı bütün darbeleri hakeme gösteriyor. Bu da rakiplerin hoşuna gitmiyor hâliyle. Seyirciler de ‘Kral’ muamelesi yaptıkları adamların, darbeyi aldığında yere düşmeyecek sağlamlıkta olmasını bekler. Ancak Navarro’da bu hiç yok. En ufak bir fiske aldığı zaman bile balyoz yemiş gibi davranıyor ve kahramanlığına gölge düşürüyor. Maalesef oyun karakterinin bir parçası da bu… / Yiğiter Uluğ

7 | Anthony Parker

Avrupa'da döneminin Michael Jordan'ıydı desek yanlış olmaz herhâlde. 'Air Parker' yazıları, kazanma alışkanlığı, üç farklı kadroyla şampiyon olması.... Maccabi Tel Aviv'de iki ayrı dönemde toplam beş sezon oynadı. Beşinde de Final Four'a kaldı, dört final oynadı, üç şampiyonluk aldı. Parker varken, kimse ondan daha iyi değildi.

Jordan'ı hatırlattığı diğer konu da orta mesafe oyunu. Avrupa'daki hücumcuların büyük bölümü ya çembere giderek etkili oluyor ya da çok iyi şutörler. Daha elit kümedeki oyuncular; mesela Sergio Llull ve Rudy Fernandez, hem çembere gidip hem de şutla oynayabiliyor. Bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaki oyuncular ise dripling üstü şutla, yani driplingle çembere giderken bir anda şuta kalkarak sayı üretebiliyor. MJ'in bütün büyük şutlarını düşündüğümüzde ortaya çıkan tablo gibi. Byron Russell'ı itip attığı şut da öyle, yarattığı oyun da... Parker, tarihte gri bölge denilen orta mesafeyi en iyi kullanan oyuncu olabilir. Spanoulis'ten de, Navarro'dan da, Bodiroga'dan da daha iyi... Mutlaka atletik özellikleri var ama sembol olduğu atış, NBA'e gitmeden önce 2005 yazında Toronto'ya karşı oynadıkları hazırlık karşılaşmasında bulduğu ve maçı kazandıran basket olsa gerek. Jordan'ın Russell üzerinden attığı şutun bir muadili. O günden sonra Toronto'ya gitmesi de tesadüf değil.

Maccabi Koçu Pini Gershon bir defasında, kendisine yöneltilen "Maç sonlarında ne düşünürsünüz?" sorusuna şu cevabı vermişti: "Böyle durumlarda bizim bir oyunumuz var. 'Fist Down' diyoruz. Diğer arkadaşlar duruyor, Parker topu alıyor. Öyle işte." Diğer arkadaşlar dediği de; Sarunas Jasikevicius, Nikola Vujcic, Nate Huffman, Willie Solomon, Ariel McDonald, Maceo Baston falan... Maccabi'nin örgüsü, o ilk perde sonrası hücum eden basketbol, oyuncuların rolünü çok iyi tanımlamaktan geliyor. 2000'lerin başına damga vuran; disiplinin bandajdan geçmediğini düşünen bu yapı, daha akışkan, oyuncuların rakiplerine oranla çok daha özgür olduğu bir sistem inşa etti. Mesela şampiyonluğa oynayan takımların genellikle 23-25 seti vardır. Gershon dönemindeki Maccabi ise sadece altı setle kupayı alırdı. Parker da bu sistemde eline ilk bakılan oyuncuydu.

Onunla alakalı aklımda yer eden bir an var. Efes'in tesislerinde kamp yaptıkları bir maç öncesi, sabah idman saatleri... Maccabi'de idmana yine az oyuncu gelmiş. Herkes şaşkın; "Nerede bu adamlar?" deniyor. Parker gelip acayip tempoda bir idman yapmış ve çıkarken de milletin havlu torbasını taşımıştı. Zorunda olmadığın idmana geliyorsun, yardımcı koçlarla çalışıyorsun, takımın yıldızısın ve bir de çıkışta havlu torbasını taşıyorsun... Aynı adam, Maccabi'yle kontratının bittiği yaz Barcelona, CSKA ve Real kendisinin peşinden koşarken "Ekim ayında çocuğum olacak, bu yüzden 1 Ocak'a kadar basketbol oynamayacağım" diye basın bildirgesi yayımladı. Basketbolculuğu, insanlığı, ailesine düşkünlüğü... Kusursuzluk ölçütü nedir bilmiyorum ama Anthony Parker, buna epey yakın olsa gerek. / Emir Alkaş

6 | Vassilis Spanoulis

Vassilis Spanoulis’in Avrupa basketbolunun en üst seviyesindeki oyunculardan biri olduğunu anlamak için, Vangelis Angelou’nun söylediklerine kulak vermeniz gerekiyor. Anadolu Efes’in eski koçu Angelou, bir dönem Maroussi’de Panagiotis Giannakis’in sağ koluydu ve orada, çıkış yapmaya başladığı sezonlarda genç Vassilis Spanoulis’i çalıştırdı. ‘Kill Bill’ lakaplı oyuncunun milli takımda kendine bir yer edindiği ve Panathinaikos’la kontrat yaptığı zamanlardı. Spanoulis’le daha sonra Olimpiakos’ta tekrar bir araya gelecek olan Angelou, onun hakkında şunları söylemişti: “Spanoulis, Usame Bin Ladin, George Bush ve başka herhangi birini aynı masaya koyar, sonra da ortaya bir biftek atarsanız, emin olun ki onu yiyen Spanoulis olacaktır.”

Hiç şüphesiz, bir Euroleague efsanesi olabilmek için gerekli bütün yetenekler onda mevcut. Çabuk ayaklara, patlayıcı bir ilk adıma ve çok da öne çıkmayan fiziksel güce sahip. Fakat efsane Bobby Knight’ın da dediği gibi; fiziksel güç, mental gücün dörtte biri kadar önemli. Spanoulis’in başarısının kökenleri de fiziksel yeteneklerinde değil, uçsuz mental dayanıklılığında gizli. Adanmak, çok çalışmak ve en iyi olmaya uğraşmak, onu ateşleyen şeyler. Kimse ondan daha fazla çalışamaz. Kimse oyuna ondan daha bağlı olamaz. Kobe'ninkine benzer bir odaklanmaya ve kazanma arzusuna sahip.

Oyun stiline gelecek olursak da her zaman potaya gitmeyi seven ve top sürdüğünde perdeden uzaklaşarak savunmayı altüst eden bir oyuncu olduğunu söyleyebiliriz. Yıllar geçtikçe bir ikili oyun ustası oldu ve bunu yaparken hücum silahlarına yenilerini de ekledi. Onlardan ilki, doğru dengeyi bulmak için havada kalarak attığı orta mesafe şutuydu. Ardından da üç sayı çizgisinin gerisinden etkili olmaya başladı. Muhtemelen kimse, Larissa’dan çıkan ve ‘iyi ama şut atamayan’ bir genç oyuncunun 2013 Euroleague finalinin ikinci yarısında Real Madrid’e altı üçlük atabileceğini tahmin edemezdi. En yeni silahı da sağa adım atarak kullandığı şutuydu. Onu da 2012 Final Four’unda İstanbul’da Barcelona’ya karşı maçı bitiren hamlesinde kullanmıştı. Aynı atışa o günden sonra da birçok maçı kazandırırken başvurdu. Atlas Okyanusu’nun bu tarafındaki en iyi bitirici olarak anılması şaşırtıcı değil. Bitmek üzere olan bir maçın son saniyelerinde topu daha iyi kontrol eden bir oyuncu biliyor musunuz? Tabii ki hayır! Spanoulis sahayı okuyabilir, sayı üretebilir, faul alabilir ya da boş adamı bulabilir; tıpkı unutulmaz 2012 finalinde, CSKA karşısında Giorgos Printezis’i bulduğu gibi...

Spanoulis, Yunanistan basketbolunun modern tarihinde de önemli bir role sahip. Bırakın bir yıldız oyuncuyu, sıradan bir Yunan oyuncu için bile Panathinaikos’tan ayrılıp Olimpiakos’a gitmek, çok ama çok zor bir karar. Ama o bunu yaptı. Başka da kimse buna cesaret edemezdi. Nihayetinde de o, artık Olimpiakos’un yüzü olmuştu. Bütün gözler ondaydı. Yunan basketbolunun yeni krallığında tahtın sahibi olmak istiyordu. Şampiyonluğu olmayan bir takımı Olimpos Dağı’nın zirvesine kadar çıkardı. Ve bunu, yine kendi bildiği şekilde yaptı. / Stefanos Triantafyllos

5 | Dimitris Diamantidis

Diamantidis'in birkaç lakabı vardı ama en çok kullanılanı ‘Örümcek Adam’ oldu. Marvel kahramanı ünlü karakterle benzeştiği için değil; uzun kolları sayesinde her yere uzanabildiği ve dokunduğu her topu tutkalla yapışmış gibi kaptığı için... Fiziksel özelliklerine ithaf edilen bu lakap sadece örümcek olsa daha uygun olurdu, zira illa Marvel evreninden lakap arıyorsak ‘Doktor Ahtapot’ daha doğru bir eşleştirme olur. Ancak Örümcek Adam benzerliği, lakap koyucuların vizyonundan biraz daha derine iniyor. Diamantidis hiçbir zaman süper kahraman olmak istemeyen ama yetenekleri ve sorumluluk bilinci nedeniyle mecburen o göreve soyunmuş biri. Aynı Peter Parker gibi... Bu denli büyük bir basketbol yeteneği ile doğmayı tercih etmedi ama madem bu yetenekleri var, önceliği olmadığı hâlde bunun hakkını vermek için herkesten daha çok ve disiplinli çalıştı.

Yunan oyun kurucuyu tanıyanların en çok kullandığı ifade ‘ana kuzusu’ydu. Yunanistan'ın Makedonya sınırındaki Kesriye kentinde doğan Diamantidis, tarifsiz derecede evcil bir karakter. O kadar ki evden uzak kalmamak adına basketbolu üst düzeyde oynayabileceği en yakın büyük şehir Selanik'e bile gitmek istememiş. Üst düzey yetenekleriyle yaş grubunun en önemli oyuncularından biri hâline gelince, Yunanistan Basketbol Federasyonu'nun zorlaması ve ailesinin ikna çabaları sayesinde Iraklis'e imza atmış. Orada daha 22 yaşında Yunan Ligi MVP'si olunca peşine Panathinaikos düşmüş. Yakın şehir Selanik'e gitmemek için ayak direyen Diamantidis'i Atina'ya ikna etmek için Yunanistan Spor Bakanı bile devreye girmiş.

İstemediği süper kahramanlığın hakkını verdiğine ise kimsenin en ufak şüphesi yok. Tüm kariyerini geçirdiği Panathinaikos'ta da, Yunan Milli Takımı'nda da asla öne çıkma gayesi olmadı Diamantidis’in, takımı neye ihtiyaç duyuyorsa onu yaptı. Spanoulis’in PAO'da olduğu dönemde ikinci guard gibi oynadı, asıl uzmanlık alanı savunmaya odaklanıp sayısız ‘Yılın Savunmacısı’ ödülü kazandı. Spanoulis gidince oyun kurucu oldu; hem oynadı hem oynattı. Tek eksiği istikrarlı bir dış şuttu, onu da elit seviyeye taşıdı. Milli takımda Spanoulis ve Papaloukas’ın varlığı nedeniyle 3 numaraya çekildi. Orada da kusursuz görev yaptı. Bir gün şikâyet ettiğini, kendini öne çıkardığını, sportif rekabet sınırlarını zorladığını göremezdiniz Diamantidis'in. Yunanların doğasındaki o ateş ara sıra onun da oyun tutkusuna yansısa da sahada daha çok, Germen veya İskandinav bir görev adamı gibi davrandı.

Kesriye’den hiç çıkmak istemiyordu. Ama uzun kolları ve eşsiz yeteneği ile kıtanın gördüğü en büyük basketbol yeteneklerinden biri olduğunu hiç inkâr etmedi. Hakkını sonuna kadar verdi. Kariyerinin sonunda da sorumluluğunu tamamlamış, görev süresini doldurmuş bir süper kahraman olarak Kesriye’ye temelli dönüş yaptı. / Kaan Kural

4 | Ettore Messina

Dan Peterson, 25 yılı aşkın süredir İtalya'da basketbol yorumculuğu yapıyor. Ekran önündeki rahatlığı ona ‘en seksi yaşlı erkek’ ve ‘en karizmatik sesli yabancı’ ödüllerini getirdi. Öyle başarılı oldu ve aksanı öyle sevildi ki Amerikan güreşi yayınlarına dahi çıktı. TV'deki güçlü personası, neredeyse koçluk kariyerini unutturdu.

Seksenlerde Milano'da görev yapan Peterson, onu ileride Avrupa şampiyonluğuna taşıyacak NBA efsanesi Bob McAdoo'yu ikna sürecini şöyle anlatıyor: "Burada, Milano'da bir antrenörlük kliniği vardı. North Carolina'nın koçu Dean Smith'i davet etmiştik. Benim de onunla iletişimim, İtalya'da geçirdiği günlerde ilerledi. Kendisine UNC'den öğrencisi McAdoo'nun peşinden koştuğumu anlattım. ABD'ye geri döndüğünde 'Dan iyi bir adam. Onun yanına git Bob' diyecek kadar nazikti." Dean Smith, o ziyaretini hatırlarken ne McAdoo ne de Peterson'ın isminin üzerinde duruyor. Smith'in tek söylediği, "Milano'da benim yanımdan ayrılmayan çevirmen bir çocuk vardı, Ettore. Prensipleri olan, farklı biri. Onu önümüzdeki yıllarda bolca Chapel Hill'e davet edeceğim."

İngilizcesi olmadığı için takımındaki yabancı oyuncularla iletişim kuracak birini arayan Virtus koçu Alberto Bucci'nin, "Gel, burada hem antrenörlük yaparsın hem de çevirmenlik" teklifiyle 1983'te Bologna'nın kapısından giren Ettore Messina, o günden itibaren basketbolun içinden gelmeyen antrenörler için bir simge oldu. Neredeyse yarı amatör düzeyde bile basketbol oynamayan, babası avukatlık yapan Messina; dört Eurolaegue şampiyonluğunun yanı sıra, toplam 29 kupa kazandı. Titizliği, detaycılığı, takım optimizasyonu ve Yugoslav basketbol okulundan ayrışan çalışma metotlarıyla yeni bir ekol meydana getirdi. Kısa vadeli hedeflerde genellikle başarısızdı; 2000'lerdeki en büyük rakibi Obradovic'ten bu hususta biraz ayrıştı. Bologna ve akabinde CSKA'da uzun yıllar birlikte çalıştığı Matjaz Smodis'e göre, olabilecek en talepkâr koçtu ama hiçbir zaman oyuncularının saat kaçta yatıp kaçta kalktığıyla ilgilenmedi. "Biz bir spor kulübünden çok, bir program gibiyiz" derdi. Dean Smith alıntılarını hep sevdi.

Bundan beş sene önce Ettore Messina'yla röportaj yapmak için Topkapı'daki bir otel lobisinde beklerken, iki-üç güzel alıntıyla en büyük kahramanlarımdan birini etkilemeyi umuyordum. CSKA o sıralar pek iyi gitmiyordu. Alıntıları yapmadan önce, takımın gidişatını konuşurken ağzımdan, "Peki, Final Four'a kalamazsanız bu bir başarısızlık olur mu?" diye bir soru çıktı. Messina, röportaj başından beri elinde tuttuğu tarih kitabını yavaşça kenara bıraktı. "Hayatımda duyduğum en aptalca soruydu..." dedi. Diğer sorularla pek ilgilenmedi, ben röportajı titreyerek bitirdim, o da kalkıp gitti... / Uğur Ozan Sulak

3 | Dejan Bodiroga

Pozisyonuna göre uzun ya da kısa, garip bir top sürüşü var, şutlarını göz hizasından çıkarıyor, hızlı değil, hatta görece yavaş, kaslı da değil, sıçraması zayıf, smaçla bitirdiği hücum nadir, oyunu göze hoş gelmiyor, ideal bir atletten hayli uzak...

1-4 arası her pozisyonu oynayabiliyor, topunu çalmak mümkün değil, kariyer şut-üçlük yüzdesi 60-40’a yakınsıyor, her rakibini geçebiliyor, savunmacılarını sırtına alıp potaya kadar götürebiliyor, blok yediği nadir, temel basketbol bilgisi arşa değiyor...

Dejan Bodiroga’yı ilk bakışta, birbirine zıt iki paragraf ile özetleyebilirsiniz; biri size vasat bir oyuncu, diğeri de bir kahraman sunar. Kariyeri ise sizi böyle bir ikileme sokmaz; başından sonuna ikinci paragrafı dayatır. Kanıt soranlara verilecek cevap da boldur: Üç Euroleague, bir Saporta Kupası, üç Yunanistan, iki İspanya, bir İtalya, üç Avrupa, iki dünya şampiyonluğu, bir olimpiyat gümüş madalyası, Euroleague’de iki Final Four, bir Top 16 MVP’si, üç kez yılın en iyi beşi, 1998 Dünya Şampiyonası’nda en değerli oyuncu ödülü... Nereden başlamak isterseniz...

Dejan Bodiroga’nın oynadığı bir maçı izleyin, gözlerinizi ondan alamazsınız. Sahada herkesten farklı durur, farklı hareket eder, baştan sona standart dışıdır. Basketbolda isolation kavramına hayat verenlerden biridir. Çok mu sıkıştınız? Verirsiniz topu Bodiroga’ya, kenara çekilirsiniz, o da gereğini yapar; önce bir crossover ile tepeden potaya yaklaşır, sonra rakibine sırtını dayar, omzu üstünden döner gibi yapar, fake’ine cevap almazsa orta mesafe bir fade away ile hücumu bitirir, fake’ine cevap alırsa bu kez terse dönüp şut fake’i gösterir, rakibi sıçrarsa dirseğini dayayıp onun altından geçer ve potaya doğru uzanır, biraz uzaksa panyalı bir atış, yakınsa turnikeyle hücumu bitirir. Herkes bunu bilir, kimse bunu engelleyemez. Bodiroga’nın da sırrı budur; dünyanın en tahmin edilebilir ve görünürde önlem alınabilir oyuncusudur ancak ne bir sonraki hareketi tahmin edilebilir ne de ona karşı bir önlem alınabilir.

Manu Ginobili ile NBA’e yayılan Euro step’in atalarından da biridir, sağ eliyle driplinge devam edecekmiş gibi yaparken topu bir anda sol eline alıp yön değiştirdiği El Latigo (Kamçı) hareketi ise imzasıdır ki hatırı sayılır mağdurları arasında Carmelo Anthony gibi isimler de vardır.

İki farklı takımla üst üste Euroleague şampiyonluğu kazanıp Final Four MVP’si seçilen tek oyuncudur. Panathinaikos ile iki kez zirveye çıkmış, devamında da Barcelona’ya tarihindeki ilk Euroleague şampiyonluğunu kazandırmıştır. Ülkesi Sırbistan’da ‘Tanrı’ lakabı ve “Bizim bir tanrımız var, adı da Bodiroga” tezahüratıyla anılır.

Magic Johnson’dan yola çıkarak kendisine ‘Beyaz Magic’ lakabı da takılmıştır ancak 1995 yılında Sacramento Kings tarafından 51. sırada draft edilmesine rağmen NBA’e hiç adım atmamış, ‘Avrupa’nın Kralı’ olmayı seçmiştir. Başarmıştır da... Yıllar sonra NBA’e adım atan Avrupalılardan Andrei Kirilenko, kendisini “Hızlı değildi, keskin bir şutör de değildi ama gördüğüm en zeki oyuncuydu” sözleriyle tanımlar. Nicolas Batum, “O benim idolümdü, oyuna dair her şeyi yapabilme gücüne sahip komple bir oyuncuydu” der. Onu en iyi özetleyen sözler ise Sarunas Marciulionis’e aittir: “Bodiroga tepede topu alır ve içeri penetre eder, 3-4 metre mesafeden kendine uygun bir şut fırsatı kovalar ve bulduğunda bunu değerlendirir. Hepsi de ‘zor görünen’ şutlar olur ama bir şekilde girer...”

Bir şekilde... Nasıl olduğunu anlamadan... Rakibi uyutur, uyuşturur gibi... Kim bilir, belki de her şey, adına bestelenen o malum şarkıda gizli: “Sex, Droga, Bodiroga!” (Seks, uyuşturucu, Bodiroga!) / Onur Erdem

2 | Sarunas Jasikevicius

Didi lakabıyla bilinen Brezilyalı futbolcu Waldir Pereira, 1958 ve 1962'de Dünya Kupası'nı kazanmıştı. Zarafeti nedeniyle Mr. Football (Bay Futbol) diye anılırdı. Bugün size Sarunas Jasikevicius'tan bahsederken, daha farklı bir tanım bulamıyorum. Mr. Basketball; Saras'ın büyüklüğü, yeteneği, dahiyane asistleri, şut kabiliyeti, karakteri ve basketbol IQ'sunun bileşimi gibi. Jasikevicius, sahadayken oyundan aldığı keyfi; takım arkadaşlarına, taraftarlara ve hatta rakiplerine yayardı.

Saras'ın hikâyesine pek çok farklı yerden başlayabilirim. Lakin adını anmam gereken ilk adam, sanıyorum Zmago Sagadin olur. Union Olimpija ve Slovenya Milli Takımı'nın eski antrenörü, Jasikevicius'un takımına katılış hikâyesini anlatırken "ABD'deki kaynaklarım, Sarunas'ın yeteneğinden bana bahsetmişti. Maryland'dan birkaç videosunu izleme şansım oldu. Gördüğüm ilk anda ona vurulmuştum. Litvanya'dan arkadaşlarım da bana Saras'tan bahsetti. Fransa'ya gidip EuroBasket 1999'u yerinde seyretmeyi tercih ettim. 10 günümü Sarunas'ın peşinde geçirmiştim ama fazla süre alamıyordu, beni tatmin etmemişti. Videolara ve içgüdüme güvendim. Ve şimdi söyleyebilirim ki hayatımda aldığım en iyi kararlardan biriymiş. Tekniği, yeteneği, karakteri, liderliği, çalışkanlığı... Tarihin en iyilerinden biri" ifadelerini kullanıyor. 2000 Euroleague'de takımı Olimpija'nın Top 16'da Olimpiakos'la eşleşmesini hatırlatan Sagadin, seride skor 1-1'ken Ljubljana'da oynanan belirleyici maçı anımsıyor. Sloven koça göre, 23 yaşındaki Saras'ın 85-67 kazanılan o maçtaki performansı kusursuzdu. 7/7 üç sayı isabetiyle 30 sayı atan Jasikevicius; Marko Milic, Sani Becirovic, Primoz Brezec ve Jure Zdovc gibi oyuncularla birlikte Olimpiakos'u eleyen takımın, serideki yıldızı oluyordu. Sagadin'in takımı her ne kadar çeyrek finalde Barcelona'ya takılsa da Katalan ekibini çalıştıran Aito Garcia Reneses için 2000 yazında öncelik belliydi: Sarunas Jasikevicius.

Barcelona'ya attığı imza, Saras'ın kariyerindeki belirleyici anlardan biriydi. Kariyerindeki ilk Euroleague şampiyonluğunu Palau Sant Jordi'de Svetislav Pesic'in takımıyla kazanan Jasikevicius, sonraki sezonlarda Maccabi'yle üst üste iki sezon şampiyon olunca, çok prestijli bir listeye adını yazdırmıştı. Toni Kukoc, Velimir Perasovic ve Zoran Sretenovic gibi meşhur Jugoplastika'nın mensubu oyuncular haricinde, Kupa 1'i üst üste üç yıl kazanabilen kimse yoktu. Jasikevicius, 2009'da Panathinaikos'la dördüncü şampiyonluğunu elde etti. Tarihte, üç farklı takımla Euroleague şampiyonluğu yaşayan tek isim oldu.

Dört Euroleague şampiyonluğunda da salondaydım. Ama bence, ona en büyük mutluluğu Litvanya'yla kazandığı EuroBasket 2003 getirdi. Ülkesi 64 yıl sonra şampiyon olurken finalde İspanya'yı geçtiler. Aynı takım, bir yıl sonra Atina 2004'te ABD'yi 94-90 mağlup ederken Saras da kariyerinin en iyi maçlarından birini oynamış ve attığı 32 sayıyla ülkesine galibiyeti getirmişti.

Jasikevicius'un kariyerinde kazandığı kupaları saymak kolay iş değil. Beş farklı ülkede lig şampiyonlukları elde etti. Euroleague'in merkezi Barselona'daki binada üç toplantı odası var. Biri Zeljko Obradovic'e, diğeri Dejan Bodiroga'ya ve öbürü de Sarunas Jasikevicius'a ait. Eğer birinin, eline basketbol topunu alıp başkasına "Bu oyun böyle oynanır" deme hakkı varsa, o kişi Sarunas Jasikevicius’tur. / Vladimir Stankovic

1 | Zeljko Obradovic

“Her sihirbazlık numarası üç bölüm ya da perdeden oluşur. Birincisi ‘vaat’ bölümüdür. Sihirbaz size sıradan bir şey gösterir. İskambil destesi, bir kuş ya da bir insan... İncelemenizi ister. Fakat gerçek, farklı olabilir. İkinci perdeye ‘dönüşüm’ ya da ‘dönüm noktası’ denir. Sihirbaz, olağan bir nesneyi alır ve onu olağanüstü bir şeye dönüştürür. Hilenin sırrını arar ama bulamazsınız. Çünkü dikkatli bakmazsınız. Siz sırrı bilmek değil, kandırılmak istiyorsunuzdur. Henüz alkışlamazsınız; çünkü bir şeyi yok etmek yeterli değildir, bir de onu geri getirmek gerekir. İşte bu yüzden, her sihirbazlık numarasında üçüncü bir perde bulunur. İçlerinde en zorlusu. Bizlerin deyişiyle; ‘prestij’.”

Christopher Nolan’ın The Prestige adlı filmi bu sözlerle başlar. Filmde Robert Angier ve Alfred Borden adlı iki sihirbazın çekişmesi ve insanoğlunun tüm gelgitleri anlatılır. İkisi de hırslı ve sihirbazlığın en üst mertebesine ulaşmak isteyen illüzyonistlerdir ancak Angier, Borden’dan daha başarılı olma ihtirasıyla dünyayı dolaşır. Çok para harcar. Nikola Tesla’nın teknolojik dehasından dahi yararlanır. Borden ise işin temellerine iner. Farklıdır. Farkı, zor olanı yapmaktır. Yani basit olanı.

Evet, basketbol koçu Zeljko Obradovic’ten önce bu filmden bahsetmek istedim. Lütfen sabredin. Çünkü Angier ve Borden arasındaki bir konuşma Obradovic ile ilgili bakış açımı anlatabilmem için mühim.

Robert Angier: Bunu neden yaptığımızı hiçbir zaman anlamadın. İzleyici gerçeği biliyor. Dünya basit, rezil, en başından beri böyle. Ama onları bir saniye bile şaşırtabilirsen, merak etmelerini sağlayabilirsin. Ve çok özel bir şey görürsün, sen bilmesen de yüzlerinde o bakış oluşur. Alfred Borden: Aslında sır, kimseyi etkilemez. İnsanları etkileyen, o sırrı yapmak için kullandığın yöntemdir. Fedakârlık… İyi bir numaranın ardındaki sır budur.

Zeljko Obradovic, basketbol tarihinin en büyük koçlarından biri. Avrupa basketbol tarihinin ise en büyüğü. Koçların büyüklüklerini tanımlarken farklı parametrelerle yaklaşabilirsiniz bu değerlendirmeye, illa ‘en çok kupa’ istatistiğine bakmak gerekmez. Ekipçe yaptığımız bu listeyi bırakın 1997’den, daha geriden, 1987’den itibaren alsak da Obradovic’in bir numaradaki yeri değişmez. Bu nedenle, onun yerini bu yazıya sığmayacak başarılarıyla açıklamaya kalkmak haksızlık olur. Genel basketbol felsefesi, sezonluk A planı, eşleşme hazırlığı ve maç sırasındaki hamlelerin hepsinde kutuları doldurabildiğim tek koç belki de... Koyulan hedefi, yani ‘vaat’ kısmını; ulaşmak için yapılan A planı ve takım mühendisliğini, yani ‘dönüşüm’ü iyi yapan çok iyi koçlar var elbette. Ama Obradovic’i onlardan ayıran, işin ‘prestij’ bölümü. 2002 finalinde genç Papadapoulos’u Rashard Griffith ile eşleştirmesi, 2011’de tarihin en iyi kadrolarından birine sahip Barcelona’yı box-and-one savunma ile alt etmesi ya da Fenerbahçe’de Real Madrid’i elerken Nikola Kalinic’e verdiği özel görev, ilk aklıma gelen örnekler... Ama hiçbiri bir çılgınlık anının eseri değil. Evet, risk söz konusu. Ama hepsi detaycı ve mükemmeliyetçi kişiliğinin yansıması olarak daha önce idmanlarda yaptırdığı çalışmalardan kaynak buluyor. Daha da önemlisi, oyuncuları ile kurduğu güven ve dürüstlük ilişkisi...İnşa ettiği ana yapı çok sağlam. Onları mental olarak hep en zoruna hazırlıyor. Zor anlarda yapılacak kritik hamlelere adaptasyonları için hem kendini hem de oyuncularını bu esnekliğe hazır tutuyor. Hataları olmadı değil ama bunları hep kendini geliştirmek için kullandı. Bu sihir gibi gözüken taktiksel müdahalelerin, 21 sezonda oynadığı 15 Final Four’un, 17 playoff serisinden 16’sını kazanmasının ardında, fedakârlık ve çok çalışma yatıyor.

Kendisiyle röportaj yapmak için Uğur Ozan Sulak ile yanına gittiğimizde, bize günde 16 saat sadece basketbolu yaşadığından bahsetmişti. Kafasını yastığa koyduğunda bile hâlâ basketbol düşünmesi de cabası. Diğer koçların onun yarattığı setleri oynaması ile ilgili bir soru üzerine, bir anda çekmecelerine ve dolabın tüm raflarına bakıp bir önceki yılın Fenerbahçe setlerinin bulunduğu dosyayı aramasını ise hiç unutamıyorum. “Geçen sezon, bu yıldan daha kalın bir dosyamız vardı. Set oyunları, felsefemiz falan. Bu yıl, bu dosyaya ihtiyacım yok. Çünkü yeni bir sezondayız. Yeni oyuncular var. Kadro yeni. Geçen sezondan elbette birkaç oyun planı geçerliliğini koruyor ama takımın tamamı değişmişken ben nasıl geçen yılki setleri oynatayım?” demişti bize.

Bu sayede, henüz profesyonel basketbolcuyken 22 yaşında 15 yaş altı takımını yöneten, 31 yaşındayken Yugoslavya ile Eurobasket oynamak yerine Partizan’ın koçu olmayı kabul eden, risk alan ve sorumluluktan kaçmayan bir adamın psikolojisini daha net anlama şansım olmuştu. Bunun için yaşıyordu. İyisiyle ve kötüsüyle.

Şimdi de Fenerbahçe ile bir başka üçüncü perdenin peşinde, izlediğimiz zaman bizlere sihir gibi gelecek prestij anlarını yaratmaya devam ediyor. Bir sohbetlerinde Jasikevicius’a söylediği gibi: “Basit olanı yapmak en zorudur.” Obradovic’in farkı da bu zaten. / Caner Eler

Socrates Dergi