EuroLeague Top 50

20 dk

Mücadele dolu sezonlar, şampiyonluk öyküleri, son saniye basketleri ve elbette o anların aktörleri unutulmaz isimler. EuroLeague'in 20 yılından 50 unutulmaz ismi derledik...

20 | Milos Teodosic

‘Basketbolun sihirbazı’ desek yeterli olur aslında; risk almaktan korkmayan, oyunun çehresini değiştirecek yeni şeyleri bize hatırlatan ve basketbol tarihinde mühim etkiler yapmış Bob Cousy, Pistol Pete, Magic Johnson, Jason Williams tarzı oyuncuların yanına adı yakışacak bir oyuncu. Bu tarzı bazen iki ucu keskin bıçak görüntüsü verebiliyor ancak günümüz Avrupa basketboluna adını kazıdığı da bir gerçek. Topla yoyo gibi oynarken sahadaki her oyuncunun yerini bilmesinin yanında, savunmadakiler dahil herkesin ilerleyen saniyelerde nerede olacağını da çok iyi tahmin edebilen ancak kimsenin tahmin edemediği şekilde, doğru pası doğru yere atabilen bir oyuncu. Bunun yanında oyunu okuyuşu, kendi şutunu yaratma yeteneklerini de ekleyince, gerçekten durdurulması zor bir rakibe dönüşüyor.

Türk basketbolunu yakından takip edenler, genelde onu maç sonlarında kaybettiği için tekmelediği toplarla hatırlasa da Sırp basketbolunun ne kadar büyük ve önemli bir basketbol ekolü olduğunu ve bu ekolün günümüzdeki lokomotifi olduğunu kimse yadsımaz herhâlde.

Altyapılardan itibaren gümbür gümbür “Geliyorum!” diyen oyunu, kulüpler seviyesinde önce Olimpiakos’ta, daha sonra da CSKA Moskova’da her yıl daha da etkileyici bir hâl aldı. Aynı zamanda milli takımda da takımın ana karakteri rolünde çıktığı ilk turnuvalardan biri olan 2010 Dünya Şampiyonası’nda İspanya’yı yıkan üçlüğü ile Sırbistan’ı yarı finale taşımış ve rakibimiz yapmıştı. Euroleague kariyerine de bir şampiyonluk, bir MVP ödülü, üç de yılın beşi seçimi sığdıran Teodosic, aktif oyuncular içinde kesinlikle ilk 10’da. / Sinan Güler

19 | Antoine Rigaudeau

Herkesten duyabileceğinizi en başta yazayım; Antoine Rigaudeau çok özel bir oyuncuydu, karizmatik bir adamdı ve çok konuşmazdı. Şimdi devam edebilirim... ASVEL’de oynadığım dönemde, sahamızda Rigaudeau’lu Cholet ile karşılaşmıştık. İlk profesyonel sezonlarımdan biriydi ve o, son saniyede orta sahadan attığı şutla maçı almıştı. İşte o gün dedim ki: “Bu herif insan değil!” Antoine Rigaudeau efsanesi orada başladı benim için. O kadar rahat atmıştı ki şutu, turnike gibi... Her şeyi çok kolay gösteriyordu zaten; orta mesafe, üçlük, ikili oyun, uzun pas, iki metre boyuna rağmen ayak hareketleri… Benim için çok büyük efsaneydi, hatta Fransa Milli Takımı’nda beraber oynarken tanrı gibi bakardım ona.

Büyük oyunculara karşı oynamak çok iyi bir eğitimdir; temel basketbol bilgileri o kadar geniştir ki her önleminizi çözerler, atletizm yetmez onları tutmak için, bozarlar zaten savunmanızı, başka şeyler denemeniz gerekir. Cholet’ye karşı oynamak, bu yüzden hep büyük zevkti benim için. Koçun ne diyeceğini beklemeden “Ben Rigaudeau’yu tutmak istiyorum” derdim. Ona karşı ne yapabileceğimi merak ederdim. Cholet’den sonra da Pau Orthez’e gitmişti, yabancısız çeyrek finale kadar çıktılar Euroleague’de. Ardından Kinder Bologna’da efsanesi devam etti. İnanılmaz bir oyun zekası vardı, zamanının ilerisindeydi. Euroleague tarihinde de en iyi beş oyuncu arasına girer bence, hadi ilk sekiz olsun...

Az konuşurdu ama tam noktasına giderdi söyledikleri. Sahada pek sesi çıkmazdı ama konuştuğu zaman herkes onu dinlerdi. Bence kraldı ama o, ‘Kral’ lakabını sevmiyordu, “Çünkü Fransa’da kralların kafası kesilir” demişti. Tipik bir Rigaudeau cevabı size... Zaten kestiler de kafasını; Paris-Levallois’da koçluk yaparken yeni bir şeyler denemek istedi ama kabul ettiremedi kendini. Sonunda da “Ben gidiyorum, burada kimse beni anlamak istemiyor” dedi. Antoine, işte böyle bir adamdı. / Alain Digbeu

18 | Gregor Fucka

Şöyle bir oyuncu hayal etsek; 2.15 olsun, üçlük soksun, orta mesafe soksun, pota altında soluyla sağıyla smaçla bitirsin, durdurulamaz bir yarım hook'u olsun (2.15 olunca hâliyle?!) ve iyi de pasör olsun... Ah, işin savunma tarafını da unutmayalım! Kavgacı olsun, blokçu olsun ve çok iyi bir ribaund özelliği olsun... Genç basketbolseverlerin "Yuh be ağabeyciğim!" dediğini duyar gibiyim. Ama benim yaşımdakilerin ve bizim ağabeylerimizin aklına ilk gelen isim Gregor Fucka olur: “Slovenya'da doğdu, İtalyan oldu, Tanjeviç'in oğlu, Gıııregor Fuçkaaa!” Tanjeviç'in İtalya'sı EuroBasket 1999’da devlerin arasından sıyrılıp Avrupa şampiyonu olurken Fucka turnuva sonunda ne sayı ortalamasında, ne ribaund sayısında, ne de asistte ilk 10 sıra içinde yer almıştı. Ama turnuvanın MVP'si olmuştu! İşte böle bir oyuncuydu.

Milano ve Bologna’da hep Avrupa'nın zirvesinde boy gösterirken kulüp kariyerindeki en yüksek noktaya, 2003 Euroleague şampiyonu Barcelona ile çıkmıştı. Yıllar boyu popülerlik yönünden Sabonis, Karnisovas, Kukoc, Bodiroga gibi süper yıldızların gölgesinde kaldı ama buna hiç takılmadı.

Onun için tek mesele, çıktığı her maçı bir şekilde kazanmaktı; ama atarak, ama tutarak, zaman zaman da kavga ederek. Milli takım ve kulüpler düzeyinde her şeyi kazandı ama hakkında, hiçbir zaman bilemeyeceğimiz bir şey var; o da "NBA'e gitseydi ne olurdu?" sorusunun cevabı. Sonuçta biraz Kukoc, biraz Bodiroga, biraz da Nowitzki vardı bu adamın hamurunda... / Murat Kosova

17 | Matjaz Smodis

2000'lerin ilk yarısında dışarıdan oynayabilen 4-5 numaralar çok popüler değildi. Şimdi saymaya kalksam, sayımız bir elin parmaklarını geçmez. Gregor Fucka, Martin Müürsepp, Dimos Dikoudis ve Matjaz Smodis... Yüksek postta oynayan uzunlar yine görülebiliyordu ama yay gerisine çekilmek olağandışıydı. Smodis bu yüzden çok özeldi. Modern bir oyuncuydu.

Karşılıklı çok maç oynadık. Benim ilk CSKA dönemimde o da Kinder'deydi. Ben sonra Siena'ya gittim, Smodis de Kinder üzerine Skipper Bologna yaptı. İtalya Ligi'nde direkt rakiptik. Basketbol IQ'su inanılmaz yüksek, fiziksel olarak hep biraz geride kalsa da şut yeteneği ve oyun bilgisiyle her rakibini alt edebilecek bir uzundu. Basketbolu yaşıyordu bir kere. Ne zaman, nereye gidileceğini; maçta eşleştiği oyuncuların alışkanlıklarını çok iyi bilirdi. Bu açıdan biraz gelenekçiydi. Temel oyun bilgilerini yalayıp yutmuştu.

Kinder sonrası CSKA'da iki Euroleague şampiyonluğu daha aldı. 2006 ve 2008'de; Theo Papaloukas, David Andersen, JR Holden, Trajan Langdon ve Ramunas Siskauskas gibi oyuncuların arasında kendine çok özel bir yer edindi. 2006'da Prag'daki Final Four'u Papaloukas'la birlikte en iyi oynayan isimdi. 2008'de Maccabi'ye karşı kritik anlarda sahneye çıktı, maçı koparttı. Messina'yı yanılttığı anların sayısı çok azdır.

Ağır sakatlıklar yüzünden kariyeri erken bitse de; oyun tarzıyla, kazandıklarıyla, Matjaz Smodis'in Avrupa basketbolundaki yeri çok ayrı. Bugün bile genç oyunculara onu örnek gösteriyorum. / Mirsad Türkcan

16 | Viktor Khryapa

"Duda, sana bir şey söyleyeceğim. Bu Türkcan... Ben tam ribaund alacakken elimdeki topu kapıyor. Daha fazla dayanamıyorum, üzülüyorum ve dün maçtan sonra ona tepki gösterdim."

Viktor'la 2003-2004 sezonunda birlikte oynadık. 21 ribaund aldığım bir Cibona maçı vardı, onun hemen ardından koç Dusan Ivkovic'e beni şikayet etmişti. Tabii, daha o zamanlar 20'li yaşlarının başlarındaydı. Hırslıydı, kendini göstermek istiyordu. Duda'nın antrenmanları biraz serttir zaten; oralarda yüzde 100 performansla oynadığını gördükçe "Bu çocuk da epey iyiymiş" demiştim içten içe. Büyük oyuncu potansiyeli vardı, büyük oyuncu oldu.

Kariyerinin ilk döneminde 4 numara değil, daha çok kısa forvet olarak görev yapıyordu. Bizim 2004 takımında Sergei Monia'yla birlikte 3 numaradan süre alırdı. Yıllar geçtikçe; sakatlıklar, yaşın ilerlemesi derken biraz ağırlaştı, dört numaraya kaydı. Müthiş ribaund yeteneği var, acayip profesyonel. Dediğim gibi, gençken benimle rekabet etmeye çalışırdı. Ben de takım içindeki yarışmayı severim. Oyuncunun rekabeti, rakipleriyle sınırlı kalmamalı. Haftada bir maç yapıyorsun, hadi iki maç diyelim... Ama günde çift idman var. Antrenmanlarda rekabet etmezsen nasıl motive olacaksın? Viktor da mücadeleci bir oyuncuydu. Her gün daha fazlasını istedi.

CSKA, daha geçen sezon final maçında onun fark yaratan birkaç pozisyonu iyi oynaması sayesinde şampiyonluğa ulaştı. Ciddi sakatlıklar yaşamış olsa da kendi döneminin lider oyuncularından biridir Viktor. Farklı dönemlerde, farklı takımlarda şampiyonluklar yaşadı. EuroBasket'i kazandı. En fazla Final Four oynama rekoru onda. Her açıdan CSKA'yı temsil ediyor. Kulüp mirasının simgesi. / Mirsad Türkcan

15 | Ramunas Siskauskas

Cholet’yi çalıştırırken, 2003 yılında Lietuvos Rytas’la karşılaşmıştık. Siskauskas’ı ilk orada tanıdım. En büyük özelliği kalıplı bir oyuncu olması ve 1-2-3 numaralı pozisyonları oynayabilmesiydi. Ama öyle yalandan değil, altını doldururdu. Bir oyuncunun pozisyonu, tuttuğu oyuncunun pozisyonudur. 3 numarayı tutuyorsa 3 numaradır. Bazıları için “1 numara da oynar” denir mesela ama 1 numarayı tutabilir mi, yoksa onun rüzgârından nezle mi olur? Böyle bakmak lazım. Siskauskas için 1-2-3 oynayabilirdi derken bundan bahsediyorum aslında. Üçünün de hakkını verirdi. Bu da karşı takım için problem yaratırdı. İki numaran kısaysa sırtına alır ya da üstünden atardı. Üç numaran yavaşsa yanından geçip giderdi.

Bugün için bile modern sayılabilecek bir tarzı vardı; topu paylaşan, doğru tercih yapan, pozisyonlar arası geçişe uyumlu, kullanışlı bir basketbolcuydu. Bir koç için böyle oyuncular önemlidir; ister üç, ister on dakikalığına olsun, oyuna her girdiğinde istikrarlı biçimde aynı katkıyı vereceğini bilirsin. Siskauskas için de ‘her eve lazım’ tabirini kullanabilirim.

Yıllar sonra geri dönüp bakıldığında, Siskauskas’ın en büyük özelliği olarak ‘komple bir oyuncu’ ifadesinin altını doldurması gösterilecek. Savunması iyidir, dış adam tutar, uzunlara karşı geri adam atmaz, şutunu sokar, boştaki arkadaşını görür... Her şeyi yapar ama hiçbir özelliği 10 üzerinden 9 ya da 10 değildir, hepsi 7’dir mesela. Bu, Avrupa basketbolunda çok önemli. NBA'de ise bir işe yaramıyor, çok daha spesifik özelliklere sahip olan oyuncuları istiyor onlar. Kendi oyuncularımdan bir örnek vereyim mesela; Rudy Gobert. Topu yirmi santim uzakta ver Gobert’e, atamaz potanın içine ama müthiş bir ribaund ve blok özelliği vardır. NBA'dekiler de bunu arıyor. Yoksa Siskauskas, Gobert’ten kat kat komple oyuncuydu, o kesin. / Erman Kunter

14 | Dusan Ivkovic

1995 yılında Olimpiakos’a transfer olduğumda ilk sene koçum Giannis Ioannidis'di. İkinci yıl ise Avrupa basketbolunun en büyük koçlarından biriyle tanıştım. 30 yaşında bir oyuncu olmama rağmen, Avrupa’da oynanan oyun konusunda hâlâ öğrenci sayılırdım. Her gün yeni bir şey öğreniyordum. Dusan Ivkovic’in her molası da, benim için başlı başına bir dersti.

Duda’yı tanıyanların size anlatacağı ilk şey oyuncularından maksimum verim almaktaki maharetidir. Öncesinde kariyerinden haberim vardı tabii ki. Ama kariyerinde Digger Phelps ve Pat Riley gibi iki efsaneyle çalışma şansına erişmiş biri olarak, etkilenme eşiğim epey yukarıdaydı. Dolayısıyla Pire’ye öyle çok büyük beklentilerle gelmemiştim. Oyunu iyi bilen biriyle karşılaşacağımı tahmin ediyordum. Bu gerçekten de böyleydi. Ama çok geçmeden hikâyenin bundan ibaret olmadığını, karşımdakinin olağanüstü bir eğitmen olduğunu fark ettim. Beni en çok etkileyen ise bunu yapma şekliydi.

Ivkovic, oyuncularıyla iletişiminde her zaman sessiz bir mizaç takınırdı. Fakat bu aynı zamanda çok kuvvetli bir sükûnetti. Oyuncularını istediklerini eksiksiz yerine getirecek bir düzeye taşımak için ne kadar az kelime kullandığına inanmak güçtü. Bu yönüyle bana her zaman The Godfather serisindeki Vito Corleone karakterini anımsattı. Bazen bir oyuncuya, çok önemsiz görünen bir maç sırasında bir ders verirdi; oyuncu bu dersi ve üzerindeki pozitif etkisini ancak sezon bittikten sonra idrak ederdi. Tüm bunları düşününce, belki onu bir ‘pedagog’ olarak tanımlamalıyız. Ivkovic’in sıra dışı iletişim metotlarının ve eğitim becerisinin sonuçlarını görmek isteyenleri bekleyen kabarık bir özgeçmiş, ardında bıraktığı görkemli bir miras var. Bakmaya 1996-97 sezonunda Euroleague kupasını kaldıran o özel Olympiakos takımından başlayabilirsiniz. / David Rivers

13 | Sasha Danilovic

3 Aralık 1996 gecesi New York’taki Madison Square Garden’ı dolduran binlerce New York Knicks taraftarı, Miami Heat formalı bir Avrupalının tek kişilik şovuna şahit olacağını henüz bilmiyordu. Rakip oyuncuları ağız dalaşına girerek sinirlendirmeye çalışan ve genellikle başarılı olan ünlü yönetmen Spike Lee bile dilini bilmediği bu Avrupalı karşısında çaresiz kalmış ve onun 7/7 isabetle kullandığı üç sayılık atışları çaresizce izlemişti. Predrag Danilovic, NBA’de iki sezon oynadı, Miami’de iyi süreler aldığı bir buçuk yılın sonunda Dallas’a takas edildi ve buradaki 13 maçın sonunda, kalsaydı muhtemelen All-Star bile seçilebileceği NBA’den ayrıldı.

Çünkü o, Mr. Europa (Bay Avrupa) idi. ABD macerasından önce, Partizan formasıyla en unutulmaz Final-Four’lardan biri olan 1992 İstanbul’a damgasını vurmuş, yarı finaldeki Milano maçında 22 sayı atmıştı. Djordjevic’in son saniyedeki basketiyle kazandıkları finalde de Joventut potasına 25 sayı atarak şampiyonluğun mimarı olmuştu. 2.01’lik boyu, onun gibi hem içeriden hem dışarıdan etkili olabilen bir oyuncu adına haksız rekabet anlamına geliyordu. Danilovic, iki senelik NBA arasından sonra eski takımı Virtus Bologna’ya döndüğünde hayli özlenmişti. O da “Teklifi getiren Bologna olmasaydı, NBA’de kalacaktım” sözleriyle bu özlemin karşılığını verdi. Onsuz iki sezonda şampiyonluk yaşayamayan takımını, gelir gelmez İtalya Ligi ve Euroleague şampiyonluğuna taşıdı, en değerli oyuncu seçildi.

Türk takımlarına karşı oynadığı maçlardaki performansıyla daima dikkat çeken ve ertesi günkü gazetelere atılan “Efes Tatsız”, “Ülkerspor Teslim Oldu” gibi başlıkların sebebi olan Danilovic, 2016 yılından bu yana Sırbistan Basketbol Federasyonu’nun başkanlığını yapıyor ve Avrupa basketboluna izini bırakmaya devam ediyor. / Emre Atasoy

12 | David Andersen

NBA, Dirk Nowitzki'nin gerçek değerini 2006 yılında anladı. Dallas'la NBA finaline çıktıktan bir yıl sonra da MVP olacaktı. 2000'lerin ortası, basketbolun yavaş yavaş değiştiği, şutör uzunların (şutör derken şut atabilen değil, ana silahı keskin bir şut olan uzunlardan bahsediyoruz) oyun planına dahil olmaya başladığı bir dönemdi. Atlantik'in öbür yakasında bu devrimin liderliğini Dirk Nowitzki yaparken bu tarafta ise Pasifik'ten aparılan bir isim, yeni tanımlanan ‘saf şutör uzun’ kimliğinin bayrak taşıyıcılığına soyundu: David Andersen.

Avustralyalı oyuncu, pek çok açıdan Dirk Nowitzki'ye o kadar benziyordu ki... Aynı boy, aynı oyun stili... 2005-2006 sezonunda CSKA formasıyla öyle bir seviyeye çıkmıştı ki "Gerçekten Nowitzki’ye dönüşüyor" sözleri fısıltı olarak değil, artık yüksek sesle dile getirilir olmuştu. 2001 yılında, henüz 21 yaşındayken Kinder Bologna ile Euroleague’i kazanan Andersen, beş yıl sonra neredeyse her maçı tek başına kazanabilecek düzeye çıkmıştı. Bir gelenek olarak salon girişindeki koridora oyuncuların tek tek illüstrasyonlarını yaptıran CSKA, Aralık ayında tüm koridoru sadece Andersen’in illüstrasyonlarıyla doldurmaya karar vermişti. O kadar zirvedeydi yani, Avrupa'da bir oyuncunun ulaştığı en yüksek seviyelerden birine tırmanmıştı.

Ne yazık ki bu sadece dört ay sürebildi. Şubat ayı başında ayak bileği ve fibula kemiğini aynı anda kırdı ve sezonu kapattı. Sonra yine döndü ve üst düzey bir oyuncu olarak kariyerine devam etti. 2.11'lik bir saf şutör olarak daima Avrupa'nın saygın isimleri arasında yer aldı ama bir daha asla 2005-06 seviyesine çıkamadı. O sakatlığı yaşamasa Nowitzki olabilir miydi? Bilmiyoruz ama Nowitzki’ye en yakın oyuncu olacaktı, hatta olmuştu bile. Yine de bunun için hayıflanmaya gerek yok; zira sadece David Andersen olarak üç Euroleague ve sayısız yerel lig şampiyonluğu, iki yıllık bir NBA kariyeri ve çok saygın bir isim kazandı. / Kaan Kural

11 | Nikola Vujcic

Maccabi’de, Nikola Vujcic’le birlikte forma giydik. O da benim gibi ilk defa yurt dışına çıkmıştı. Transfer olurken hem ligde hem de Avrupa’da oynayacağımı zannediyordum, bu durumda da yabancı kuralı gereği ya ben ya da o dışarıda kalacaktı. Ancak bu İsrail Ligi için geçerliydi tabii, yoksa Adriyatik Ligi vardı, o yüzden pek bir şey kaçırmıyordun yani. Asıl sıkıntı ise başkaydı; bir sene önce Euroleague şampiyonu olmuşlardı ve takımın yıldızı Nate Huffman, NBA’i denedikten sonra kontrat bulamayınca geri dönmüştü. O geri dönünce ben de gitmek istediğimi söyledim, zaten ya ben gidecektim ya Nikola...

Kulüp aramaya başladım; CSKA Moskova, Dinamo Moskova, Tanjevic’in çalıştırdığı Asvel gibi birkaç kulüple temastaydım. O sırada Euroleague’de ilk maça çıktık Alba Berlin’le, skor kafa kafaya giderken David Blatt attı beni oyuna. Bench’ten kalkıp değişiklik sandalyesine yöneldiğimde Yad Eliyahu’da bütün taraftarlar ayağa kalktı ve bir anda tek ses ismimi telaffuz etmeye başladılar: “Oy oy oy, Huseyin Beşok!” 15 dakika süre aldım, çok da iyi oynadım, seyirci de böyle bir tepki gösterince, gitmek istememe rağmen beni bırakmadılar. Öyle olunca Nikola ayrıldı ve Asvel’e gitti. İki sene orada kalıp Maccabi’ye geri döndü. Sonrasında da büyük başarılar kazandılar.

Çok zeki ve yetenekli oyuncuydu Nikola, Avrupa’nın en iyi uzunları arasındaydı. Şutu vardı, pası vardı, pivot oyunlarına yatkındı, çok yönlüydü, çok akıllıydı... Atletik özellikleri çok gelişmiş olmasa da aklını çok iyi kullanırdı. Zaten Euroleague tarihindeki ilk triple-double’ı yapmak da ona nasip oldu. Kendisiyle hâlâ ailecek görüşürüz, çok sevdiğim bir dostumdur. Hem karakterine hem oyunculuğuna büyük saygım vardır. Birlikte geçirdiğimiz günlerin de yeri ayrıdır. / Hüseyin Beşok

Socrates Dergi