EuroLeague Top 50

20 dk

Mücadele dolu sezonlar, şampiyonluk öyküleri, son saniye basketleri ve elbette o anların aktörleri unutulmaz isimler. EuroLeague'in 20 yılından 50 unutulmaz ismi derledik...

35 | David Blatt

Maccabi'de koç Pini Gershon'un yerine takımın başına geçtiğinde, 2001'de SuproLeague'i kazanan kadroyu büyük oranda korudu. Ariel McDonald, Anthony Parker, Nate Huffman, Gur Shelef, Nadav Henefeld... Ben Tel Aviv'e gittiğimde, hepsi oradaydı. Efes ekolünde geçen yıllar sonrası Maccabi'deki ilk antrenmanımı çok garipsemiştim. Efes'teki uzun antrenmanların aksine, kısa ama tempolu bir tarzı vardı Blatt'in. 3-3'ler, 4-4'ler, 5-5'ler... Hoşuma gitmişti.

Felsefesine her daim sahip çıkan, aşırı zeki bir adamdı. Henüz 30'lu yaşlarının başında olmasına rağmen, oyuncuların ona saygısı çok büyüktü. Baskı yapmadan hâkim olan bir tarzı vardı. Nitekim onun Maccabi koçluğundaki ilk sezon, benim de Tel Aviv'deki ilk yılımdı. Bologna'da Final Four oynadık. Hatta, o dörtlü finale kalmadan hemen önce TAU'yu deplasmanda yendiğimiz bir maç vardır. Kazanmazsak çıkamıyorduk. Blatt, harika bir maç planı hazırlamıştı. Maç toplantısında çok detaycıydı. Çıktık, kazandık. O gün, öyle bir baskıda, her şeyi kontrol altında tutmuştu. Oyuncularla iletişimi onun kadar iyi olan bir koç çok az gördüm. Şampiyonlukları, Final Four'ları ve hatta artık NBA'i bile var. Cleveland'a gidip LeBron James'le çalıştı. Daha ne olsun... / Hüseyin Beşok

34 | Oded Kattash

Oded Kattash-Doron Sheffer ikilisi, doksanların sonunda Maccabi'nin nüvesini oluşturan isimler. Yerli oyuncu olmaları ve örnek teşkil etmeleri çok önemli. Bu ikilinin aşıladığı güven sebebiyle tandeme ABD'li guard alınmadı. Dört yılın ardından Kattash, Zeljko Obradovic'in yanına, Panathinaikos'a gitti.

Selanik'teki 2000 Final Four'u ise herhâlde kariyerini en iyi tanımlayan an olur. Maccabi'de Final Four oynayamadığı dört yılın ardından PAO'yla henüz ilk sezonunda finale çıkmış, karşısında da Maccabi'yi bulmuştu. Panathinaikos'ta Zeljko Rebraca'nın iyi oynadığı ama Dejan Bodiroga'nın kötü olduğu bir final gününde sahneye çıkan Kattash, attığı 17 sayıyla eski takımının umutlarını kırmıştı. Orada şampiyon olan Kattash, yıllar sonra Hapoel Jerusalem'in koçu olduğunda da İsrail Ligi'nde Maccabi'yi eleyerek büyük sürprize imza atmıştı. Hayatı Maccabi'yi üzmekten ibaret bir Maccabi efsanesi olması gerçekten çok garip.

Her atışı bir şekilde becerirdi. Topu çemberden geçirmek konusunda uzmandı. Sakatlıklar nedeniyle kariyeri 28 yaşında, çok erken bitti. Akıcı, çok gösterişli ve becerikli bir oyuncuydu. Hayranı çoktur. / Emir Alkaş

33 | Pini Gershon

Maccabi daima, Avrupa’nın en rahat ve serbest basketbol oynayan takımı olmuştur. Atletik özellikleri ön plana çıkaran bir oyun tarzları vardır, çok koşan, hücum odaklı, tempolu bir takımdır. Pini Gershon da bu felsefenin yaratıcılarından biriydi. 90’ların sonu ve 2000’lerin başında, Maccabi’nin en parlak yıllarında, dümendeki isim oydu. Sadece takımın değil, çoğu oyuncunun da kariyer zirvesiydi o dönem. Bunun da sebebi, oyuncuların yeteneklerine dayanan bir sisteme sahip olmalarıydı. Dizginleri eline almayı sevmezdi Gershon, sorumluluğu oyuncularına bırakırdı. Bildiğimiz kadarıyla, antrenmanların bile çoğunda yer almazdı. İdareyi yardımcılarına verirdi ki oradan David Blatt gibi bir halef yetişti mesela.

Kişilik olarak da düzgün bir insandı. Hep güler yüzlü, pozitif, işin eğlenceli yanını öne çıkaran bir adamdı.. O konuda kendisini çok takdir ederim. Bizim işin gelgitleri çoktur; kazanmak da vardır, kaybetmek de... Gershon ise hangi uca giderse gitsin, en kötü gününde bile yüzündeki gülümsemeyi muhafaza etmesini bilen biridir. Avrupa basketbolunda, antrenörlüğü bir yana, insanlığıyla da yer edinmiştir kendine. Kime sorsanız bunu söyler size. / Oktay Mahmuti

32 | Marcus Brown

Marcus, özgüveni yüksek bir oyuncuydu. Deplasmanda veya kendi sahamızda oynamamız fark etmezdi onun için, olumsuzluklardan hiç etkilenmezdi. Mücadeleci bir karakteri vardı. Hem iyi bir savunmacıydı hem de sorumluluk taşıyan ve hücumda inisiyatif alan bir isimdi. İstikrarlı bir şutu vardı, skorer kimliğinin hakkını verirdi. Kendisini tek bir maçta dahi izleseniz anlattıklarıma şahit olurdunuz zaten ama asıl önemli özelliği, liderliğiydi. Onu fark etmek için de takımın içinde olmanız gerekirdi.

Efes’te forma giydiği dönemde beklentilerimizi tam anlamıyla karşıladı Marcus, öyle olmasaydı, iki sezon sonra daha yüksek ücretlere transfer yapamazdı zaten. 10 yılı aşkın bir kariyeri oldu Avrupa’da ve daima hedefi olan, kalburüstü takımlarda oynadı; Pau Orthez, Limoges, Efes, CSKA, Unicaja Malaga, Zalgiris, Maccabi... Böyle takımlara şans eseri bir kez gidebilirsiniz, çok şanslıysanız iki olsun hadi... Marcus’un ise hayatı buralarda geçti. İstenen bir oyuncuydu hep. Yunanistan hariç bütün büyük liglerde boy gösterdi, hepsinde kupalar kazandı. Bu sayede Euroleague’de de çok saygın bir kariyer edindi, gelmiş geçmiş en skorer ABD’li oyuncu oldu, tüm oyuncular arasında da Navarro’nun arkasında ikinci zaten.

Tek eksiği vardı, o da Euroleague şampiyonluğu. Ancak bu çok önemli değil; basketbol tek kişiyle oynanmıyor sonuçta. Marcus’un da bıraktığı intiba, kazanamadığı şampiyonlukların ötesindedir ve bir günde inşa etmemiştir bunu. Kazanmıştır, kazanamamıştır ama sahada daima terinin son damlarına kadar savaşmıştır. Hırsını ve azmini ortaya koymuştur. Kimse size “Lider olacaksın” demez, o payeyi siz alırsınız, içinizde varsa tabii... Marcus’un içi, tam da bununla dolup taşıyordu işte. / Oktay Mahmuti

31 | Carlton Myers

Carlton Myers’a bayılıyordum. Çok enerjikti. Ben zoru severdim, o yüzden onu savunmaya karşı çok istekliydim. Karşı karşıya geldiğimizde hep onu tutardım. O kadar konuşurdu ki... İnanamazsınız! Sürekli konuşurdu, sürekli. İnanılmaz bir provokatördü. “Bir sonraki pozisyonda sayıyı senin üzerinden atacağım ve bana engel olamayacaksın, sana çok kötü bir gün yaşatacağım” derdi. Cevap yetiştiremezdik. İnsanın gözünü korkuturdu. Ama ben izin vermiyordum ona. Her maç 30 atabilirdi fakat benim karşımdayken 10-12 sayı atardı. Myers’a karşı oynarken çok hırs yapardım. Savunmayı sevdiğim için, onunla eşleşmeye bayılırdım.

İnanılmaz bir atlet, şutör, maçın son bölümlerinde sazı eline alan bir clutch player ve yürüyen bir egoydu. Kendisini en yakışıklı, en yetenekli ve her şeyin en iyisi olarak görürdü. Bunu da sürekli dile getirirdi. Onu savunurken top almasını engellemek zordu, aldığında da hep sağa giderdi. Topu biraz sürdükten sonra kaldırır atardı ve şut sırasında çok yükselirdi. Atletizmini çok iyi kullanırdı. Geri çekilerek yaptığı atışlarda çok başarılıydı. Orta mesafe oyununda çok etkiliydi. Bugün herkes üçlük atabiliyor ya da potaya giderek smaç vurabiliyor ama orta mesafede etkili olabilen çok az oyuncu var. Yani onun gibisini bulmak, günümüzde dahi zor. Myers da o dönem bu özellikleriyle oyunu tam anlamıyla domine ediyordu.

Savunmakta en zorlandığım isimlerden bir liste yapsam, mutlaka ilk beşe girer. Bir numaraya kesinlikle Petar Naumoski’yi koyarım. En zor oyuncu oydu. İkinci sırada mutlaka Dejan Bodiroga gelir. Onun hemen ardında Predrag Danilovic yer alır. Carlton Myers da dördüncü olur. Beşinci sıra için de biraz eskilere gidip Michael Young’ın adını vereyim hadi... / Alain Digbeu

30 | JR Holden

1999 yazında, Oostende takımının Belçikalı oyuncuları olarak, şehre gelen yeni ABD’li oyun kurucuyu bekliyorduk. İsminin JR Holden olduğu, profesyonel kariyerinin ilk sezonunu Letonya’da geçirdiği ve ABD’de görece küçük bir okuldan mezun olduğu dışında bir bilgimiz yoktu. JR, kısa sürede bize kentini tanıttı. Kariyerimde beraber oynadığım en akıllı oyunculardan biriydi. Kendini takım içinde nasıl konumlandırması gerektiğini çabucak anlamış, Avrupa basketbolunun kendine has işleyişini çözmüştü. Oostende’deki ikinci sezonunda Suproleague’de oynamamızı da avantaja çevirdi ve AEK’e transfer oldu. Bizim takımdayken şuta dayalı bir oyunu vardı, Yunanistan’a ve diğer büyük kulüplere gittiğinde oyununu her duruma adapte etmeyi becerdi. Onu özel kılan şeylerden biri de bu yeteneğiydi.

2002’de CSKA Moskova’ya geçti ve orada da takımla birlikte bir değişimden geçti. Başlangıçta ‘birinci adam’ statüsündeyken, daha sonra gösterişli bir kadroda farklı bir role oturdu. Değişmeyen tek şey, sorumluluk almak gerektiğinde gözünü kırpmaması ve her zaman problem çözmeye odaklanmasıydı. Bu yeteneği onu farklı türden bir lider yapıyordu. Geleneksel anlamda, ‘takım kaptanı’ gibi bir lider değildi. Diğerlerinin saygısını günden güne kazanırdı; her antrenmanda yüzde yüzünü vermesiyle, hiç izin kullanmamasıyla. 19 yaşındaki yedek oyun kurucu Dimitri Lauwers’la yumruk yumruğa gelmesine yol açan rekabetçiliğiyle. Hatta hiçbir ABD’linin cüret edemediğini yapıp Rusya vatandaşlığına geçmesiyle.

Ona aramızda “Avrupalı Allen Iverson” derdik. Müthiş süratleri ve kendi şutlarını istedikleri zaman yaratabilmeleriyle benzer isimler olduklarını düşünebilirsiniz. Ama kendinize şunu da sormalısınız: Iverson kariyerinin başında NBA takımlarından ilgi görmeyip Avrupa’ya gelmiş olsaydı, buraya böylesine uyum sağlayabilir miydi? JR buraya Bucknell’dan gelmişti, Georgetown’dan değil. / Tomas Van Den Spiegel

29 | David Rivers

“Türkiye’ye gelmiş en iyi yabancıydı” der miyim, bilmiyorum ama Petar Naumoski’den sonra en iyi ikinci oyuncuydu diyebilirim. Zira Naumoski’nin Türk basketboluna etkisi daha fazla oldu. Rivers’a dönersek, onu Notre Dame günlerinden itibaren tanıyordum. Acayip bir trafik kazası geçirmişti, ölüyordu neredeyse ama oradan dönmeyi bildi. Koçu Digger Phelps, “David’e her açıdan yeşil ışık yakarım, ne yapmak istiyorsa yapsın çünkü sahada, ne yaptığını onun kadar iyi bilen kimse yok” demişti. NBA’deki şanssızlığı ise Lakers’a gitmesi oldu, zira önünde Magic Johnson, Byron Scott, Michael Cooper gibi oyuncular vardı.

Sonra CBA falan derken Avrupa’ya geldi, Fransa'nın Antibes takımına. Burada şampiyonluk yaşadıktan sonra Olimpiakos’a gitti; hem lig şampiyonluğunu, hem Euroleague’i, hem de Yunanistan Kupası'nı kazanarak hat-trick yaptı. Euroleague’de Final Four’un MVP’si seçildi ki o Final Four, Rivers'ın koçu Dusan Ivkovic'e "Sen karışma, işleri bana bırak" demesiyle hatırlanır. Bu da onun liderlik özelliğinden geliyor ki bence bu özelliği, ölümden dönmüş olmasına borçlu. Geçirdiği kazadan sonra ambulans gelene kadar iç organlarını elleriyle yerinde tutmak zorunda kalmış. Böyle bir sahneyi ve zamanında kardeşlerinin ölüm acılarını yaşamış biri olarak, liderlik ona çok doğal geldi. Basketbol, bunların yanında oyundu onun için.

Baskı nedir bilmezdi. Kendisiyle pek çok kez sohbetimiz olmuştur. Bazı konuları aşmış, yeteneklerine ve kendine sonsuz bir inancı olan, üst seviye özgüvene sahip bir insandı. O, NBA'de başarılı olamamış ancak çabukluğu, top hâkimiyetiyle öne çıkan oyuncuların Avrupa'ya gelişlerine de öncülük etti. Fiziksel zaafları nedeniyle NBA’de tutunamayan kısalara başka bir kapı araladı. Bu tür oyuncuların, oyun zekâlarını kullanarak Avrupa'da başarılı olabileceğini kanıtladı. / Murat Murathanoğlu

28 | Luis Scola

'Winner' kelimesi son dönemde çok moda; genellikle maç kazandıran oyuncu ya da maç esnasında kazanmak için her şeyini ortaya koyan oyuncu anlamında kullanıldığını görüyorum. Bence bu kelime, gücünü idmanlardan alıyor ve Luis Scola'yı anlatmak için tek bir hikâye paylaşma şansım olsa, antrenmanları seçerim.

TAU'nun antrenman kültürü meşhurdur. Sert idmanların atası Dusko Ivanovic'le başlayan bu gelenek, kısa süreliğine Pedro Martinez'le devam etmiş ve ardından da Velimir Perasovic'le iki sezona yayılmıştı. Peras'ın idmanları çok sertti ama başta Luis olmak üzere, takımın Ivanovic antrenmanlarına alışık olan eskileri, Peras'tan pek etkilenmiyordu. Ben o yıl sadece dokuz gün izin yaptığımızı hatırlıyorum. Dokuz ayda, dokuz gün. Herhâlde spor tarihine geçmiştir. Luis, tüm bunların üzerine ekstra çalışmalar yapardı. Mesela bir antrenmanda dişinin kırıldığını ve ona yardım etmek isteyen masörü, "Antrenman bitince gel" diyerek uzaklaştırdığını hatırlıyorum. "Robot" derdik ona. Luis için kazanmak, antrenmandan başlardı.

TAU'nun harika scouting ekibinin ürünüydü. Vitoria'ya çok küçük yaşlarda geldi, ilk yıllarında başka takımlara kiralandı. Daha sonra hem Arjantin'in altın jenerasyonunun liderlerinden oldu hem de bir TAU efsanesi... Çok da iyi bir arkadaştı. Mesela benimle asla İngilizce konuşmazdı, sırf yabancı dilim gelişsin diye. Onun yardımlarıyla iki-üç aylık süreçte yabancı dilimi çok ilerletmiştim.

Euroleague'de birlikte üst üste iki yıl Final Four oynadık. Takımın yıldızıydı. Igor Rakocevic'in gelişiyle belki bazı anlarda ikinci planda kalmış olabilir ama biz, kaptanın Luis olduğunu bilirdik. Panathinaikos serisini kazandığımız maçtan sonra OAKA'da bana sarıldığı anı aklıma getirdikçe hâlâ kemiklerim acır. Babam ya da annem bana öyle sarılmamıştır. Neredeyse kemiklerimi kıracaktı. / Serkan Erdoğan

27 | Nando de Colo

Nando’nun 2006 senesini hatırlıyorum. Cholet’nin yıldız takımından 20 yaş altı takımına yükselmişti. Sonra orada da iyi oynadı. Hem 20 yaş altında oynuyor hem de A takımla idmana çıkıyordu. Noel sonunda üç haftalık bir ara vardı. Bizim takımda da ABD’li bir oyuncu var, Norman Richardson; enteresan bir adam, çembere giden, şutu olan, bir ya da iki numarada oynayabilen. Fakat Nando ile ikisine birlikte antrenman yaptırdığım zaman, aralarında bir fark görmedim ve Nando’nun gelişimi için önünü açma kararı verdim. Başkan da bu tercihimizi kabul etti. Nando çok iyi bir sezon geçirdi ve sonra da yoluna aynı hızla devam etti...

Nando, an itibarıyla Avrupa’nın en iyi iki-üç kısasından biri. Bir diğeri de CSKA’da beraber forma giydiği Teodosic zaten. Ama ikisi çok farklı oyuncular. Teodosic, yüksek tansiyona ve ritim yakalamaya ihtiyaç duyar. Öyle anlarda da kendini öne çıkarır. Nando ise iyi başlar, kötü devam eder, sonra tekrar iyi oynamaya başlar. Çıkıp üst üste dört sayı atar, sonra beş dakika kaybolur, sonra dört daha atar, maç sonu bir bakarsın 20’yi bulmuş. Teodosic öyle değil, hissettirir sana kendini.

Bugün Nando’yu izlediğimde, başladığı güne kıyasla bazı özelliklerinin törpülendiğini, bazılarının da geliştiğini görüyorum. Mesela, eskiden geriye çekilerek şutu yoktu. Onu çok geliştirdi. Genel Avrupa basketbolunun aksine, açık saha oyunu çok kuvvetlidir ama artık onu uygulama şansı bulamıyor pek. Yoksa savunma ribaundu sonrası oluşan o trafikten çok iyi çıkar ve pozisyonu iyi bitirir. Bu özellikleri hep aşağı doğru indi ama oyununun en önemli noktasını, yani akışkanlığını korudu. Savunmasında ise ilerleme ya da gerileme yok. Basketbol zekası çok iyi olduğu için, kariyerinin başından beri o handikapları kapatıyor. En önemlisi de artık çok olgunlaştı. Euroleague’de bu sezon da MVP ödülünün en ciddi adayı ve bir süre daha da böyle gidecek gibi görünüyor. / Erman Kunter

26 | Mike Batiste

Panathinaikos’taki en komik, herkesi bir arada tutan, yabancı olmasına rağmen takım kimliğine çok önemli katkı sağlayan isimdi. ‘Takım oyuncusu’ denir ya, hem basketbolculuğu hem karakteriyle bu tanımın karşılığıydı. Genelde, ABD’li oyuncular Avrupa’ya kolay kolay adapte olamazlar veya adapte olsalar bile Avrupalılar ile tam anlamıyla kaynaşamazlar. Bunun için de zamana ihtiyaç duyarlar. Mike ise bunu çok çabuk aştı ve takım için çok kritik bir oyuncuya dönüştü. Oradaki en yakın arkadaşlarımdan biriydi diyebilirim, çok severdim kendisini.

Kalıp olarak bugünkü Kyle Hines’a benzetiyorum onu ama o dönemin şartlarında değerlendirmek lazım tabii. İkili oyunlarda rakip guard’ın karşısında kalabilmesi, hücumda çember altında çok iyi pozisyon alabilmesi ve orta mesafe şutları, onun en büyük avantajlarıydı. Atletik bir oyuncu gibi gözükmezdi ama ayakları çok çabuktu. Oyunun iki tarafını da okuyabilirdi. Bunun için gelişkin bir oyun zekası gerekir ki o da buna sahipti zaten.

Panathinaikos’ta neredeyse 10 yıla dayanan bir kariyer inşa etti. “Ben yıldızım” diye dolanan ama aslında yıldız olmayan birçok oyuncudan daha çok katkı vermiştir takıma. Kadrodaki kimsenin önüne geçmeye çalışmamıştır. Aksine, sahada arkadaşlarının açıklarını kapatmak için mücadele etmiş ve terinin son damlasına kadar savaşmıştır. Her büyük takım, böyle oyunculara ihtiyaç duyar; bu isimler bir nevi çimento gibidir, herkesi bir arada tutar. Mike da onlardan biriydi. Fenerbahçe’de o dönemki şartlardan ötürü başarılı olamadı belki ama Panathinaikos gibi bir ekipte uzun yıllar başarıyla forma giymesi, onun büyüklüğünü gösteriyor zaten. / İbrahim Kutluay

25 | Nate Huffman

Oyunculuk kariyerim boyunca hiçbir zaman pota altındaki en kuvvetli adam olmadım, fiziğiyle fark yaratabilecek kadar şanslı olanlardan değildim. Buna karşılık çabuktum, farklı yeteneklerimi kullanıyordum. Bu yeteneklerden biri de şuydu: Güçlü adamlara karşı acı çekmemek. (Tamam, belki “Sofoklis Schortsanitis hariç” demeliydim. Ama onu özel bir kategoride incelemeliyiz.)

2000-01 sezonunda, FIBA-ULEB çekişmesinin miladı olan ve Avrupa kulüp basketbolunun iki farklı şampiyon çıkardığı o garip sezonda, ilk kez Nate Huffman’la karşı karşıya geldim. Onu bire bir savunmaya çalışmak, parkede o güne kadar tecrübe ettiğim her şeyden farklı bir sınavdı. Ağırdı, güçlüydü, iyi bir bitiriciydi ve en önemlisi de istisnai bir kazanma mantalitesine sahipti. Bununla birlikte, pozisyon alma yeteneği de çok gelişmişti. İçeride topu her aldığında, hareketlerinin sonuna sakladığı güçlü bir bitirişle şaşırtıyordu sizi. Ayaklarınız ne kadar çabuk olursa olsun, buna cevap vermeniz neredeyse imkânsızdı. Hızlı düşünerek çözüm üretebileceğiniz bir problem de değildi Huffman’ın sırtı dönük oyunu... O dönem harika oyuncular barındıran bir Maccabi Tel Aviv kadrosunda, Pini Gershon’un en kritik anlarda başvurduğu hücum opsiyonu olmasını da işte buna borçluydu. Evet, yeri geldiğinde, bu listede daha yukarılarda bulunduğunu tahmin ettiğim Anthony Parker’dan bile önce yazılıyordu adı Maccabi’nin hücum hiyerarşisinde.

Çok genç yaşta kaybettiğimiz Huffman, oyuncu tipi itibarıyla tarihsel bağlamda konumlandırılması zor bir isim. Basketbolun 1997’den 2017’ye değişiminde statüsü en çok tahribat görenler, Huffman gibi oyuncular oldu. Ancak saf pivotlardan bahsediyorsak, en iyilerden ve en büyük etkiyi yaratan isimlerden birinin Nate Huffman olduğu kesin. / Tomas Van Den Spiegel

24 | Trajan Langdon

Trajan Langdon, Efes’e Marcus Brown’un yerine gelmişti ki Marcus, öncesinde bizle çok iyi iki sene geçirmişti. Bu yüzden, Langdon’dan beklentiler de büyüktü ama ikisi farklı oyunculardı. Marcus, hem topu getirebiliyor hem de ikili oyun oynayabiliyordu. Trajan’ı ise perdelemelerden çıkartıp topla öyle buluşturmak gerekiyordu. O daha çok, kendisine hazırlanan pozisyonlar üstünden oynardı. İyi bir sezon geçirdi bizimle. Ben de kendisiyle kişisel olarak çok iyi bir arkadaşlık edindim; her idmandan sonra sahada kalıp hem şut atıyor hem de devamında bire bir maç yapıyorduk.

Trajan, acayip bir profesyoneldir. Çok soğukkanlıdır. ‘Alaskalı Suikastçi’ lakabının hakkını verir yani. Duygularını öyle kolay kolay yansıtmaz. İşine çok büyük saygı duyar. Asker gibiydi diyebilirim. Saha dışında da öyleydi. Hiç tanımayan biri, “Bu ne soğuk bir insan” diyebilirdi ama tanıdıktan sonra hiç de öyle biri olmadığını anlıyordunuz. Oyun karakteri de aynıydı. Garip garip sevinç gösterileri yapmazdı. Tam bir profesyoneldi.

Bunun yanında, Avrupa’nın en iyi şutörlerinden biriydi. Hep aynı atardı; perdeleme çıkışında, boş şutta, sabit şutta... Mekaniği hiç değişmezdi. Çok da yüksek yüzdeyle sokardı şutlarını. Ama bunun için ekstra idman yapardı. Zaten istediğiniz kadar yetenekli olun; çalışmazsanız, bol bol o şutu tekrarlamazsanız, üst düzey bir oyuncu olamazsınız.

Trajan, Avrupa kariyerine Benetton’da başlamıştı. Oradan bize geldi, buradan da Moskova’ya gitti. Önce Dinamo’da bir sezon oynadı, sonra CSKA’ya geçti ve uzun yıllar orada kaldı. Bu istikrarı da ona iki Euroleague şampiyonluğu ve bir Final Four MVP ödülü kazandırdı. Üniversitede ve Benetton’da kaybettiği Final Four’ların acısını da böyle çıkardı. / Kerem Tunçeri

23 | Tyus Edney

ABD’li yazar Chuck Klosterman, ‘Tarihin En İyi 50 Kolej Basketbolu Oyuncusu’ listesine girizgâh yaparken bu listedekilerin, NCAA tarihinin en yetenekli 50 basketbolcusu değil, Amerikan toplumunun kolektif hafızasında ‘harika kolej oyuncuları’ unvanıyla yer etmiş 50 isim olduğunu söylüyor. Ve her kişisel liste gibi bunun da tamamıyla taraflı olduğunu... Burada diğerlerinden sıyrılmanızı sağlayan kriterlerden bazıları şunlar: Kolej kariyerinizin profesyonel kariyerinize göre daha ‘anlamlı’ olması, saha dışında da koleje has (en az) bir karakter özelliği taşımak, ölü olmak, olağan dışı bir oyun stiline sahip olmak ve kariyerinizin en parlak yıllarını Klosterman’ın çocukluğuna denk getirebilmiş olmak.

1999’da ilk Euroleague finalimi izlerken, hava atışına çıkan Radoslav Nesterovic ve Eurelijus Zukauskas’ın üç numaraya vurulmuş saçları, elit pivot olmanın sırlarından birinin de bu olduğunu düşündürüyordu bana. 10 yaşındaydım ve benim için evrendeki en büyük Bowie’nin adı Anthony'ydi (Zalgiris’in ABD’li oyuncusu). Ancak yüksek irtifada gerçekleşen bir oyunda sahanın en iyisinin 1.78 boyunda olmasını kabul etmem güçtü. Bunun için de 1998-99 sezonundaki Tyus Edney ile karşılaşmam gerekiyordu.

Klosterman’ın son kriterine istinaden, Edney benim listemde hiç olmaması gereken bir yerde. Ama bu konuda yalnız değilim. Yenilmezliğine inandığımız Petar Naumoski’nin fiyakasını (David Rivers’tan da önce) ilk bozan o olduğunda, ekran başında oturan başkaları da var. O tuhaf Euroleague sezonunda, UCLA’den takım arkadaşı Jiri Zidek ile birlikte –hiç olmamaları gereken bir yerde– zamanda yarattıkları çatlağa tanıklık edenler var. Şanslı ki Euroleague’in tarihi, bu çatlakların tarihi. Bu da Edney’nin ‘harika bir Euroleague oyuncusu’ olduğunu onaylıyor . / Cem Pekdoğru

22 | Sasha Djordjevic

Ben Barcelona forması giyerken Sasha Djordjevic de Real Madrid’deydi. Barcelona’dan oraya geçmişti ve lig finalinde rakibimiz olmuştu. Seride durum 2-2’ydi ve son maçı evimizde, Palau'da kaybetmiştik. Djordjevic ise maçtan sonra parkede kalmış, “Şampiyon! Şampiyon!” diye bağırmıştı. Bense içimden "S.ktir! Yine kaybettim" diyordum. Zira Fransa'da dört final kaybetmiştim ve kara kedi olduğumu düşünmeye başlamıştım. Ağlamaya başladım. Rodrigo De La Fuente, beni teselli etmeye çalışıyordu. Ignacio Rodriguez ise Djordjevic’i dövmek istiyordu. “Ignacio, sakin ol” dedik. Djordjevic’in formasını tutmuş, “S.ktir git buradan!” diyordu.

Yani, ilişkimiz böyle başladı. Ondan nefret ediyordum. Özgüveni çok yüksek, zor bir karakterdi, trash talk (sataşma içerikli konuşma) yapmayı severdi. O gün beni çok etkiledi. 10 sene İspanya’da kaldım ve her oynadığım maçta ona karşı özel bir savunma taktiği geliştirdim. Ama çok özel bir oyuncuydu. Şimdilerde arkadaşız ama oyunculuk döneminde işler farklıydı. Peja Stojakovic, Vlade Divac, Zeljko Obradovic gibi isimlere sorun, onlar da Sasha’nın ne kadar rekabetçi olduğunu söyler. Zira kendini bir üst seviyeye böyle çekiyordu. Provokasyonlarıyla, bire bir eşleşmeleriyle, kullanmayı sevdiği son saniye şutlarıyla... Basketbol zekası çok yüksekti. İkili oyun ustalığında Sarunas Jasikevicius’la aynı seviyeye koyarım onu.

Real Madrid’e gitmesini ve 1997-98 sezonunda yaptığı hareketleri Katalanlar hiç unutmaz. Ben de aynı geçişi yaptım ama benim Katalanlarla ilişkim farklı. O, eskiden kaptan olduğu salona rakip olarak gelmişti. Tamam, Palau’da beşinci maçı kazanmak büyük başarı ama bu provokasyonları yapmamalısın. Belki o davranışları olmasa Katalanlar onu farklı hatırlardı. Tabii bu durum Djordjevic’in umurunda mıdır, bilemiyorum. / Alain Digbeu

21 | Zeljko Rebraca

Şanssız bir oyuncuydu Rebraca, kariyerinde çok önemli başarılar var ama bilhassa NBA'de çok daha büyük yerlere gelebilirdi. Detroit Pistons’taki performansıyla en iyi ikinci çaylak beşine seçildikten sonra kalbinde ritim problemi ortaya çıktı. Bu da Mehmet Okur’un yolunu açmıştı biraz. Avrupalı pivotlar için nadir görülen fiziksel yeteneklere sahip, fit durumdayken durdurulamayan bir pivottu. 1992’de İstanbul’da düzenlenen Final Four’da onu ilk kez anlatma fırsatı bulmuştum; o dönem daha cılız ve çelimsiz bir oyuncuydu. Ardından vücudunu geliştirdi, özellikle de üst tarafını. Yeteneklerini keşfetti ve bunları sergileme şansı buldu. Efes’e karşı oynadığı bir Saporta Kupası maçı hatırlıyorum, mahvetmişti Efes’i...

2.13 boyunda, pivot hareketleriyle ve orta mesafe şutuyla öne çıkan elit bir sporcuydu. Kariyerini etkileyen kalp problemine rağmen iki Euroleague, bir de Saporta Kupası şampiyonluğu kazandı. Milli forma altında iki Avrupa, bir dünya şampiyonluğu, bir de olimpiyat ikinciliği var. Bunlar her oyuncuya nasip olmaz. Ama sorsanız bana “Bardağı doldurdu mu?” diye, bence rahatsızlığı nedeniyle tam dolduramadı, çok daha büyüyebilirdi.

2000’de şampiyon olan Panathinaikos muhteşem bir takımdı, Euroleague tarihinin en iyilerinden biriydi. O takımı özel yapan da Rebraca’nın performansıydı. Maccabi’de Nate Huffman vardı, o da çok acayip bir pivottu. Bana kalırsa öyle bir rakibin varlığı, Rebraca’yı daha da yukarı çekmişti. / Murat Murathanoğlu

Socrates Dergi