Ev

20 dk

Spor ve Sergi Sarayı, niçin özeldi? Kolay mı vazgeçildi? 1992'de kapılarını basketbola kapatan ikonik salonu dönemin tanıklarından dinledik.

Depo Photos

Spor ve Sergi Sarayı, kırk yılı aşkın süre şehrin tam merkezinde bokstan müzik festivallerine, banka çekilişlerinden güreş müsabakalarına kadar sayısız etkinliğe ev sahipliği yaptı. Hiç şüphesiz ki en çok basketbolcular tarafından sahiplenildi. Avrupa'da sessiz ve yüzeyden ilerleyen Türk basketbolunun ilk mabediydi Harbiye'deki bu şirin bina. Başkan Osman Solakoğlu devasa şekerleriyle alt katta bekler, Rıza ve Eyüp kalorifer kazanına bakar, Muzo da uzaktan şut yarışmalarını hiç kaybetmezdi. Belki biraz fazla romantikti, evet. Belki ne kadar çaba sarf edilirse edilsin, hayatta kalamayacaktı. Ama ne fark eder ki? Spor Sergi'nin hikâyesi her hâlükârda anlatmaya değerdi...

1 | Yeşil Vadi

"Atatürk'ün Prost'u beklediği söylenir…"

Cânâ Bilsel (Akademisyen): 1905 yılında Türkiye'ye bir mimar geliyor. 30'lu yaşlarının başında, alanında henüz isim yapmamış, Fransız…

Nurettin Sözen: (İBB Başkanı) Henri Prost... Çok önemli bir adamdı.

Cânâ Bilsel: Ecole des Beaux-Arts'tan mezun olmuş. Proje seçiminde tercihini Ayasofya ile çevresinin düzenlenmesinden yana kullanıyor; o vesileyle geliyor ülkemize ilk. 1910'larda aralarında Marakeş ve Kazablanka'nın da bulunduğu Fas kentlerini planlaması önemli; zira İslam kültürüne aşinalığı sebebiyle Türkiye tarafından da tercih ediliyor. İstanbul'dan önce, 1920'lerde İzmir'in planlanmasında danışman sıfatıyla rol alıyor.

Nurettin Sözen: Prost… Plan, program yoktu ondan evvel.

Cânâ Bilsel: 1930'larda ünü çok artmış. Paris'in baş şehircisi olmuş. 1933'te dönemin valisi ve belediye başkanı Muhittin Üstündağ, aralarında Prost'un da bulunduğu bazı mimarlara davet mektubu gönderiyor. Konu İstanbul'un tasarımı ve o dönem Paris'in baş mimarı olan Fransız mimar, önemli görevi sebebiyle teklifi nazikçe geri çeviriyor. Alfred Agache ve Hermann Ehlgoetz'le birlikte Prost'un önerdiği Jacques Lambert'in arasından Alman mimar Ehlgoetz seçiliyor ama ilginçtir ki onunla da sözleşme imzalanmıyor.

T. Elvan Altan (Akademisyen): 1930'lara ait bir İstanbul planı var. '2 Numaralı Park' diye bir alan tanımlanıyor orada.

Cânâ Bilsel: Dedim ya, Hermann Ehlgoetz'le sözleşme imzalanmıyor diye… Meğer onun sebebi Prost'un ikna edileceğinin düşünülmesiymiş. Prost'un asistanı Aron Angel'e göre Mustafa Kemal Atatürk, o dönemlerde Henri Prost'u bekliyor ve başka bir mimar için harekete geçmiyor. 1936 yılında da Atatürk istediğini alıyor; Fransız mimar imzalıyor kontratı.

T. Elvan Altan: '2 Numaralı Park' fikri Prost'un tabii. Bahsi geçen alanın kuzeyinde bir projelendirme söz konusu; yakın zamanda Ankara'da hipodrom ve stadyum tasarlayan, akabinde Dolmabahçe Stadyumu'na hayat veren Paolo Vietti-Violi o bölgede özel olarak çalışıyor. 1949 yılında inşaatı tamamlanan Spor ve Sergi Sarayı da parkın bir parçası. Vietti-Violi'nin partnerleri, yerli mimarlar Şinasi Şahingiray ve Fazıl Aysu.

Hüdai Budanur: Spor ve Sergi Sarayı yapılmadan önce, Sultanahmet'te YMC salonu vardı Gülhane Parkı'nın orada. İkincisi, İTÜ Gümüşsuyu'ndaki. Üç, Eminönü Öğrenci Lokali'ydi; bir de Beyoğlu'nda eski Galatasaray kulübünün bulunduğu Hasnun Galip Sokak'ta Galatasaray Lokali'ni hatırlıyorum. İstanbul'daki spor alanları bunlardan ibaretti. Bu kadar. Bir de Darüşşafaka Lisesi'nin kapalı spor salonu vardı ama zemin rabıta, yıkık dökük...

Cânâ Bilsel: Yeşil bir vadiden bahsediyoruz bu arada. Dolmabahçe, Gümüşsuyu, Harbiye ve Maçka arası öyle planlanmış. '1 Numaralı Park' tarihi yarımadayı kapsıyor, ikincisiyse bu dörtgende. Park alanı büyük olduğu zaman etkin şekilde kullanılabilmesi, halkı çekebilmesi, güvenli bir yer olabilmesi adına spor ve sanat aktiviteleriyle canlandırılması gerekiyor. Spor ve Sergi Sarayı da bu düşüncenin merkezinde...

T. Elvan Altan: Salonun II. Dünya Savaşı döneminde yaygın olan anıtsal ve neo-klasik mimari anlayışta tasarlandığı söylenebilir. Modern mimariye de yakındır ama. Süslemesiz tasarım dili ve basit dikdörtgen prizmatik formu, savaş sonrası döneme ait gibidir.

"1936 yılında da Atatürk istediğini alıyor; Fransız mimar imzalıyor kontratı." -Cânâ Bilsel

"1936 yılında da Atatürk istediğini alıyor; Fransız mimar imzalıyor kontratı." -Cânâ Bilsel

Mehmet Baç: Spor salonundan ziyade bir sergi salonuna daha yakındı. Mimarisi de kendine hastı, bir Alman makine fabrikası gibiydi.

T. Elvan Altan: Cephede kare profillere bölünmüş, dikey dikdörtgen pencereler sayesinde iç mekânın iyi aydınlatılması sağlanmış.

Mehmet Baç: Pencerelere ek olarak; ortada bir tane büyük lamba grubu vardı. Tepelerinde de ufak ufak başka lambalar...

Hüdai Budanur: O dönem örneği yok. Spor ve Sergi Sarayı yapıldı; "Oh" dedik, "Harbiye'de salon, sosyete de gelir."

Nurettin Sözen: Prost ya… Müthiş, müthiş.

2 | Emekleme

"Müthiş bir temaşa zevki…"

Hüdai Budanur: Denizi gözlerdik, NATO ilişkileri sebebiyle Amerikan gemileri gelirdi İstanbul'a. O denizcilerle maç tertip edip onlardan basketbol öğrenmek, Keds basketbol ayakkabısı ya da basketbol topu almak için uğraşırdık. Basketbol için ne malzeme ne saha vardı. Bilmediğimiz her fundamental hareketini not eder, onları öğrenmeye çalışırdık. Basketbolumuzun ilk adımlarıydı.

Fehmi Sadıkoğlu: Basketbol o zaman belirli yerlerin dışına pek çıkmazdı. Nişantaşı, Kadıköy, Yeşilköy, Moda, Beyoğlu….

Hüdai Budanur: Çok istisnai durumlar hariç Spor Sergi Sarayı'nın yarısı bile dolmazdı. Fenerbahçe ve Galatasaray maçlarında daha fazla izleyici gelirdi. Küçük maçlarda taş çatlasın üçte biri dolardı salonun.

Ahmet Kurt: Spor Sergi'de buz revüsüne gittim ben küçükken. Sirk de gelmişti keza. Sökülebilir parkeydi; orayı buzlu da gördüm, sirk olarak da. Bayağı filler miller girmişti.

Necati Güler: Çok hayal meyal hatırlıyorum; sirk, filler…

Remzi Dilli: Horoz kıyafetli bir adam vardı. Rahmetli Aydan Siyavuş da alaya alırdı bizi. "Oğlum, bilmiyor musunuz Eyüp var onun içinde, bizim salona bakan Eyüp. Horoz oldu işte" derdi.

Hüdai Budanur: Bakın mesela; 1959 Avrupa Şampiyonası, İnönü Stadı'nda, açık havada oynanmıştı. Yağmur başlayınca bir maçı apar topar Spor Sergi'ye almışlardı. Final bile olabilir, tam hatırlamıyorum hangi maçtı.

Ahmet Kurt: Çocukluğumuzda Sergi Sarayı Galatasaray-Fenerbahçe maçlarında hıncahınç dolardı. O zaman Beşiktaş yoktu pek. Ferhan Barazlar, Şengün Kaplanoğlular… Ölürdük.

Hüdai Budanur: Spor Sergi'ye bakan adama rüşvet götürürdük; baklavadır, tatlıdır... Yeter ki bize salonu açsın da antrenman yapalım.

Fehmi Sadıkoğlu: Maç günü herkes en şık kıyafetlerini giyer ve kız arkadaşlarıyla Spor Sergi'ye gelirdi.

Ahmet Kurt: Teknik Üniversite maçları... 1960'ların sonlarında akarlardı; basketbol ilk kez öyle oynanmaya başlanmıştı. Muhteşem bir takımdı: Reşat Güney, Kemal Erdenay... Müthiş bir temaşa zevki. "Teknik Teknik zıp zıp, bombalasi, bombalasi" diye bir tezahürat duyardık hep. Nereden buldularsa artık…

Kemal Erdenay: Erdoğan Karabelen benim yengemin kardeşi, hem atlet hem de milli basketbolcuydu. Onu izlemeye giderdik hep. Doğanspor'la da Türkiye Gençler Şampiyonası'na gelmiştim. Spor Sergi'de ilk basketbol oynadığım turnuva onlarlaydı.

Fehmi Sadıkoğlu: Basketbol topları da futboldaki gibiydi. Dikişli, kontrolü zordu.

Cem Akdağ: 60'ların sonundaydı ilk gidişim. Cam potayı gördüğümü ve çok şaşırdığımı hatırlıyorum.

Yalçın Granit: Türk oyuncular topu ellerinde tutmayı pek severdi. Top ellerine âdeta yapışık gibiydi, vermeye kıyamazlardı. Bu husus da takım oyununa, basketbol tekniğine en büyük darbeydi. Sür'atli oynamamız gerekirken dururduk... Müdafaa hususunda ise tembelliğimiz, yakamızı hiç bırakmamıştır. "Vatan, millet" konuşmalarıyla bu gedik örtülebildiği kadar başarılı olunmuştur.

Kemal Erdenay: Uzun süre parke yoktu. Milli maçlar, lig maçları uzun süre asfalt zeminde oynandı. Rahmetli Osman Solakoğlu, 70'li yıllarda o asfaltın üzerine parke döşettirmişti. 6-7 cm kalınlığında, blok blok taşınmıştı o parkeler. Şartlar iyiye gidiyordu yani...

"3 Mayıs ile 11 Mayıs 1981 arasında, dokuz günde sekiz maçlık bir maraton... 'Çalenç Turu' işte buydu." -Yiğiter Uluğ

"3 Mayıs ile 11 Mayıs 1981 arasında, dokuz günde sekiz maçlık bir maraton... 'Çalenç Turu' işte buydu." -Yiğiter Uluğ

3 | Kuşlar & Duşlar

"Aşağıya tüyler samanlar dökülürdü..."

Pete Williams: Spor Sergi'yi gördüğümde inanamamıştım. Yani, kötü anlamda. Şartlar korkunçtu. Minicik soyunma odaları vardı.

Tamer Oyguç: Hepi topu iki duş, bir tuvalet...

Erman Kunter: Herhâlde toplasan 20 metrekare bir yerdir. İki duştan birinin şöyle bir özelliği vardı, suyu çok ince akardı.

Mehmet Baç: Malum, seksenlerin başı. Ülkede darbe olmuş, petrol krizi var. Sıcak su nimet. Antrenmanı yapar, soyunma odasına iner ve duşta kaderinize razı olurdunuz. Buz gibiydi su.

Pete Williams: Yerler pek temiz olmazdı ve asla çıplak ayakla oraya basmak istemezdiniz.

Larry Richard: 20 saniye. Yanlış anlamayın, duş süreniz bu.

Ahmet Kurt: Duşlarda iki tip su akardı. Buz gibi soğuk suda duş alırdınız ya da haşlanırdınız. Gerçekten çok sıcak bir suydu o. Püf noktası da yanda duş alan adamdan geçerdi. Yandaki kapatınca, ısınamaz ve donardın. Yandaki açınca ona normal su giderdi sen bir anda yanardın.

Tamer Oyguç: Beyni delinen insanlar tanıyorum. Çömezler girerdi duşa ilk. Onlar suyu test eder; ideal sıcaklığı arar, bulamaz ve hayati tehlikeyi atlattıktan sonra duşu teslim ederlerdi.

Rüçhan Tamsöz: Salon anormal soğuktu. Odalarda, kazan dairesinin yakınlarında ısınmaya çalışırdık.

Erman Kunter: Soyunma odası çok sıcak, salon felaket soğuk. Fin Hamamı etkisi yani. Parkeye çıktığın an bir tuhaf olurdun.

Mehmet Baç: Sıfır derece? Belki, eksi bir? Bu derecelerde oynanırdı basketbol.

Scott Roth: Dışarısı daima salondan daha sıcak olurdu...

Levent Topsakal: Isıtamıyorlardı bu salonu. Olmuyordu yani.

Efe Aydan: Herkes antrenmanı eşofmanla yapardı. Şortla çıkmak ihtimal dâhilinde değildi. Eller çatladığı için krem kullanılırdı, topla idman başlayana kadar eldiven takılırdı.

Tamer Oyguç: İki eşofman üzerine forma giyerdik. Robocop stili.

Pete Williams: Bir arkadaşınızın ağzından duman çıkmadığını gördüğünüzde kolaylıkla yanına gidip, "Ne oldu? Bir sorun mu var?" diyebilirdiniz. "HOHHH" yapıldığında duman çıkması bir Spor Sergi klasiğiydi.

Necati Güler: Yapboz stiliydi parkeler. Asfalttan dönüştürüldüğü için sahanın bazı kısımları boş kalmıştı, sektirdiğinde top geri gelmezdi. Guard'ların fiziki şartları çok iyi bilmesi gerekirdi; zira Avrupa maçlarında salonu tanımayan rakip kısayı 'ölü noktalara' yönlendirmek bir avantaj idi.

Erman Kunter: Kaymalar olurdu parkede. Eyüp Abi vardı salonla ilgilenen, parkelerde boşluk oluştuğunda o birleşim yerlerine çiviyi çakardı. Tabii, ne kadar sağlıklı bir renovasyon yöntemi, tartışılır…

Tamer Oyguç: Her bir dört köşesi çerçeve gibiydi. Köşelerde de acayip sekerdi top.

Mehmet Baç: Boşluklar olurdu. Bazı yerlere 'ayak giriyor' derlerdi hatta, ben hiç görmedim...

Erman Kunter: Salon camlarla kaplıydı ya; onların sürekli çatlaması, kırılması bizi etkilerdi. Bazı günlerde rüzgâra karşı oynardık.

Efe Aydan: Şekerspor'da Nadir Vekiloğlu, İTÜ'de de Reşat Güney ülkenin en iyi şutörlerinden ikisiydi. Salonda maçtan önce konuşuyorlar; Reşat Abi gidip diyor ki Nadir Abi'ye, "Oğlum, yukarıdaki cam kırık. Top hafif sağa kaçıyor. Aman, atarken dikkat et" diyor. Sonra bakıyorlar, Nadir Abi'nin bütün şutlar sağa gitmiş...

Yalçın Granit: Spor ve Sergi Sarayı'nda iki pota birbirinden farklıydı. Kapıya yakın olan öne eğikken diğerinin ise ucu yukarıya doğruydu ve ona şut sokmak zordu.

Remzi Dilli: Çemberler hidrolik değil, sonradan yapıyor Osman Solakoğlu. Bir pota alçak, diğeri yüksek...

Tamer Oyguç: Tribünün arkasından potaya bayağı dokunurdu insanlar. Potayı sallarlardı ve sen o şartlarda atardın.

Scott Roth: Salondaki duman bulutu beni hep şaşırtırdı. Âdeta bir bomba patlamış ve tüm dumanı salona dolmuş gibiydi…

Ahmet Kurt: Üst kattaki izleyiciler için üçüncü maç, günün son maçıydı. Yani, öyle bir duman bulutu olurdu ki üçüncü maçtan sonra yukarıda oturan kimse göremezdi sahayı.

Cem Akdağ: Bobby Knight'ın da böyle bir anısı var Avrupa'daki salonlarla ilgili. Belgrad'a gidiyor, maçı izlemeye çalışıyor ama kesif bir sigara dumanı salonu kaplamış. Spor Sergi'nin de aşağı kalır yanı yoktu.

Tamer Oyguç: Sigara dumanını eleştirenler olacak ama o salonun insan nefesiyle ve dumanla ısındığını yabana atmayalım.

Harun Erdenay: Beşiktaş-Eczacıbaşı maçlarında duman miktarı inanılmazdı. 15-16 yaşındaydım o zamanlar, hep tribündeydim. Sis bulutları geçerdi üstümüzden.

Mehmet Baç: Tavan akıttığı için hafta içinde parke üstüne tenekeler konulurdu. Şıp şıp damlardı sular.

Tamer Oyguç: Tavan zaten Kuş Cenneti gibiydi. "Ciiik, ciik, cik cik" sesleri eşliğinde kuşlar oynaşır, parkeye tüyler samanlar falan dökülürdü. Yuvaları da tepedeki üç lambanın tam ortasındaydı.

Harun Erdenay: Kuşlar devamlı uçardı. Kırık camlardan içeri giren güvercinler, böyle dört-beş tane...

Pete Williams: Çok komikti. Düşünün salonda basketbol oynuyorsunuz; hop, tepeden kuş geçiyor. Hop, bir tane daha..

4 | Sosyete

"Abi şimdi kız orada oturuyor..."

Ahmet Kurt: Cemal Reşit Rey'i karşına aldığın zaman sol taraf Teknik Tribünü'ydü. Orta taraf Galatasaray ile Beşiktaş'a aitti. Bayrak direklerinin sol tarafı Fenerbahçe, yanda da Moda, Sosyete Tribünü.

Levent Topsakal: Tarafsızlar için Sosyete denen bir bölüm vardı. Orada bağıran olmazdı.

Erman Kunter: Pota arkasındaki gişelerin, kapının o taraf... Orası İstanbul'un en hoş hanımlarının ve gece hayatı en hızlı gençlerinin rağbet ettiği bir yerdi.

Efe Aydan: Basın tribünü de oradaydı. Nezih maçlar oynanırdı. Bazı tansiyonu yüksek rekabetler haricinde polis geldiğini bile hatırlamıyorum salona. Seyirciler yan yanaydı ve birbirlerini tanırlardı.

Erman Kunter: Babamın birkaç tane fotoğrafı var, takım elbisesiz insan yok tribünlerde. Sanki bir klasik müzik konserine veya bir baloya gider gibiler. Kadınlar şapkalı; takım elbiseler, kravatlar, saçlar geriye taranmış...

Hüdai Budanur: Nişantaşı sosyetesinden gelirler, pota arkasında otururlardı. Oynarken bir gözümüz de onlarda olurdu.

Remzi Dilli: Abi şimdi şöyle bir durum da var, es geçmeyelim. Kız arkadaşını maça getiriyorsun, oturduğu yer Sosyete; bir başka oynuyorsun ya o pota altında… Mücadele farklı, karizma farklı. Dikkat edilirdi bunlara.

Ahmet Kurt: Salonda en ön sıralardan biri Siyavuş ailesine aitti. Aydan Abi'nin babası Ali Siyavuş, eşi Utaret ile orada otururdu. Yanlarında da Emine vardı, Aydan Abi'nin dadısı… Yeri belliydi onların. Herkes bilirdi.

Necati Güler: Utaret Hanım'ın karizması başkadır. Koskoca Beşiktaş tribünü, "Babaaaanneeee, babaaaannneee" diye tezahürat yapardı ona.

Rüçhan Tamsöz: Çekip kaldırılabilir tribünlerdi. Anahtarınızı falan düşürdüğünüzde arkadan girip aramak ayrı bir maceraydı.

Ahmet Ayırkan (Kantinci): Tribünler portatif, altları boş. Gün sonunda oraları dolaşırdık. Maçta düşürülen bozuk paralar, cüzdanlar, altınlar... Muzo bizi kovalardı "Ganimet benim" diye.

Muzaffer Aydın (Görevli): Ben o dönem bekârdım. Spor Sergi'de kalırdım.

Rüçhan Tamsöz: Fenerbahçe maçlarında çok dolardı salon. "Sarı-Lacivert-Şampiyon-Fener" diye bir bağırırlardı; tezahüratın şiddetinden yukarıdaki boyalar 25-30 santimlik kalıplar şeklinde kâğıt gibi süzüle süzüle parkeye inerdi.

Larry Richard: Taraftarlar parkeye o kadar yakındı ki... Bazen büyük rakiplere karşı oynarken sağır olurdunuz.

Ahmet Kurt: Beşiktaşlılar için Eczacıbaşı maçları mühimdi; bir-iki saat önceden dolardı salon. "Dertleri zincir yaptım, birbirine ekliyorum; Eczacı'ya koymak için saat 5'i bekliyorum" diye bağırırlardı saatlerce.

Remzi Dilli: Pek tabii, dönemin popüler tezahüratlarından biri de "Hapçı ilaççı i.ne Eczacıbaşı" idi…

Efe Aydan: Onu duymak beni rahatsız etmezdi. Keyif alırdık hatta, motive olurduk. "Aslan Eczacı" deseler belki o kadar iyi oynamazdık.

Fehmi Sadıkoğlu: Beşiktaş seyircisi tozuttuğunda telefonla polis çağırılır, müdahale edilirdi. Eczacı tarafının bir noktadan sonra emniyetten sürekli polis talep ettiğini hatırlıyorum.

Tom Davis: İlk günlerimde, "Yankee Evine Dön" diye bağırmışlardı. Fenerbahçe maçıydı. Politik biri değildim. 'Yankee' kelimesinin Türkler için ne anlama geldiğini bilmiyordum. Kısa süre sonra böyle bağırmaktan vazgeçtiler. Onların 'Tom Amca'sı oldum.

"Politik biri değildim. 'Yankee' kelimesinin Türkler için ne anlama geldiğini bilmiyordum. Kısa süre sonra onların 'Tom Amca'sı oldum." -Tom Davis

"Politik biri değildim. 'Yankee' kelimesinin Türkler için ne anlama geldiğini bilmiyordum. Kısa süre sonra onların 'Tom Amca'sı oldum." -Tom Davis

Efe Aydan: Biz hep siyah ceket, açık kahverengi pantolonlarla, jilet gibi dolaşırdık. Oynamadığımız maçları dahi tribünde birlikte izlerdik. Kudururdu Beşiktaşlılar.

Tom Davis: Yine bir Fenerbahçe maçında eşim ve altı yaşından küçük üç çocuğum tribündelerdi. Tansiyon yüksekti. Devre sonuna doğru, bir yangın çıktı. Toz duman oldu her taraf. Beşiktaş taraftarları kendi durumlarını bir kenara bırakıp, çocuklarımla ilgilenmeye karar vermişti. En ön sıradan, en arka sıraya kadar ellerini havaya kaldırıp çocuklarımı birer birer güvenli noktaya, yani koridora ulaştırmışlardı. Ben de saha içinden anbean çocuklarımın tribünde yükselişlerini izlemiştim.

Ahmet Kurt: İki takım aynı yerde, seyircilerin arasında ısınırdı. Kafeteryanın orada Fenerbahçeli ve Galatasaraylı birlikte, taş üstünde iterdin duvarı.

Rüçhan Tamsöz: Hep "Ayran-pide-meyve suyuuu" diye dolaşan bir abimiz vardı.

Cem Akdağ: Çok sıkış tepiş, oturduğumuz yerlerden geçiş ihtimali yok. Devre olmuş ve o adam elinde sepetle insanların üzerinden geçerek pide veriyor.

Ahmet Kurt: Pide de tahta ama. Bir ısırdığında, dişin kırılır.

Ahmet Ayırkan: Tribünlere girerdik maç sırasında sepetle satış yapmak için. Arada da dayak yerdik görüş açılarını kapatıyoruz diye.

Yiğiter Uluğ: Yukarıdan alırsan tamam ama aşağıdan almaya çalışırsan geçmiş olsun; tahta yersin.

Efe Aydan: Girişin altındaki kantin güzel yerdi. Seyirciyle sporcu yan yana, tostunu alıp ayranını içerdin.

Fehmi Sadıkoğlu: Kalabalıkla aynı yerden geçip salona girerdik. Fenerbahçe veya Galatasaray seyircisi fark etmez; "Fehmi geliyor, aç yolu" denirdi, geçerdik. O kadar kaliteliydi basketbol seyircisi.

Ahmet Kurt: Kuyruklar Radyo Evi'ne, Harbiye'ye kadar giderdi dolu maçlarda. O zamanlar birini yanında maça sokmak, ona piyango bileti vermek gibi bir şeydi, kuyruğun sonunda biri seni görür, "Bilmiyorum, yapabilir miyiz ya" falan dersin.

Rüçhan Tamsöz: Eczacıbaşı'nda oynarken, Fenerbahçe-TOFAŞ gibi büyük maçları izlemeye gideceksem salona nasıl gireceğimi düşünürdüm. Çok sıra olurdu.

Cem Akdağ: Hele 1981'deki Çalenç Turu maçlarında, tribünlere girmek imkânsızdı… Türkiye'nin yarısı ekran başında, diğer yarısı da Harbiye'deydi.

5 | Çalenç

"Zirvesidir Spor Sergi'nin..."

Yiğiter Uluğ: 1981 özel bir yıldı ülke basketbolu adına. 5000 kişilik kapasitesinin neredeyse iki misli insan almıştı içeriye Spor Sergi.

Aytek Gürkan: "Biz bu salonda her maçı kazanabiliriz" diye ciddi ciddi düşündüğümüz ilk turnuvaydı sanırım. Avrupa Şampiyonası Elemeleri'ydi bu. Spor Sergi'deydi, aklımıza 'Çalenç Turu' diye kazımıştık...

Efe Aydan: Türkiye'nin tek televizyon kanalı TRT, naklen veriyordu maçları. Tarihinde de ilk kez renkli yayın yapma kararı almıştı, bu turnuvaya özel.

Erman Kunter: Maçka Oteli'nde kamp yapıyoruz. Antrenmana yürüyoruz, maça yürüyerek gidiyoruz. Benim de o dönem menisküslerimde problem var; milli takım masörü Osman Bektaş dizime bir kortizon iğnesi vuruyor. Çalenç Turu'nda oynamayı çok istiyorum, o yüzden çıkıyorum ilk maçta Belçika karşısına. Çok iyi bir ilk devre oynuyorum, maç sonunda da faul çizgisine gidiyorum. 2/2 atıyorum, bir sayı farkla kazanıyoruz ilk maçı.

Tamer Oyguç: Osman Abi de alternatif tıbbın sıkı bir takipçisiydi. ABD'den getirdiği 'Red Hot' kremi vardı, acı biber karışımı, maç öncesi sürdüğünde canını çok yakardı. Spor Sergi'de ihtiyaç vardı çünkü salon soğuktu ya, Bengay etki etmezdi. Kırmızı biberli kremle ısınabilirdin.

Yiğiter Uluğ: Neyse işte; 3 Mayıs ile 11 Mayıs 1981 arasında, dokuz günde sekiz maçlık bir maraton… Belçika'dan sonra İngiltere'yle oynuyoruz, maç yakın geçiyor, kaybediyoruz.

Remzi Dilli: Sonra bir Finlandiya maçı var...

Yiğiter Uluğ: Isınmayı izliyoruz. Sapsarı bir adam, Timo Saarelainen, sol dipten turnike adımlarıyla geldi sol eliyle panyayı tuttu; diğer eliyle zank diye içine vurdu. "Hönkk" diye kaldık.

Efe Aydan: Maçta geriye düştük, mola alındı, beni de Erman ile Aytek kenara çektiler. Erman dedi ki: "Oğlum tamam iki sayı gerideyiz de sen sıcaksın, bütün maç iyi oynadın. Aytek sana verecek, sen de saha çizgisinin bir metre içinden topu direkt potaya atacaksın." Ulan düşünüyorum şimdi, hakikaten tam da öyle oldu. Ben basketi attım, uzadı, sonra da kazandık.

Remzi Dilli: Efe Abi'nin omuzlarda olduğu, bayraklı meşhur fotoğraf da o maçtandır. Ne top oynamıştı ama…

Yiğiter Uluğ: Fin maçından sonra Macarları bir sayıyla yeniyoruz, Yunanistan'a bir sayıyla kaybediyoruz. Hatta o maçta skorboard bozuluyor; süre gözükmüyor. Geride gidiyoruz uzun süre, maç sonu yaklaşıyoruz, fark bire iniyor falan derken bizim seyirci sevinçten çılgına dönüyor son bölümde… Eşzamanlı olarak Yunanların da sevindiği görülünce anlaşılıyor ki süre bitmiş. Biz bir sayıya indirmişiz farkı ama sürenin farkında değiliz tabela bozuk olduğu için. Sonra, olaylı Batı Almanya maçı… Bitime az kalmış, iki sayı gerideyiz ve Erman serbest atış çizgisinde.

Erman Kunter: DPA muhabiri var, Alman bir gazeteci. Tam pota altına konuşlanmış. Ben atışları kullanacağım, adam pota altından flaş patlatıyor gözüme. Dikkatim dağılıyor, kaçırıyorum, kaybediyoruz bir sayıyla.

Yiğiter Uluğ: Ali Kazaz da deri ceketiyle sahaya inmiş, muhabiri sıkıştırıyor. Dövecek adamı. Acayip de bir atmosfer var zaten; galip gelinen maçlardan sonra Taksim'e hep beraber Gençlik Marşı söylenerek yürünüyor, insanlar sahiplenmiş takımı, basketbolu. Medyanın, insanların da çok tepkisi olmuştu o olaya.

Efe Aydan: Kalan iki maçta Hollanda ve İsveç'i yenip şampiyona biletini almıştık. Hatta son gün, yani İsveç'i yendiğimiz maçtan sonra da İskandinav takımlarının bana ilgisi olmuştu. "Gel sana ev, araba verelim. Burada yeni bir hayata başlarsın" demişlerdi, o bir-iki yıllık periyotta. Ama ben Fenerbahçe'ye söz vermiştim 1982'de, gidemezdim. Kontrat bozmak, sözden dönmek yoktu o zamanlar.

Aytek Gürkan: Film artistleri gibiydik. Moda'da yürüyemez olmuştum. Herkes imza istemeye gelirdi, kızlardan yüzlerce mektup alırdım. Yolda çevirdiklerinde insanlar, "Bizi öne geçiren basketi sen attığın için oğlumun ismini Aytek koydum, Efe atsa Efe koyacaktım" diyorlardı.

Ahmet Kurt: Spor Sergi Sarayı'yla özdeşleşmiş bir hadisedir Çalenç Turu. Salonun doruk noktasıdır, zirvesidir.

Aytek Gürkan: Öyle ki, 1981'de kısa bir dönemliğine basketbol, Türkiye'de futbolun önüne geçmişti. Bir numaralı spor olmuştuk. Herkes basketbol konuşuyor, her çocuk sokakta basketbol oynuyordu. TRT sayesinde; Beyaz Gölge'yle, Spor Sergi'yle…

6 | Skorboard

"Drazen senin Mehmet"

Necati Güler: Şimdi kalkıp da 'Unutulmaz maçlar' listesi yapsak, illa bir şeyler eksik kalır. Doğaldır da.

Yiğiter Uluğ: 1981'in sonlarına doğru oynanan Eczacıbaşı-Partizan maçında Moka Slavnic'in akıl almaz bir performansı vardı. Sahada ne istediyse yapmış, çevresindeki dokuz oyuncuyu sanki ona görünmez iplerle bağlı gibi göstermiş, Eczacı'yı dağıtmıştı.

Yalçın Granit: O dönemlerde Yugoslav basketbol kamuoyu ikiye ayrılmıştı. Bazıları için Slavnic, hâlâ eşi emsali bulunmaz bir oyun kurucu, bir sihirbazdı. Diğerine göre ise yaşı 35'e merdiven dayamış, topları daima kendinde toplayıp katleden bir basketbol celladıydı... Peki, Spor ve Sergi Sarayı'nda o gün maçtan sonra bir oylama yapılsaydı hangi taraf baskın çıkardı? Herhâlde birincisi…

Ahmet Kurt: Benim için Beşiktaş'ın ilk şampiyonluğunda Galatasaray'ı geçtiğimiz kritik maç ve Aydan Siyavuş'un çalıştırdığı Kadıköyspor'la Karşıyaka'yı yenip 1. Lig'e çıktığımız gün unutulmazdır.

Cem Akdağ: Aydan Abi, hakikaten çoluk çocukla birinci lige çıkmıştı. Double team yapan, araya girip topu çalıp turnike atan, baskılı oynayan bir takım. Ben ilk kez Siyavuş'un Kadıköyspor'unda görmüştüm bunu. Ahmet, ilk maçı kaçla kaybetmiştiniz?

Ahmet Kurt: Karşıyaka'da 30 sayıyla yenildik, Spor Sergi'de 35'le kazandık. Karşıyaka'da koca koca adamlar oynuyor. Bando Sezai var, maçı farklı kazanmak istediğimizden bizim sahaya geçirmemeye çalışıyoruz bunları. Bando, 30 yaşında, kavgacı bir adam. "Aliiiii, ulan bu moruğun geçmesine nasıl izin verdin" diye bağırmıştım ilk yarı bitmeden. Meğer Bando duymuş bunu. Devrede soyunma odasının kapısına küüüt diye bir tekme, "Moruk diyen p.çi verin bana" diyor Bando.

Remzi Dilli: İTÜ'ye karşı oynuyorum. Zeki Tosun'la eşleşmişim, sürekli vuruyor bana. Battal Abi'den (Durusel) bu konuda eğitim almışım ama daha birinci aşamadayım. Bir vuruyorum, iki belki, üç olmuyor. Zeki Abi'yle yine itişiyoruz bir yerde, gitti bana tokat attı. Ben de, "S.ktir" dedim.

Yiğiter Uluğ: Ooooooo…

Remzi Dilli: Battal Abi'den şunu öğrenmişiz; yüze vurmak yok, kasıklara inmek yok, dirsek gelsin ama tokat yok. Merdivenlerden soyunma odasına doğru birlikte iniyoruz, Zeki Abi saydırıyor bana arkadan. Kemal Abi (Erdenay) geldi, "Zeki, çocuğa dokunma, hatalı olan sensin. Suratına vurdun çocuğun" dedi. "Hadi git sen de özür dile Remzi" deyip ayrıldı yanımdan. Ben gittim, özür diledim Zeki Abi'den. Sarıldık, o daracık merdivenlerden aşağı birlikte indik.

Ahmet Kurt: Ya onu bunu bırak da, benim bu Bando'ya yakalanmadığım iyi olmuş…

Mehmet Şenova: 1985'teki GalatasarayCibona maçında Drazen Petrovic gelmişti Spor Sergi'ye. Fehmi Sadıkoğlu bizim antrenörümüz; maç öncesinde sohbet hâlindeyiz, "Mehmet, ben düşündüm taşındım. Bu takımın en atletik adamı sensin. Başka kimse tutamaz Drazen'i" dedi bana. Maça dakikalar var yani, insan bunu bir gün önceden falan söyler… Ben de pek hazırlanamamışım maça. Başladım ilk 5'te, adamı tutmaya çalıştık sağdan geçti, soldan geçti. Beş dakika geçmeden kenara geldim, moralim çok bozulmuştu. Turgay denedi savunmayı olmadı, Cem denedi, Okan tutmaya çalıştı… 38 attı, gitti.

Mehmet Baç: "Bu ne oyuncuymuş ya" demiştik birbirimize. 20 yaşında falan o zaman.

Mehmet Şenova: Benim için komik olan, ertesi gün gazetelerin bana üç yıldız vermesiydi. Üçlük çizgisi yeni konulmuş o dönem, ben de iki tane atmışım. Herhâlde o yanılttı medyamızı...

Yiğiter Uluğ: Juan Antonio San Epifanio'nun mükemmel oynadığı Efes Pilsen-Barcelona maçı vardır 1983 yılından. Uzun bir süre şut kaçırmamış, ilk kaçırdığında da Spor Sergi tribünlerinden alaycı bir alkış yükselmişti.

Aytek Gürkan: Benim sakatlıktan döndükten sonra oynadığım ilk maçtır o. Barcelona'yla üç yıl önceden kalan; kapanmamış ve kapanmayacağını da bildiğimiz bir hesap vardı. Mahmut Uslu'nun antrenör olduğu dönem, biz ilk maçta bir çıktık Barcelona'da sahaya adamlar çok uzun, ürktük, 40 oldu maç. Döndük memlekete. Mahmut abi diyor, "Burası Spor Sergi. Vururuz biz" sen de karşılık olarak, "Abi nasıl?" falan filan diye cevap veriyorsun, yine 40 oluyor zaten maç. Devasa farklarla kaybetmiştik iki maçta da. Epi'den üç yıl önce…

Necati Güler: Eczacıbaşı-Maccabi eşleşmeleri benim aklımda yer etmiştir. Nejat Bey için o aralar saha kenarına özel sandalye konulmuştu; Jack Nicholson gibiydi böyle.

Yiğiter Uluğ: 80'lerin ortalarındaki Fenerbahçe-Galatasaray rekabeti ve final serisinde de tansiyon çok yüksek olurdu…

Efe Aydan: İsa Ertürk vardı Fenerbahçe'de. Ali Şen, onu Mersin İdman Yurdu'na satıp gelen bonservis parasıyla basketbol takımı kurmuştu. Bizim paralar hep öyle ödendi. Maalesef şampiyon olamadı o takım, ben de 1986'da ayrıldım zaten.

Aytek Gürkan: 1988'de ben Çukurova'dayım. Larry Spriggs gelmiş takıma, Pat Riley'nin Showtime Lakers'ının öyle ya da böyle parçası olmuş, NBA şampiyonluk yüzüğü olan bir oyuncu. Bizden önce de Real Madrid'de oynamış, çok büyük transfer. Macaristan'da birlikte sezon öncesi kampı yaptık, ardından da Mersin'de hazırlık turnuvalarına katılıyoruz… Rakip Eczacıbaşı, onların yeni transferi de 30 bin dolara gelen ABD'li Larry Richard, maçtan önce bizim soyunma odasına uğradı. Elinde boş bir kağıt, yanında da kalem var. "Çok heyecanlıyım sizinle oynayacağım için" dedi ve imza istedi Spriggs'ten. Adamcağız da sinirlenip, "Ben burada ne arıyorum" dercesine somurttu, vermedi imzayı. "Çık git, maç sonu alırsın imzanı" diye çıkışmıştı.

Erman Kunter: Yahu, santradan üçlük atmıştı bize karşı, Spor Sergi'de…

Pete Williams: Herkes bizim şampiyon olacağımızı düşünüyordu o sezon.Yarı finali çok dramatik bir şekilde kaybetmiştik Çukurova'ya…

Aytek Gürkan: Mersin'de ilk maçı kazanıp gelmiştik Spor Sergi'ye. Pek dostane değildi ortam; son bölüme de 57-57 eşitlikle girdik. Top bende, dripling yapıyorum, Aliço kesti. Kenardan çıkaracağız, bitime beş saniye falan var. Spriggs orta saha civarında aldı topu, fırlattı ve top çemberden içeri girdi: 57-60. Fakat maç bitmemişti daha; iki saniye civarı bir süre varken bizim bütün bench dâhil herkes soyunma odalarına koşmuştu. Bir anda da Fenerbahçe taraftarının tamamı sahaya indi. Arkamdan itenler, yumruklayanlar… Sahada tek ben kalmışım. İçeri gitmeye çalışıyorum kalabalığı yararak; tam o sırada Fenerbahçe'den Baba Necdet'i (Ronabar) gördüm. Baktım bizim takım menajerini boğazından tutmuş, sıkıştırıyor. Necdet; iri, güçlü bir adam ve biraz ağır abi gibi ama benim eski takım arkadaşım Efes Pilsen'den. "Oğlum, ne yapıyorsun ya?" dedim. "Aytek baksana şuna 'Koyduk mu? Koyduk mu?' diyor." Halbuki orada adamın boğazı sıkışmış, "Ko-koko" diye ses çıkıyor, "KOŞUN!" demek istemiş. Neyse, durum kontrol altına alındı sahada, biz içeriye gittik. Ama çıkmamız 2.5-3 saat civarını bulmuştu Spor Sergi'den. Fenerbahçe'nin o dönem Çukurova'ya 2-0 elenmesi büyük olaydı.

Levent Topsakal: Deplasmanlı lige geçildiğinden beri Fenerbahçe'nin şampiyonluğu yoktu. Yani 25 senelik bir dönemden bahsediyoruz. 25 yıllık hasret, 1990- 91 play-off'unda bitti. TOFAŞ'a karşı Spor Sergi'de oynanan final serisinin ikinci maçını, Harbiye'ye kadar uzanan kuyruğu, gökyüzünden yağan kırmızı karanfilleri o yüzden hiç unutmadım. Nasıl unutabilirim ki?

"Eczacıbaşı'nda hep siyah ceket, açık kahverengi pantolonlarla, jilet gibi dolaşırdık. Kudururlardı." -Efe Aydan

"Eczacıbaşı'nda hep siyah ceket, açık kahverengi pantolonlarla, jilet gibi dolaşırdık. Kudururlardı." -Efe Aydan

7 | Mühür

"Belki ben de eskiden basket oynamış olsam..."

Necati Güler: NBA'den haber geldi; dediler ki bizim bir antrenör kliniği yapma planımız var, bunu 1992 Final Four organizasyonuna entegre edebilir miyiz, "Hay, hay" dedik. Ben de federasyonda çalışıyorum o dönem, çok istekliyiz. Abdi İpekçi'nin yanına Spor Sergi'yi eklemiş olduk; "Kliniği burada yapalım" dedik.

Yiğiter Uluğ: Spor Sergi'nin son sportif faaliyetidir bu organizasyon. Calvin Murphy, Bill Walton, Hubie Brown ve Jack Ramsay gibi çok saygın basketbol adamları gelmişti. Kim Bohuny, o dönem NBA'de klinik organizasyonlarının sorumlusu, ben de ona yardım ediyordum. Makas mı lazım, koşuyorum. Koli mi açılacak, ben oradayım...

Necati Güler: Calvin Murphy, "İyi şut atmak için ne lazım?" diye sormuştu. Herkes cevap veriyor; el, bilek, kol. "Hayır" dedi, "İyi pas almak lazım." Hubie Brown'ın da neden sürekli baskılı savunma yaptırdığına dair soruya verdiği cevabı unutamam: "New York'un ortasında, on tane kısa boylu beyaz Yahudi'yle ne yapmamı bekliyorsunuz?" Satır arasındaki mesaj şuydu: "Dezavantajlı bir takımınız olabilir ama antrenör olarak bazı şeyleri değiştirmelisiniz."

Efe Aydan: Bill Walton da "Ey pivotlar; savunmacı, bacağını sizin iki bacağınızın arasına sokar" diyordu hep, "O anda o bacağın üzerine çömeliyormuş gibi yaparsınız siz de pozisyonunuzu kaybetmezsiniz." Allah kahretsin ki emekli olmuştuk. Az erken gelemedi Bill Bey...

Yiğiter Uluğ: Eski basketbolculardan Nedim Hoşgör'ün oğlu Özer'in Hubie Brown'ın kliniğinden atılışı çok gülümseten bir olaydır. Özer, çok yetenekli bir çocuk değil ve ezberci bir gençti. Her takımda şansını denemiş, olmamıştı. Brown'ın yapmasını istediği bir hareket esnasında çuvallayınca kapı dışarı edildiğini hatırlıyorum. "Hadi çık sen, çık" demişti hoca. Tarihte ilktir herhalde. Özer gitti, etkinlik bitti, Spor Sergi de bize kapılarını kapattı. Sonsuza dek…

Nurettin Sözen: Bizden önce Spor ve Sergi Sarayı, Beden Terbiyesi'ne bağlıydı. Bakımsızlıktan perişan hâle gelmiş, suyu akmadığı için soyunma odaları kullanılamaz vaziyetteydi. Elektriği de kesilmiş, tiyatro binasından elektrik çekilir olmuştu.

Muzaffer Aydın: Gençlik ve Spor Müdürlüğü olarak kiracıydık orada. İSKİ elemanlarını sürekli gönderip suyumuzu, elektriğimizi kapatmaya çalışan Nurettin Sözen'in ta kendisiydi.

İrfan Karakaş (Spor İl Müdürü): İstanbul'daki sporu ben idare ediyorum o zamanlar. 10 yıllık kira sözleşmesi 1991'de bitiyordu; aynı şekilde bir 10 yıl daha uzatılmasını bekliyorduk. Benzeri görülmemiştir; bizi zorbalıkla çıkarmaya çalıştılar.

Nurettin Sözen: Artık maç da yapılamıyordu zaten. Hukuki hakkımızı kullanıp geri aldık orayı.

İrfan Karakaş: Mühürlediler salonu. Ertesi gün İnönü Stadı'ndan işçileri aldım, mühürleri kopardık ve açtık yeniden.

Nurettin Sözen: Beden Terbiyesi'yle bir çatışmamız olmuştu o dönem...

İrfan Karakaş: Mehmet Ali Yılmaz'dı sanırım bakan. "İrfan müsaade etme girmelerine, oynansın maçlar" dediler. Önce belediyeyle görüşüp onları durdurdular ama sonra masaya oturup bu sefer bize "Çıkın" dediler.

Nurettin Sözen: Orayı kimin kullanacağına Belediye Meclisi karar verir, hükûmet bile karışamaz. Şehrin en güzel yeri orası, basket oynamak için yer mi yok?

İrfan Karakaş: Bir sürü spor branşında kullanılıyordu orası. Amatör sporcular için başka salon yoktu.

Levent Topsakal: Biz ayaklandık tabii haberleri duyunca. Kış soğuğunda üç yaşındaki kızımı da alıp sabah 9'da gittik o protestoya ama olmadı.

Nurettin Sözen: Protesto için el ele tutuşup Spor ve Sergi Sarayı'nın etrafında halka yaptılar. Ben Cerrahpaşa'lıyım, hocam Ali Uras bile oradaydı; sen meslektaşına nasıl yaparsın bunu?

Tamer Oyguç: Hepimiz katıldık o protestolara. Kendisini kapılara zincirleyenler bile vardı.

Nurettin Sözen: Ben bu sektörlerin üzerindeyim, halkın çıkarlarını hesap etmek durumundayım.. Başka yer yoktu. Kötü konuşanlar beni üzmüyor, çok doğru bir iş yaptığımı düşünüyorum.

Tamer Oyguç: Nurettin Sözen'in yardımcısı Atilla Yalçın benim eniştemdi. İkisine de yalvardım, "Bakın burası bir mabet, basketbol büyük yara alır" dedim. Nuh dediler peygamber demediler. Sonra eniştem küstü bana zaten, bir daha da konuşmadık.

Nurettin Sözen: Ben oraya bir eser daha yapayım da yine halka yapsınlar. O kadar verimli kullanılıyor ki orası artık... Her gün konser var, toplantı var, sergi var... "İstanbul'un en üretken mekânı hangisi?" deseler Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı'nı seçerim.

Efe Aydan: Nurettin Sözen biraz spordan anlasaydı; bugün orası duruyor olurdu. Çok ah aldı, neyse...

Nurettin Sözen: Basketçilerin bana kızmasını anlıyorum. Belki ben de zamanında basket oynamış olsam öyle reaksiyon verirdim. Kim bilir..

"1981'de bir dönem basketbol, Türkiye'de futbolun önüne geçmişti. Çok sürmedi tabii..." -Aytek Gürkan

"1981'de bir dönem basketbol, Türkiye'de futbolun önüne geçmişti. Çok sürmedi tabii..." -Aytek Gürkan

8 | Kültür

"Pink Floyd'çular ayrı bir cepheydi…"

Remzi Dilli: Ben hayata sol çerçeveden bakan biriyim. Bizim bütün değerlerimiz ya yok edildi ya da edilmeye çalışılıyor. Hep böyle oldu. Mabet niteliğindeki yapıların sonraki jenerasyonlar için önemini göz ardı etmek; yıkmak, yerlerine AVM koymak falan, çok kapitalist görüşler bunlar. Bugün gidin bakın Belgrad'a, Pionir diye bir salon var. Yenileri yapılıyor ama yıkıyorlar mı onu? Neden hâlâ basketbol oynanıyor orada? Çünkü salonun yanındaki o boktan kafede oturup bira içmeyi, sonra da basketbol izlemeyi, bir spor kültürü yaratmayı çok seviyor abi adamlar.

Ahmet Kurt: Sergi Sarayı'nın sigara dumanını, soğuğunu özlemiyoruz ki biz… Birleştirici ruhunu özlüyoruz. Galatasaray, Beşiktaş, Fenerbahçe'den başlayarak müessese kulüpleri dâhil, her takımın bir noktada evi olmuş bu salon. Var mı örneği?

Yiğiter Uluğ: Sabah 10'da başlayan maçlar; aynı gün içinde arka arkaya amatör küme, gençler, kızlar, birinci lig maçları… Sabah girdiğin salondan akşam 9'da çıkardın. Vapur Ahmet diye birini seyrettim ya ben, amatör kümenin en iyi şutörüydü. Bayağı göbekli bir herif, iki voleybol üç metre çizgisi arasında oynardı. Asla terlemez, asla koşmaz, kaldırıp attığını da sokardı. Tabii ki günümüzde basketbolun böyle bir ajandada oynanması mümkün değil ama biraz vizyoner yerel yönetimler olsaydı, salon renovasyonunda basketbol da kıyısında köşesinde, bir yerde kendine yer bulurdu.

Remzi Dilli: Erman Kunter'le altlı üstlü evlerde otururduk biz. O daha çok rock dinlerdi, ben biraz daha yumuşak… Rahmetli Battal Durusel öğretmişti bana müziği. Ustamdı benim. Alan Parsons Project, Kenny G, Shakti, Carlos Santana, Chick Corea, Eric Clapton... Pink Floyd'çular ayrı cepheydi; Erman üst katta Nazareth, Yes, The Who diye giderdi. Maçtan çıkılınca Yekta yapılırdı, sosyete tarafı biraz daha Divan & Swiss Pub ikilisine kayardı. Hidromel, Modül, Rejin dönemin diskolarıydı.

Erman Kunter: Battal Abi'nin evi Topağacı'ndaydı, hemen yukarı çıkarken sağ tarafta. Herkeste plakçalar yok ama Battal Abi'nin bir sistemi var. Herkes Led Zeppelin sevdiğini bilir ama Mahavishnu diye bir grubu vardı esas onun, hastasıydı. Cream'i ondan öğrendim. Birds of Fire, Open Country Joy… Remzi'yle konuşurduk saatlerce. Basketbolcular arasında öyle bir kültür de vardı.

Sinan Güler: Ben çok şanslı bir çocuğum. Spor Sergi'nin kokusunu alarak büyüdüm. Yaş grubumda da orada oynayabilmiş sayılı kişilerdenim. Nasıl tarif edeyim; orada maça çıkmak, sanki Space Jam'deki sihirli topa sahip olmak gibiydi. Hep böyle hissettim.

Orhun Ene: Bir ülkede basketbolun kaderi bir salona bağlıysa, bu da çaresizliği ve zayıflığı gösterir. Acı ama gerçek. Spor Sergi önemliydi, koruyamadık, çabalamadık bile.

Ahmet Kurt: Bu yazı vesile olur belki. Geçmişte küslükler olmuştur, hâlâ devam edenler vardır, neyse ne. Bir yerimiz olsun, hep birlikte bir arada vakit geçirelim diyoruz, değil mi… Bir Hall of Fame yapalım. Türk basketboluna özel. Bu bir lokal olur, başka bir yapıda olur, önemli değil. Yapalım. Politikadan bağımsız. Bize ait, dönemlik değil. Koyalım adını da Spor Sergi...

Ahmet Kurt: Bugün, bizim yerimiz, yurdumuz, hiçbir şeyimiz yok. WhatsApp gruplarında da toparlayamayız bunu. Spor Sergi vardı, yıkıldı. Abdi İpekçi vardı, yıkıldı. Nereye gideceğiz abi biz? Evimiz neresi?

110/110

Ahmet Kurt: Hüdai'yi tek başına bıraksan 40 dakikada 110 sayı atamaz. Üçlük de yok o devirde. "Boyalı alanın içine girme, bütün maç sen at sahada kimse yok" de, atamaz.

Hüdai Budanur: Milli takıma Galatasaray ve Fenerbahçe'den oyuncular çağırılıyordu hep. Antrenörümüz Yakovos Bilek de dedi ki "Biz Karagücü'nü zaten yeneriz. Protesto için taktik düşündüm." Fundamental'ım fevkalade, pivot adımları, jump shot'lar gözü kapalı... Formdayım. Bizim çocuklar tüm pasları bana veriyorlardı. İlk devre birkaç faul oldu; ya bilerek kaçırdılar ya da atamadılar. 110-56 galip geldik; bütün sayıları da ben attım. Koç şunu söyledi: "Böyle disiplinli oynamasaydık takım kaosa sürüklenir, rakip zayıf diye herkes atmaya kalkar ve belki 110 sayıyı bulamazdık."

Beste-Düzenleme-İcra

Yiğiter Uluğ: 1970'lerde Bornova Anadolu Lisesi öğrencisi olarak gelmiştim Spor Sergi'ye. Milliyet Liselerarası Müzik Yarışması içindi. 100 kadar öğrenciydik, ben de o grubun yaşça en küçüğüydüm sanırım. Atmosfer müthiş olurdu. St. Benoit ve Kadıköy Anadolu gibi iddialı okullar alt katları parsellemişti, bize de üst katlarda bir köşe kalırdı. İstanbul'daki okullar birbirleriyle dalaştığı için biz rahattık nispeten. Birbirlerinin orkestralarını yuhalarlardı; maksat işte jüri duymasın… Beste, düzenleme ve icra şeklinde ilerleyen üç dalda yapılırdı yarışmalar. Biz de düzenlemede ikinci olmuştuk.

Erman Kunter: Galatasaray Lisesi'ndeyken arkadaşlarımızı desteklemeye gitmiştik. Meşhur Moda Tribünü'nün tam karşısına podyum kurulurdu. Rolling Stones'dan Angie'yi çalmıştı bizimkiler.

Anılar, Hatıralar...

Tomrukçu: Basketbol topunu ilk defa Spor Sergi'de gördüm ama iki-üç ay gibi kısa sürede öğrendim. Madenci, tomrukçu olduğum için orta sahadan çok rahat atabiliyordum. / Muzaffer Aydın

Onunla başladı malzemecilerin ve salon çalışanlarının yarı sahadan şut atma geleneği. Hepimizi de yenerdi. / Rüçhan Tamsöz

Çay-Sigara: Erman Kunter, önce benim odada çay-sigara yapar, sonra maça çıkardı. Tamer Oyguç maçtan sonra sigara içer, pakedini bırakırdı bana. Marlboro ya da Parliament... Levent Topsakal keza. / Muzaffer Aydın

Matemarik: Zeynepgül ile lisede birlikte okuyorduk. Maç saatinden çok önce salona giderdik; matematik çalıştırdığımı hatırlıyorum ona Spor Sergi'de. Zeynepgül her şeyi benden daha iyi biliyor da iki dönem küçük olduğu için şanslıydım işte... / Orhun Ene

Cantona: Eşim Kıvanç Fenerbahçe'de oynuyordu. Bir gün onların maçından sonra Galatasaray'ın A Takım maçı varmış, taraftarları erken geldiler salona. Kıvanç çok sert oynardı, Galatasaraylılar da ona küfretmeye başladı. Gitti tribüne, Eric Cantona gibi çaktı birilerine. Şaştım kaldım ben tabii. / Murat Murathanoğlu

Curry: Avrupa'da hangi metropole gitsen bir Abdi İpekçi'yle karşılaşırsın. Dünyada binlerce var. Ama Spor Sergi bir taneydi. Tarihe uygun bir şekilde yenilenseydi, dünyanın en güzel salonu olarak tanınacaktı. Zamanında Michael Jordan'ın, bugün Stephen Curry'nin oynamak isteyeceği bir salon olacaktı. / Levent Topsakal

Mazgal: Efes Koraç Kupası çeyrek finaline çıkmıştı. Aydan Siyavuş, kaptan Taner Korucu'yu rakibin antrenmanına göndermiş. Kovdular tabii. "Gel kaptan" dedim. Yangın merdiveninden çatıya çıktık; mazgalları kaldırdım. Tepeden izledi onları. / Muzaffer Aydın

Socrates Dergi