Evlat

14 dk

Nihat Kahveci, Beşiktaş’ın altyapısından çıktı ve sonrasında soluğu Avrupa’da aldı. Kendisiyle Socrates Bistro’da buluştuk ve çocuk yaşta Fulya’da başlayan kariyerinin detaylarını konuştuk.

Beşiktaş A Takımı'na çıktığınızda “Minibüsle antrenmana giden yıldız” başlıklı haberler yapılıyordu. Kariyerinizin ilk günlerini siz nasıl hatırlıyorsunuz?

Bağcılar’da doğdum, ailemin imkânları kısıtlıydı. Kafamda da futbolcu olmak gibi bir fikir yoktu ama lisedeyken iyi top oynadığımı görenler “Sen neden futbolcu olmuyorsun?” dedi. Ben de Esenlerspor’a gittim. Orada iki sene oynadım. Beşiktaş’ın izleme komitesinden Rauf Başer beni beğendi ve kulübe çağırdı.

O zamanlar Fulya’daydık. Gidiş dönüşler kolay değildi. Bağcılar’dan Topkapı’ya minibüs, Topkapı’dan otobüsle Mecidiyeköy’e, sonrasında yokuş aşağı yürü, idman sonrasında yokuş yukarı çık... A takıma ilk yükseldiğim senelerde de böyle devam etti. Henüz para kazanamıyorduk. Araba alacak durumumuz yoktu. Hatta hiç unutmam, önemli bir gol attım, ertesi gün otobüste yanımda oturan adam gazetede manşetten beni okuyordu. Ben yanındaydım ama benden haberi yoktu.

Çok önemli oyuncular vardı o takımda ama John Benjamin Toshack size de şans veriyordu. Dikkatini nasıl çekmiştiniz?

O günlerde PAF takım, maçlarını A takımdan önce aynı sahada oynardı. A takım maç için stada geldiğinde biz de sahada olurduk yani. Toshack da bizi izlerdi. Herhâlde orada dikkatini çektim çünkü ben o dönem resmen uçuyordum! Forvettim, her maç gol atıyordum. Ama A takımı hiç düşünmüyordum. Kadroda Daniel Amokachi, Oktay Derelioğlu, Ertuğrul Sağlam vardı. Gerçi Ertuğrul Sağlam stoperdeydi, o nedenle beni fazla tedirgin etmiyordu! Toshack o dönem 6-7 kişiyi A takıma çıkardı. Çıkarmakla da kalmadı şans verdi. Şans elbet bulunur ama en önemlisi, hazır olup o şansı değerlendirmektir. Ben de bunu yaptım.

Toshack ile ilişkiniz nasıldı?

Gençleri çok seviyordu, bana da ayrı bir ilgisi vardı. İdmanlarda yürüyüşümü taklit ederdi. Yine de ben daha çok oynayabilirdim, hep sonradan oyuna giriyordum. Hatta Toshack’ın beni oyuna sokmadan 90 dakika boyunca ısındırdığı maçları bile hatırlarım. Yine de Allah ondan razı olsun...

Bir de şu var; 14 yaşında top oynamaya başladım, 16 yaşında Beşiktaş altyapısına gittim, 18’de A takımdaydım, 22 yaşında da Real Sociedad’dan teklif aldım... Benim için her şey çok hızlı gelişti.

İspanya’ya transfer süreciniz nasıldı?

2001 yılıydı ve Beşiktaş’ın ekonomik durumu çok kötüydü. Benim için 5-6 milyon Euro civarı bir teklif yapılmıştı ve o sıralar kulüpte kimse parasını alamıyordu. Takım arkadaşlarım bile her idmanda bana “Nihat, gözünü seveyim, git de paramızı alalım” diyordu. Buna karşın, Real Sociedad da lig sonuncusuydu. Çok riskli bir tercihti benim için. Gidip küme düşsem, belki kariyerim başka yöne evrilecek ve İspanya’da ikinci lig topçusu olacaktım.

Diğer yandan, kulübün altyapısından çıktığım için bana ayrı bir sevgi duyuluyordu. O sezon 13 maç kanatta oynamış, buna rağmen altı-yedi gol atmıştım. Taraftar gitmemi istemiyordu, “Real Sociedad ligin son sırasında, niye yolluyorsunuz?” diye kulübe tepki gösteriyorlardı. Zaten dedim ya, başta ben de gitmek istemiyordum. Gencecik yaşımda Beşiktaş’ta, Mehmet Özdilek ve Tayfur Havutçu’dan sonra kaptanlık mertebesindeydim. O güne kadar İstanbul’dan çıkmamış olmanın tereddüdü de vardı kafamda. Ama sonunda, beni zorla da olsa gönderdiler. İyi ki de öyle yapmışlar.

O dönem Türkiye’den çok az sayıda oyuncu Avrupa’ya gidebiliyordu. Giden de çok kolay adapte olamıyordu. Siz nasıl başardınız?

Benim için en zor olan, benden önce oraya giden Arif Erdem’in başarılı olamamasıydı. Onun arkasından ikinci bir Türk olarak ben geldim. Gelir gelmez de menisküs oldum. “Si” demeyi bile bilmezken, bir de Bask bölgesine, kendine ait dili olan bir yere gitmiştim. Tayfun Korkut’un orada olması çok önemliydi, bana çok yardım etti ama ilk altı ay çok zorlandım. O zamanlar nişanlıydım ve giderken nişanlım Pınar’a, “Ne olursa olsun dönmeyeceğiz, oraya adapte olacağız, kimseye ‘Nihat da döndü’ dedirtmeyeceğiz” dedim.

San Sebastian gerçekten çok güzel bir yerdi. İnsanların futbola bakışı çok farklıydı. Gastronomi anlamında da mükemmel bir bölgeydi. İmkânım olsa yarın gider, yine aynı sokakları dolaşırım. Zaten başarının sırrı da bundan, yani gittiğin yere adapte olmaktan geçer. “Ben Türk’üm” deyip Türk gibi yaşarsan, dünyanın hiçbir yerinde mutlu olamazsın.

Her yerin kültürü ve yaşam şekli farklıdır. İklime bile ayak uyduracaksın. Ben bir ağustos ayı yaşadım orada; ilk gün güneş gördüm, ardından 30 gün yağmur yağdı. Ama alıştım yani...

Bunu da dili öğrendikçe başardım. En önemlisi odur bak; konuşamayan insan içine kapanır, susar, hiçbir şey anlamaz, “Benim hakkımda mı konuşuyorlar?” der, paranoyak olur. Ben de sıfırdan başladım ama altı ay sonra İspanyolca basın toplantısı yapıyordum. Bu yüzden, ülkemize gelen yabancı futbolcuların da Türkçe konuşabilmesini isterim. Kötü konuşabilirler, önemli değil, yeter ki konuşsunlar. Biz onların ne demek istediklerini anlarız. Hatta basın önünde Türkçe konuşmak onlara taraftar gözünde de ayrı bir sempati kazandırır.

Real Sociedad’da yarım sezon geçirip ardından 2002 Dünya Kupası’na gittiniz...

Dünya Kupası kadrosunda olmak benim için çok önemliydi. 48 sene sonra gidiyoruz, düşünsene... Bu yüzden, herkes o kadroda yer almak istiyordu ama her mevkide de en az iki-üç seçenek vardı. İnanılmaz bir oyuncu havuzu vardı o dönem. İspanya’da oynamasına rağmen Tayfun Korkut gibi bir isim bile kadro dışı kalabiliyordu çünkü aynı mevkide Okan Buruk, Hasan Şaş, hatta bazen Yıldıray Baştürk oynuyordu. Bu bir seçimdi. Zaten turnuvadan sonra da kimse Şenol Güneş’e “Niye Tayfun’u almadın?” demedi.

Dünya Kupası dönüşünde Real Madrid ile şampiyonluk, Ronaldo ile gol krallığı yarışına girdiniz...

O sezonun başlangıcı çok güzeldi. İç sahada Athletic Bilbao derbisinde iki gol attım ve taraftarın gözüne girdim. O dönem Deportivo La Coruña, Valencia, Atletico Madrid gibi takımlar da yarışın içindelerdi, Real Madrid desen zaten ‘Los Galacticos’tu. Herkes güçlüydü. Ama biz de küçümsenmeyecek bir takımdık.

Sondan bir önceki hafta deplasmanda Celta Vigo maçımız vardı. Son haftada da iç sahada Atletico Madrid ile oynayacaktık. Atletico-Real rekabetini biliyorsunuz, zorlanmazdık o maçta. Fakat Celta’ya 3-2 mağlup olduk. İki golü de ben attım ama iki gol atıp yenilmek de ayrı bir koydu bana. Real Sociedad gibi bir takım La Liga’da şampiyon olacaktı, bir maçla kaybettik. Son maçta Atletico’yu 3-0 yendik ama yetmedi. Şampiyonluğu iki puanla, Zidane’a, Ronaldo’ya, Figo’ya; yani Los Galacticos’a verdik.

Sizin de zamanında Twitter’dan paylaştığınız o meşhur baraj fotoğrafını sormanın tam sırası o halde... Real Madrid deplasmanında topun başındasınız, karşınızdaki barajda Raul, Luis Figo, David Beckham, Ronaldo, Zinedine Zidane, Ivan Helguera, Guti ve Roberto Carlos var... Bu, size gösterilen saygının bir yansıması aslında, değil mi?

Yani, sonuçta bir baraj kurmaları gerekiyordu ve saydığınız isimlerden dört-beş tanesi illa o baraja girecekti. Ama kaleye yakın bir yer olduğu için, benim de vuracağımı görünce neredeyse herkes baraja gelmiş. O an hiç farkında değildim. Tek düşüncem gol olmasıydı ama barajın arkasında da Iker Casillas vardı. İyi yer tutmuştu, olmadı. Ama o baraj, ben futbolu bıraktıktan sonra popüler hale geldi ve insanlar “Vay be!” demeye başladı. Hatta hatırlıyorum; Twitter’da “Keban Barajı’ndan daha pahalı baraj” gibi yorumlar yapıldı. Ben de o zaman “Hakikaten de ne baraj kurdurmuşuz be!” dedim. Sonuçta Türkiye’de topun başına geldiğimde baraja Ahmet, Mehmet, Kemal geçiyordu... (Gülüyor)

Darko Kovacevic’le birlikteliğinizi sormak istiyorum... Biri uzun ve yapılı, diğeri kısa ve hızlı iki forvet olarak birlikte forma giyiyordunuz, eski İngiliz takımlarındaki gibiydi ama o dönem pek rastlamıyorduk buna. Siz nasıl başardınız?

Zamanında Liverpool’da Toshack’la Kevin Keegan da öyle bir ikiliydi mesela. Biz de aramızda muhteşem bir uyum yakaladık. Ben dönen topta şut atan, defansın arkasına sarkan, koşan bir oyuncuydum. Darko'nun da arkası dönük oynamayı iyi bilen, kafa toplarını indirebilen bir tarzı vardı. Aslında ikimiz ‘bir tam futbolcu’ gibi olduk. Toplamda 43 gol attık o sezon. Birlikte oynadığımız dört senede 100’den fazla golümüz, Ballon d’Or’da da 50 aday futbolcu arasına girmişliğimiz var...

Villarreal’e transfer süreciniz nasıldı peki? Bir önceki sezon Şampiyonlar Ligi’nde yarı final oynamışlardı ve hemen o yaz sizi transfer ettiler...

Real Sociedad’daki son senemdi, kontrat uzatmak için konuştuk ama şartlarda anlaşamadık. O ara Rusya’dan da iyi teklifler vardı. Villarreal ise çıkış dönemindeydi, Şampiyonlar Ligi’nde Arsenal ile yarı final oynamışlardı, hatta son dakikada Juan Roman Riquelme penaltı kaçırmıştı da öyle elenmişlerdi. Hem onlardan hem Valencia’dan teklif vardı o ara ama ben Villarreal’i tercih ettim. Çok düzenli ve sistemli bir kulüptü. Mütevazı ve ne yaptığını bilen bir camiaydı. Sakin, 50 bin nüfuslu yazlık bir bölge; bizim Bodrum ve Çeşme gibi, deniz kenarı, Akdeniz iklimi... İnsanlar rahat, siesta yap, yat uyu! Futbola da başka bakarlar orada. 50 bin kişilik şehrin 30 bin kişilik stadı vardır, onun da 28 bini kombine sahibidir.

Başkan da kulübün sahibiydi zaten. İnanılmaz sistemli çalışır, doğru transferler yaparlardı. Ben de orada daha başarılı olacağımı düşündüm. Sonunda lig ikincisi olduk, Barcelona’ya 10 puan fark attık. Robert Pires, Riquelme, Avrupa Gol Kralı Diego Forlan, Marcos Senna, İspanya Milli Takımı sol beki Joan Capdevila gibi isimlerden oluşan inanılmaz bir kadroda yer aldım.

Sonrasında Euro 2008... Giderken beklenti neydi, orada neler yaşandı?

Çok zor gittik. Norveç’i Norveç’te yenmemiz gerekiyordu. 1-0 mağlup başladık, sonra 2-1’e getirdik. İkinci golü ben attım. Son maçta iç sahada Bosna Hersek ile oynadık. Herkes “Kardeş ülke” dedi ama adamlar inanılmaz mücadele etti. Benim golümle 1-0 zor yendik de turnuvaya gidebildik. Ama bizde bir sorun var; böyle turnuvalara gidince herkes Avrupa şampiyonu olmamızı bekliyor. Neyse ki biz de beklentileri bir nebze karşıladık ve yarı finale kadar gittik. Sanırım heyecan açısından Türkiye bir daha öyle bir turnuva yaşamaz. Üstüne ansiklopedi yazılacak olaylar geçti başımızdan. Diğer yandan, Euro 2008 benim için çok önemliydi ama kariyerimin inişe geçtiği dönemdi de aynı zamanda. Hırvatistan maçında sakatlanınca Almanya maçında oynayamadım. Oraya kadar gelip yarı finalde oynayamamak çok koymuştu...

Çek Cumhuriyeti maçı 2-2 bitse penaltılara gidecekti. Son dakikada, öyle bir anda, o vuruş nasıl düşünülür?

İyi futbolcuyu diğerlerinden ayıran en önemli özellik, top gelmeden ne yapacağını bilmesidir. Ben de orada topu aldığımda zaten çoktan düşünmüştüm. Alacak ve hemen vuracaktım, öyle pozisyonlarda kaleci Petr Cech’in açıyı daraltmak için öne çıktığını biliyordum. Orada topu kontrol edişime bakın, vücut pozisyonum şuta hazırlandığımı gösteriyor zaten. Ha, 10 kere vursam birinde top direğe çarpıp kaleye gider, o ayrı. Hatta geçenlerde Tivibu’da bazı golleri tekrar denediğimiz bir program çektik; dört kere vurdum topa, bir tanesi anca benzedi o gole. O da direğe çarpıp girmedi.

Oradan vurmak riskli değil miydi?

Atamasam, “Ne vuruyorsun, biraz daha sürsene” derlerdi. Ama galip geldin mi, her şey makuldür. Güzel vuruş, güzel gol. Bitti! Mustafa (Denizli) Hoca o gün yağmur yağdığı için “Direkler ıslaktı, o yüzden çarpıp kaleye girdi” demiş. Bir de gol olmadığını düşün, ne yorumlar yapılırdı!

Turnuva çok yorucuydu; yenilgiyle başladınız, galibiyetler de geri dönüşlerle geldi. Gelgitler çoktu. Böyle durumlar futbolcuları nasıl etkiler?

Psikolojik olarak inanılmaz yorucuydu. O gol olmasa “Abi onu nasıl kaçırdın?” diye soracaktı herkes. Ama milli takım seviyesi dediğin böyle bir şeydir, inanılmaz derecede büyük bir sorumluluktur. Milyonlarca insan seni izler. O psikolojik baskıyı sırtlamak kolay değildir. Bütün kariyerin bir saniyede değişir! İyi bir şey yaparsan iyi, kötü bir şey yaparsan kötü anılırsın. Ozan Tufan mesela; elini saçına attığında gol yersen konuşulursun, kimse Çek maçındaki koşuna, mücadelene, golüne bakmaz.

Tam da bu yüzden, Euro 2016 öncesinde futbolcuları uyarmış; “Arkadaşlar, şu an nerede olduğunuzun farkında değilsiniz. Ama burada yaptığınız bir mimik, bir gülme, bir surat hareketi, bir gol, bir asist ömrünüz boyunca konuşulur” demiştim.

Türkiye’de “Biz bitti demeden bitmez” gibi bir söylem var. Yumurta kapıya dayanmadan hiçbir şey yapmıyoruz. Ülkenin genel karakteriyle mi alakalı bu?

Bak mesela, şimdi herkesin ehliyet ve kimliklerini değiştirmesi, yenilemesi gerekiyor. Fakat ben hâlâ değiştirmedim. Ne kadar süremiz var, onu bile bilmiyorum. Eminim ülkedeki çoğunluk da böyledir. Seviyoruz son günleri; bayram tatilinden son gün dönüyor, faturaları son gün ödüyoruz. Bu ne kadar doğru, tartışılır. Bence yanlış ama zoru seviyoruz. Yapımız böyle.

Faturayı istersek son gün bir şekilde yatırıyoruz, yatıramasak da sonrasında faiziyle ödüyoruz ama futbol maçlarının sonucu tamamen bize bağlı değil ve bazılarının da telafisi yok...

Ama orada da bir şekilde gidiyoruz işte... Euro 2016’ya gidişimize bak; bilmem kaç tane maçın bizim istediğimiz gibi sonuçlanması, bizim de 10 kişiyle gol atmamız lazım... Hepsi oluyor ve öyle veya böyle, bir şekilde gidiyoruz. Bu sefer de aynı, son iki maçı alırsak gideceğiz Dünya Kupası’na.

Ukrayna maçı bittiğinde korkunç bir tablo vardı aslında, Hırvatistan maçı öncesi kimsenin umudu yoktu. Acaba futbolcular, bu tip zor anlarda kendilerini ispat etmek için mi oynuyorlar?

Ukrayna’ya yenildik, cehennem ortamı yaratıldı. Hırvatistan’ı yendik, sanki cennetteydik. Oysa ne cennette ne cehennemdeydik. İkisinin ortasındaydık. Hırvatistan maçından sonra futbolculara baktım, sanki hiç Ukrayna maçını yaşanmamış gibiydiler. Bizim bu abartılı yaklaşımlara son vermemiz lazım. Yenilmek dünyanın sonu değil, kazanınca da dünyanın en iyi takımı değiliz. Hırvatistan maçında çok iyi oynamadık ama bir şekilde 1-0 kazandık. Bu futbolla Dünya Kupası’na gitsek başarılı olamayız ama gitmek çok önemli. Başarırsak bizim futbolculardan her şeyi beklerim ben.

Milli takımın kaptanı Arda Turan size benzer bir kariyer çizdi ama İspanya’da olmasına rağmen sanki hep Türkiye’de gibi; sürekli buraya dair olayların, tartışmaların içinde. Bu bir sorun mudur?

Ben 2002 yılında gittim, bir sene sonra da evlendim. Arda evli değil ve etrafında daha kalabalık bir arkadaş grubu olması normal. Barcelona’ya gitmesinin nedeni, Atletico Madrid’de iyi oynamasıydı. Geçen sezonun başında Barcelona’da da oynayabileceğini gösterdi, üstelik o çalkantılı Euro 2016’dan sonra... Ancak bu sene işi daha zor. Yine de Arda’nın futbola konsantre olduğunda dünyanın her takımında oynayabilecek bir oyuncu olduğunu düşünüyorum.

Peki bunu nasıl başarır, bu problemlerin önüne geçebilir mi?

Maalesef geçemez, zira çok göz önünde. Televizyonda ondan bahsediliyor, Instagram’da paylaştığı bir fotoğraf olay oluyor. Onun da suçu var tabii, malzeme vermeyebilir ama bu devirde onu başarmak çok zor. Benim zamanımda sosyal medya olsaydı, ben de sıkıntı yaşardım. Bugün bile bir şey paylaşıyorum, biri gelip 15 sene önceki bir mevzudan ötürü bana küfür ediyor. Ne yapacaksın şimdi? Kopamazsın da... Onsuz yaşanmıyor artık. Böyle bir çağdayız.

Yatarak poz verdiğiniz gol çok koymuştu... Sevinciniz çok meşhurdu, nereden çıkmıştı bu?

O dönem Tayfur Havutçu ile bir maç izliyorduk. Bir futbolcu golden sonra öyle sevindi ama kimdi hatırlamıyorum. Ben de ona “Bu hafta gol atarsam aynısını yapacağım” dedim. Öyle başladı ve devam etti.

Beşiktaş’a döndüğünüz dönemde siz de gazeteci Turgay Demir ile bir tartışma yaşamıştınız. Son dönemde futbolcu-gazeteci çatışmasının arttığını görüyoruz. Hata kimde ve sınırlar nasıl çizilmeli?

Bazı gazeteciler, futbolcuların kendileriyle çok samimi olmasını, her telefonlarının açılmasını, istedikleri zaman röportaj alabilmeyi istiyor. Bu gerçekleşmediğinde de sen kötü oluyorsun. Bahsettiğiniz olayı hatırlamak bile istemiyorum. Aslında haklı olduğum yerler var ama bir gazetecinin boğazına sarılmak... Bu bana yakışan bir hareket değildi. Yine de şunu söylemem lazım; saha dışında hiçbir polemiğe karışmayan, yaşantısı düzgün olan beni bile delirttilerse hatayı tek tarafta aramamak lazım. Buna karşın, her şeye rağmen haksız olduğumu kabul ediyorum ben. Sonrasında da bir mahkeme süreci yaşadık, davayı da karşı taraf kazandı. Zaten o hareketi yaptıktan sonra haklı çıkmam mümkün değildi. Diğer yandan, bahsettiğiniz adam 30 senedir Beşiktaş muhabiri. Bize “Yaşlandın, futbolu bırak” diyorlar ama kendileri de 30 senedir koltuklarını bırakmıyorlar. Madem böyle düşünüyorsun, e bırak da artık senin yerini de genç bir muhabir alsın bari.

Beşiktaş’a dönüşünüzde bunun dışında daha temel sorunlar da yaşadınız. Yanlış giden neydi?

O kadar yıl İspanya’da oynadıktan sonra, bir Türk olarak bile Türkiye’ye adapte olamadım. Sakin hayata alışmıştım. Göz önünde değildim. Sadece işini yapan Nihat’tan, bindiği arabası manşet olan, kaçırdığı goller üzerinden aldığı para konuşulan Nihat’a geçiş yaptım. Saha içinde de durumum sorunluydu; sağ kanatta, hatta neredeyse sağ bekte oynuyordum ama herkes İspanya’daki gibi sezonda 15 gol atmamı bekliyordu. Ayrıca, fizik olarak çok iyi durumda değildim. Sakatlıklar yaşadım. Ama bunlar benim için mazeret değil tabii, normaldi yani eleştiriler. Ben de bu yüzden “Türkiye’de başka takımda oynayacağıma 31 yaşında futbolu bırakayım” dedim.

Sonrasında alacak-verecek süreçleri oldu. Fikret Orman “O Beşiktaş’ın çocuğu değil, Bağcılar çocuğu. Bizi mahkemeye verdi” dedi. Ama işin aslı başkaydı; iki sene daha kontratım vardı, istesem PAF takımda oynar, yine o parayı alırdım. Bunun yerine kontratımı feshedip futbolu bıraktım.

Ben o dönem beş ay başkanı aradım ama o telefonlarıma çıkmadı. Hesabıma da hiçbir şey yatırılmadı. Her çalışan, bu tip durumlarda patronunu mahkemeye verir. Ben de Beşiktaş’ı değil, kişileri mahkemeye verdim. Ben bu kulüpten giderken kasaya 6 milyon Euro koydum da gittim. Kulübün o dönemki sıkıntılarından kurtulmasını sağladım. Beşiktaş’a neler verdiğimi kimse bilmese bile en azından kendi içimde ben biliyorum.

Şimdiki Beşiktaş’ı nasıl görüyorsunuz peki? İki şampiyonluk geldi üst üste...

Fikret Orman ve ekibini, Şenol Güneş’i, futbolcuları kutlamak lazım. Çok zor bir dönemde geldiler ve sonrasında inanılmaz bir çıkış yakaladılar. Bu çıkışta stadın da önemi var. İnanılmaz bir ambiyans yaratıldı. Zaten yeni stada geçildiğinden beri Beşiktaş’ın Süper Lig’de iç saha yenilgisi yok. Çok iyi bir kadro kuruldu, akıllı transferler yapıldı. Kulübün havası çok iyi.

Geleceği nasıl görüyorsunuz?

Çok pozitifiz bu konuda ama esas beklentimiz Şampiyonlar Ligi’nde başarı. Başarı da gruptan çıkarak olur. Geçen sene asıl rakipler Benfica ve Napoli’ydi, onlara yenilmiyorsun ama Dinamo Kiev maçları işte! Ama bu sezon daha tecrübeli bir Beşiktaş var. Kadro daha kaliteli. Cenk çok formda. Adriano ve Pepe desen, hayatları Şampiyonlar Ligi’nde geçmiş adamlar. Ben çok umutluyum.

Bu Beşiktaş’ın tohumları ‘Feda’ sezonunda atıldı. Türkiye’de iyi işler yapılması için başa bir musibet mi gelmesi gerekiyor?

O kötü dönemden çıkmak kolay değildi ama çok akıllı işler yapıldı. O günleri unutmadan yola devam etmek lazım çünkü mevcut futbol piyasasında birkaç yanlış transferle o günlere dönmek işten bile değil. Beşiktaş ise akıllı davranmayı sürdürüyor. Umarım böyle devam eder.

İki tarafı da görmüş biri olarak, Türkiye’deki futbolcu yapısıyla Avrupa’daki örnekleri kıyaslamanızı rica edebilir miyiz?

Yurt dışındaki futbolcu, eğlence zamanı eğlenceyi, iş zamanı işi düşünür. Maçtan iki gün önce kafayı bulur, yerlerde sürünür ama iki gün sonra maçta sahanın en iyisi olur. Bizde eğlence zamanı kafamız hafta sonundaki maçtadır. Maçta ise “Bitse de yemeğe, eğlenceye gitsem” deriz. Bunu ayırt ettiğimiz zaman çok daha başarılı olacağız. Aileye vakit ayıracaksın, gezeceksin, eğleneceksin ama sahaya çıktığında da işini yapacaksın. Avrupalı bunu başarıyor.

Bir de oradakiler sadece takım idmanıyla sınırlı kalmıyor. Kendi eksikliğini biliyor ve bireysel çalışma yapıyor. LeBron James bile “Kol kaslarımı geliştirmem gerek” diyor mesela, dört saat ona çalışıyor.

Futbolcularımız çok iyi gelirlere sahip. Kendi diyetisyenleri, bireysel antrenörleri, psikologları olmalı artık. Lionel Messi ile Cristiano Ronaldo ekmek arası salam yiyerek çıkmıyor sahaya; içtikleri sudan, yattıkları saate kadar her şeyleriyle ilgileniyorlar. Makine gibi insanlar bunlar. Boşuna senede 70 maça çıkmıyorlar. Hatta bence NBA’deki basketbolcuların genetikleriyle bile oynuyorlardır. LeBron’un durumuna bak işte; insan 10 sene boyunca hep aynı seviyede kalır mı, bir kez olsun yorulmaz mı?

NBA’i takip ettiğinizi anlıyorum bu yorumdan... Doğru mu?

Etmez miyim? Finalleri kesinlikle kaçırmam. EuroBasket’i de izledim. Milli takımımız yenilmesine rağmen takdir gördü çünkü bizim insanımız sonuna kadar mücadele eden sporcuları sever. Bu takım da o yüzden herkese çok sempatik geldi. Şimdi Furkan Korkmaz ile Cedi Osman NBA yolcusu, sen onları ABD’ye gittikten sonra gör bir de! Futbolda onların yaşındakilere genç diyoruz, bu çocuklar NBA’e gidiyor. Cedi, dünyanın en iyisi LeBron ile beraber oynayacak. Demek ki oluyormuş...

LeBron’cu musunuz?

LeBron’cuyum, Kevin Durant’çiyim, Stephen Curry’ciyim, Kobe Bryant’çıyım… Tabi bunların hepsini Michael Jordan’dan hariç sayıyorum. Tenisi seviyorum. Rafael Nadal’dan ve en çok da Roger Federer’den dolayı. Federer sanki masa tenisi oynuyor. Onun seviyesine gelebilecek bir başka yetenek de Novak Djokovic bence ama o da sakat bu aralar. Nadal da inanılmaz mücadeleci bir adam.

Tam bu noktada yabancı sınırı ile ilgili görüşünüzü de merak ediyorum...

Serbest olsun abi! İstediği kadar yabancı gelsin, iyi olan Türk oynar. Belki kriter koyarsın, o kadar. Hagi gelsin, Alex gelsin... Quaresma kötü yabancı mı şimdi? Zaten ben bu tartışmayı anlamıyorum; sonuçta şu anki sistemde de belli sayıda Türk oyuncu bulundurmak zorundasın kadronda.

Burak Yılmaz’ın bir açıklaması var; “Benim 31 yaşındaki arkadaşlarım futbolu bırakmak zorunda kaldı” diyor...

Bırakmasın abi, ne alakası var? Emre neden 31 yaşında bırakmadı da 37 yaşında hâlâ oynuyor? İstediği kadar yabancı gelsin. Sen iyi çalışırsan, kaliten de varsa oynarsın. Takımların başında zaten çoğunlukla Türk hocalar var, onlar da kim iyiyse onu oynatır. Şenol Hoca, o kadar yabancının arasında neden Oğuzhan’ı kesmiyor? Mazeret bunlar...

Peki problem nerede?

Bence en önemli sorun, altyapıdaki hocaların durumu. Oradaki antrenöre 2 bin TL maaş verip kendisinden oyuncu yetiştirmesini bekliyorsun ve aynı zamanda da şampiyonluk istiyorsun. Ama adam o maaşını bile geç alıyor, bunu korumak için de “O zaman şampiyon olayım” diye düşünmeye başlıyor.

Altyapı, yetiştirme yeridir. Beşiktaş'ın altyapı takımları, şampiyon olacaklarına iki tane oyuncu çıkarsınlar. Hedef bu olmalı. Avrupa’nın en kalabalık genç nüfusundan bahsediyoruz. Artık tesis sıkıntısı da yok. Ama yöneticilerin ve taraftarın futbola bakış açısını değiştirmek lazım. Altyapıdan birini sahaya koyduğunuzda, “Bu kim?” deniyor. Dememeli. Oyuncu, böyle oyuncu olur. Ben mesela; Ankara’da Galatasaray ile Cumhurbaşkanlığı Kupası maçı oynuyorduk. 1-1'ken beni oyuna soktular, uzatmalarda gol attım ve o günden sonra Nihat oldum…

Socrates Dergi