Ve Terim Newcastle'da

17 dk

Sir Bobby Robson, Euro 2008’deki performansını çok beğendiği Fatih Terim’i, Newcastle United teknik direktörlüğü için aday göstermişti. Sahi, Terim bir Premier Lig takımının başına geçse nasıl olurdu? ESPN ve The Guardian yazarı Andy Brassell, Socrates için yazdı.

Fatih Terim’le Mayıs 2013’te yüz yüze tanışma şansına eriştim. Galatasaray’ın Trabzonspor’la oynayacağı sezonun son maçı öncesinde, Florya’da bir araya geldik. Kendine güveni, daima pozitif kalışı ve motivasyon teknikleri beni çok etkilemişti.

Daha şaşırtıcı olan başkalarına görev verirkenki güveniydi. Futbolu iliklerine kadar hisseden, aldığı her nefeste oyunun bütün detaylarını saplantılı şekilde düşünen birinin, normal şartlarda işini şansa bırakmamak için her şeyi kendi başına yapması beklenirdi.

Terim ise böyle biri değildi. Galatasaray’daki son döneminde yardımcılarını, 2000 UEFA Kupası’nı kazanan kadrodan seçmişti. Ümit Davala, Hasan Şaş ve Claudio Taffarel’in de yer aldığı oyuncu grubuna o kadar güveniyordu ki takımı maçlardan önce kampa alma gereği bile duymuyordu. Bu durumu açıklarken, “Onlar beni tanır, ben de onları” demişti.

Olağanüstü oyun görüşüne rağmen asla ‘ıssız bir ada’ olarak da nitelenemezdi. Evet, futbolculuk kariyeri takım oyununa dayalı ilerlemişti ama Don Howe (ve esasen Malcolm Allison’ın) Terim’i ofansif orta saha pozisyonundan liberoya çekmesi, ona milli takım yıldızlığına giden yolu da açmıştı. İngiliz kariyerinin köklerini, Florya’daki bu güneşli akşamüstünde de hissettiriyordu.

Terim, yetenekli bir konuşmacı olduğu kadar iyi bir dinleyiciydi de. Yaşanan olaylarla ilgili karşısındakinin fikrini daima merak eder, sık sık soru yöneltirdi. Bizim diyaloğumuzun sadece bir noktasında; Sir Bobby Robson’ın Newcastle United teknik direktörlüğü için kendisini önerdiğini söylediğim anda şaşkınlığa uğramıştı. Bu dedikodudan haberdar değildi.

Bundan sonra okuyacağınız bölüm tamamen kurguya dayalı. Terim, Euro 2008’in ardından Sir Bobby Robson’ın önerdiği gibi Newcastle United’ın başına geçseydi olaylar nasıl gelişirdi? Bu soruya cevap aramaya çalıştım...

Güneşli bir Ağustos sabahıydı. Fatih Terim, Newcastle United’ın başına geçmek üzere yola koyulmuştu. Benton’daki A191 yolunun Whitley Road bölümünde ilerleyen Terim, Newcastle’ın antrenman tesisi Darsley Park’a ulaşmaya çalışıyordu. Ancak dönüşü kaçırmıştı.

Kulübün kendisine tahsis ettiği BMW’den indiğinde, çim biçme makinesini kullanan Barbour montlu adam, çitlerin arkasını işaret ederek “Hayır, bay Terim. Burası değil, yandaki kapı” dedi. Daha önce aynı hataya düşen yüzlerce ziyaretçi, antrenör ve oyuncu gibi Terim de yanlışlıkla yeni takımının tesislerine komşu olan halka açık kulüp Blue Flames’e gitmişti. Ülkesinde ‘İmparator’ olarak bilinen teknik adam bile bu bubi tuzağından kaçamamıştı.

Terim, ikinci denemesinde artık doğru yerde olduğunu biliyordu çünkü arkadaşça bir yüz tarafından karşılanmıştı. Öyle ki arabasından indiği gibi, “Günaydın bayım” dedi karşısındakine. Eşofmanlı adam gülümseyerek, “Bunu size söylemeliydim” şeklinde karşılık verdi.

Terim, Arthur Cox’un kulüpte kalışından ötürü memnundu. Şimdilerde 68 yaşında olan adamı, Galatasaray’da forma giyerken hocası olan Malcolm Allison’a yardımcılık yaptığı zamanlardan beri tanırdı. Cox, Allison’ın başkan Selahattin Beyazıt’ı çileden çıkardığı anlarda kulübe sükûnet getiren bir kontrol mekânizmasıydı. Karmaşa dönemlerinde ‘Big Mal’e yardım ediyordu.

Cox’un Terim’den önceki Newcastle Teknik Direktörü Kevin Keegan’la da yakın ilişkileri vardı. Cox, 1980’lerde takımın başındayken Keegan’ı kendi elleriyle St. James’ Park’a getirmişti. Ardından menajerliğe soyunduğunda da Cox’u yardımcısı yapmış, ikilinin ilişkisi devam etmişti. Ocak 2008’de, Keegan’ın ikinci Newcastle serüveni başladığında bu ikili yine birlikteydi.

Derken Keegan, Temmuz 2008’de kulüp sahibi Mike Ashley ile transfer politikalarında anlaşamayınca Newcastle’a veda etti. Cox’un da onu takip etmesi bekleniyordu. Ama öyle olmadı. Fatih Terim, onu kulüpte kalmaya ikna etmek için uzunca bir telefon konuşması yapacaktı.

Terim, etrafında güvenebileceği bir adam arıyordu ve Cox bundan fazlasıydı. Bir kere Newcastle tarihiyle direkt bağlantılıydı ve yalnızca eski bir menajer değil, aynı zamanda oyunu gerçekten hisseden bir adamdı. Cox, takımı çalıştırdığı dönemde Keegan dışında Peter Beardsley ve genç Chris Waddle’ı da kulübe kazandırmıştı. Şehrin destekçilerinin tutkusunu neyin ateşlediğini gayet iyi biliyordu. Takımda kalmıştı, çünkü Fatih Terim de farklı fikirlere sahip değildi ve ona istediğini verebilirdi.

Sir Bobby Robson da Newcastle menajerliği için Terim ismini önerdiğinde aynı şekilde düşünmüştü. Başkan Mike Ashley, ikna edilmesi zor bir adamdı. Bunu biliyordu. Ashley, spor ekipman endüstrisinde sadece içgüdülerini dinleyerek hareket etmiş ve muhalif sesleri duymazdan gelerek milyonlar kazanmıştı. Ama Keegan’ın ayrılışı sonrası Ashley’nin de taraftarın gönlünü almaya ihtiyacı vardı.

Ashley, ekibine bir görüşme ayarlamalarını söyledi ve öğle yemeği sonrası yapılan buluşmada Terim onu etkiledi. Türk çalıştırıcının karizması, toplantıya ev sahipliği yapan London’s Park Lane’deki Dorchester Otel’in geniş odasını kaplamıştı. Terim neyle karşı karşıya olduğunun farkındaydı. Euro 2008’de yarı final oynaması, iş paraya geldiğinde burnu iyi koku alan ancak oyundaki saf yeteneği görme konusunda o kadar da iyi olmayan Ashley için çok fazla şey ifade etmiyordu. Ashley’nin katmanlı bir yönetim yapısı tercih ederek, eski Chelsea orta sahası Dennis Wise’a idareci rolünü vermesi de bu yüzdendi. Terim, Keegan’ın ayağını kaydıran kişinin Wise olduğunu hatırlamıştı.

Toplantı mülakat şeklinde geçmemiş, gelinen noktada iki taraf da projeye ilgi duyar olmuştu. Terim, Wise’ı işaret ederek, ona İngiltere Milli Takımı formasıyla attığı tek golü (bu da Euro 92 elemelerinde Türkiye’ye karşıydı) hatırlattı ve karşısındaki aksileşmeye yakın karakteri hemen tavladı. Aslında Terim, emrinde daha nazik birini, mesela muhteşem Fiorentina’sının merkezindeki Manuel Rui Costa’yı tercih edebilirdi. Lakin Portekizli, Mayıs ayındaki jübilesinin ertesi günü Benfica’nın teknik direktörü olmuştu. Yine de Ashley’nin şüphe ettiği gibi, Wise’ın görevden alınması gibi bir durum söz konusu değildi.

Terim, takım sahibinin geçinilmesi zor bir adam olabileceğini biliyordu ancak daha kötüsüyle mücadele etmişti. Vittorio Cecchi Gori, Terim’le anlaşamayan ve onu rüya işi Fiorentina’dan eden kişiydi. Karizmatik teknik adam, Quayside bölgesinde, Tyne Nehri’ne bakan geçici evine yerleşirken bu perspektifte düşünüyordu. Zaten Floransa günlerinin nadiren aklından çıktığı olurdu.

Newcastle’da Terim için ortam farklı ancak tutku aynıydı. Sabahları, kafasını boşaltmak için Tyne Nehri kıyısında yaptığı yürüyüşlerde, İngilizce öğrenme sürecini hızlandıracağını düşündüğü günlük gazeteleri almak için bayileri gözden geçiriyordu. Yerel halk açık sözlü, arkadaş canlısı ve iyimserdi. Bazen kelimeleri ve aksanları anlaşılmasa da hep iyi dileklerde bulunuyorlardı.

Terim, Keegan’ın takımdan ikinci ayrılışının taraftarı incittiğini anlayabiliyordu. Bu durum, Floransa’ya işe başlamak için gittiğinde kısa süre önce Fiorentina’dan Roma’ya transfer olan Gabriel Batistuta’nın bıraktığı tortuya benzerdi. Taraftarlar acı çekiyordu. Bir akşam yemeğinde bu konuyu Cox’a da açmış ve duruma dair başka bir perspektif kazanmıştı. Yardımcısı, konumunu Andy Cole’un Ocak 1995’te Manchester United’a transferi sonrası taraftarları yatıştırmaya çalışan Kevin Keegan’la karşılaştırmıştı. Bu durum, ona iyice Roma’daki ilk sezonunda Scudetto’yu kaldıran Batistuta’yı hatırlattı.

Hem politik hem de sportif bazlı problemler vardı. Ancak bu ikisine her işte rastlanabilirdi ve endişelenmek yersizdi. Fikstüre dik dik bakan Terim, Türkiye’nin Euro 96 için İngiltere’ye geldiği zamana benzer bir heyecan yaşıyordu. Açılış gününde Old Trafford’da Manchester United’la oynayacaktı. Fikstür, Arsenal ve West Ham deplasmanlarıyla devam ediyordu. İki tarihi stadyum, görevdeki ilk ayına sığacaktı.

Öte yandan, iç sahada Bolton, Blackburn ve ligin yeni takımı Hull’la oynanacak maçlar Terim’i cesaretlendiriyordu. Böylelikle yeni oyuncularına, kalitesini ve hırslı oyununu bir an önce ispatlayabilecekti. Efektif ve hızlı bir 4-3-1-2 oynamasını sağlayacak, doğru oyuncu grubuna sahip olduğunu hissediyordu.

Öncelikli plan, Damien Duff’ı iki santrforun (Michael Owen ve Obafemi Martins/ Alan Smith) arkasında, serbest bir rolde kullanmaktı. Terim, Newcastle’daki ilk sezonunda gol atamamış olmasına rağmen Alan Smith’e hayrandı. Bu hayranlık 2000 UEFA Kupası’na giden yolda Galatasaray’ın oynadığı trajik Leeds maçlarından geliyordu. Smith, o Leeds takımının bir parçasıydı.

Smith’in ayak bileğindeki stres kırığı, onun takıma tam anlamıyla dâhil olmasını engellemişti. Terim halihazırda onu kaybettiği için gergindi, üstüne bir de Mark Viduka’nın sakatlığı çıktı. Yine David O’Leary’nin çalıştırdığı Leeds takımının bir parçası olan Viduka (O takım 2001’de Şampiyonlar Ligi yarı finali oynamıştı ve Viduka, Smith’e göre daha önemli bir roldeydi) aşilinden sakatlanmıştı.

O’Leary’nin takımının ortaya koyduğu enerjiden büyülenen Terim, buna benzer bir oyun planının işine yarayabileceğini düşünüyordu. Kendi açık hücum anlayışının Premier Lig’e adaptasyon sürecinde, O’Leary’nin modeli önemliydi. Bu plan, eninde sonunda Duff’ın ilk 11’deki yerini kaybetmesine sebebiyet verecekti.

UEFA Kupası’ndaki karşılaşmadan beri Leeds’i takip eden Terim, James Milner’ın da gelişimini yakından izleme şansı bulmuştu. Leeds formasıyla ilk maçına 2002 yılında, henüz 16 yaşındayken çıkan Milner’ın şimdilerde Newcastle kadrosunda olması güzel bir tesadüftü. Terim, kanat oyuncusunun atletizmi ve gayretinden bir hayli etkilenmişti.

Terim’e göre Milner bir kenar oyuncusu olmamalıydı. Onun sahip olduğu zekâ ve enerji, oyunu idare etmeliydi. Bu düşüncenin neticesinde Milner ileri ikilinin arkasına geçti. Yeni şablonda Milner oyunu yönetme özgürlüğünü kazandı ki bu yıllardır genç futbolcunun almak için can attığı bir sorumluluktu. Geremi, Nicky Butt ve yeni transfer Jonas Gutierrez’in orta saha desteğiyle Milner, açılış gününde parlayan isim oldu. Newcastle, Manchester United deplasmanından 1-1’lik skoru koparmıştı.

Old Trafford’daki maçtan sonraki gündü ve transfer döneminin sona ermesine 14 gün kalmıştı. Terim, futbol direktörü Dennis Wise ve yardımcısı Tony Jimenez’in takıma yaptığı katkıdan ötürü mutluydu. Deportivo La Coruna’dan gelen Fabricio Coloccini güven veriyordu. Metz’den alınan Sebastien Bassong da zekice bir transfer hamlesi gibiydi. İngiliz medyası bunlara rağmen spekülasyon aramaya devam etti. Terim’in Euro 2008 kadrosundan iki isim; Mehmet Aurelio ve Sabri Sarıoğlu, transfer dedikodularının odağındaydı.

Terim, Fiorentina deneyiminde Türkiye’den oyuncu alma gereksinimi duymamıştı. Newcastle’ın yeni teknik direktörü, İngiltere’de de aynı Floransa’daki gibi devam etmeye niyetliydi. Milliyetinden bağımsız olarak kendi oyuncularıyla ve yeteneğiyle başarmak, herhangi bir torpil algısından kaçmak istiyordu.

Bunun yanında, bazı oyuncularıyla yakın bağ kurmaya da başlamıştı. Sürekli gelişim kaydeden sol bek Jose Enrique, Terim’in kişiye özel video seanslarının doymak bilmez bir öğrencisiydi. 2004’te Newcastle’a transfer olduktan sadece birkaç ay sonra Sir Bobby’nin teknik direktörlüğü bırakışıyla yıkılan James Milner da Terim’le yakın diyalog içindeydi. Orta saha oyuncusu, Terim’de benzer bir otorite ve deneyim görmüş, takımdaki geleceğiyle alakalı şüpheleri dinmişti. Öyle ki; 28 Ağustos’ta Newcastle yönetimi Aston Villa’nın 12 milyon sterlin değerindeki transfer teklifine evet dediğinde ilk olarak Terim’in odasına gitmiş, haberi antrenörüne iletmişti.

Newcastle Teknik Direktörü, Mike Ashley’le satışı istemediğini vurgulayacağı bir toplantı ayarlamadan önce Milner’la konuştu. Açık ve net bir şekilde, takımda kalmasından yana olduğunu söyledi ve Milner’dan kalacağının garantisini aldı. Sonrasında Ashley ve Wise’la bir araya gelen tecrübeli teknik adam, sezona onsuz devam etmesi gerektiği cevabını aldı. Terim de bununla yaşayabileceğini söyledi. O bunu söylerken, Ashley ve Wise’ın Milner’ın transferi veto edeceğinden haberi yoktu. Bu olay, gelişinden beri gardını yukarıda tutan antrenöre ‘doğrusunu yaptığına’ dair bir hatırlatmaydı.

Bu, Noel’e kadar sezonun onlara neler getireceğinin de bir sembolüydü. Kulüpteki atmosfer, uzun zamandır olmadığı kadar pozitifti. Stadyumu dolduran 50 bin taraftar, takımın Milner tarafından ateşlenen tempolu oyununa hep bir ağızdan reaksiyon veriyordu. Terim, Tyne-Wear derbisiyle de taraftar nezdinde önemli krediye sahip olmuştu.

Sunderland’e karşı Damien Duff’ın son dakika golüyle kazanan Terim’in Newcastle’ı, maçı dört ofansif oyuncuyla tamamlamış ve sekiz yıllık kaybetmeme serisini korumuştu. Karizmatik teknik direktörün, taç çizgisi üzerinde kollarını bir yeldeğirmeni gibi çılgınca savurup, oyuncularına topun arkasına geçmelerini söylediği sahne ise Perch pub’larında sevinç çığlıklarıyla karşılaşmıştı.

Duff daha en başta Terim’in planladığı rolde oynamasa da gittikçe faydalı oluyordu. Fiziksel anlamda yeterli seviyede olmayan Michael Owen’ın yerini alan Duff, Terim’e Arif Erdem’i hatırlatmıştı. Duff’a, Galatasaray’da çok güvendiği bir oyuncu olan Arif’e benzer bir rol biçen Terim, hareketli İrlandalının kendi kariyeri için rekor sayılabilecek gol sayısına ulaşabileceğini düşünüyordu. Duff da Terim’le aynı fikirdeydi ve St. James’ Park’taki Carling Cup maçında Liverpool’a attığı olağanüstü frikik golüyle Newcastle’ı çeyrek finale çıkardı.

Ponteland’deki Darras Hall bölgesine taşınınca, Terim’in Tyne Nehri kıyısındaki yürüyüşleri de mazide kaldı. Tecrübeli teknik adamın, paltosu ve atkısıyla yeni muhitinde çıktığı yürüyüşte aklını Owen’la ilgili düşünceler meşgul ediyordu. Oyuncusunun sezon sonunda kontratı sona erecekti ve yenisini imzalamak konusunda ser verip sır vermiyordu. Mike Ashley de önceki başkan Freddie Shepherd’dan miras kalan yüksek maaşlı sözleşmeyi yenilemek konusunda emin değildi.

Owen sıradan bir oyuncudan çok daha fazlasıydı ve Newcastle’a uluslararası bir tanınırlık katıyordu. Gelecek sezon için bu önemli olabilirdi. Lig sıralamasında ilk 6’da olan takım, gayet iyi gidiyordu ve Terim’in felsefesini benimsemişti. Lâkin Şampiyonlar Ligi bileti için daha yapılacak çok iş vardı ve bu bağlamda kadro derinliği gerekiyordu. Michael Owen ismi, Newcastle’ın haritadaki yerini hatırlatıyor ve elit oyuncuların kulübe gelmeyi düşünmesini sağlıyordu.

Gelgelelim bu plan tutmayacaktı. Aralık ortasında, hem de tam Portsmouth ve Tottenham galibiyetleri arasında, Owen’ın sözleşme uzatma teklifini reddettiği haberi basına sızmıştı. Ashley sonrasında Owen’a, haftalık kazancını 110 bin sterlin seviyesine çıkaran yeni bir teklif sundu. Bu yeni teklif, atılan her gol başına verilecek 15 bin sterlin gibi cazip bonusları da içeriyordu. Sözleşmede hayli yüksek bir imza bedeli de mevcuttu. Ancak Owen, -en azından o an için- bu teklifle pek ilgilenmiyordu.

Takım, Burnley ile oynayacağı Carling Kupası yarı final maçına hazırlanmaktaydı ama son gelişmeler karşılaşmayı biraz gölgelemişti. Önemi çok açık olan bu kupa, Avrupa’ya gitmenin en kısa yoluydu. Ayrıca Newcastle, 1969’daki Fuar Şehirleri Kupası’ndan beri bir şey kazanamamıştı. Terim durumun farkındaydı; taraftarın gözünde neredeyse bir efsaneye dönüşmekteydi ve bunu daha berrak hale getirebilirdi.

Owen Coyle’un takımı, tehlikeli ancak pek çok açıdan ideal bir rakipti. Championship’te üst sıralara oynarken ofansif bir futbol benimsemişlerdi ve bu da arkada boşluklar bırakmalarına sebep oluyordu. Terim, maça 4-3-3 dizilişiyle çıktı. Duff sol kenarda, Owen merkezde ve genç Kazenga Lua Lua sağdaydı. Planı mükemmel işleyecekti.

Championship ekibine karşı oynanan ilk maçta, Duff iki gol atarken diğer forvetler de birer gol kaydetti. 4-0’lık rahat galibiyet, ikinci maçın da kontrollü geçmesini sağlamıştı. Joey Barton’ın orta sahada oynadığı maçta elde edilen golsüz beraberlik, Newcastle’a final yolunu açıyordu. Wembley’de rakip Manchester United olacaktı.

Terim bir dejavu yaşıyordu. Owen ile yaşanan probleme ek olarak, bir şüphesi daha vardı. Oyuncunun sözleşme uzatmama kararını Ashley yönetiminin basına sızdırdığını düşünüyordu. Hayal kırıklığı yaratan bir transfer mevsimi olmuştu. Newcastle’ın ateşleyici güce ihtiyaç duyduğu kesindi ve bu açıdan eksiği kapatabilecek Emile Heskey de elden kaçırılmıştı. Transferin son gününde Newcastle’la anlaşma noktasına gelen Heskey, başkan Ashley’nin kontratının bitimine altı ay kalan bir oyuncuya 3.5 milyon sterlin ödemek istememesi nedeniyle Newcastle’a imza atamamış, Aston Villa’yla anlaşmıştı. Bolton’dan Kevin Nolan transfer edilmişti ve Milner’ın yer aldığı orta sahaya nasıl uyum sağlayacağı merak konusuydu. Wise, Milner’ı yeniden kenarlara çekmeyi önerdi ama Terim, Nolan’ı yedek kulübesinde bırakmayı seçti. Artık Newcastle’daki geleceğini düşünmeye başlamıştı. Cox da aynısını yapıyordu. “Acaba dışlanıyor muyum?” düşüncesi içindeydi. Zira Terim, taraftarla özel bir diyalog kurmaya başlamıştı. Terim’in İngilizcesi gelişmiş, oynattığı etkileyici futbol da ona yardımcı olmuştu. Belki Keegan’ın ilk dönemi kadar baş döndürücü değildi ama kesinlikle Newcastle’ın Sir Bobby’den beri gördüğü en iyisiydi.

Terim, aklındaki şüpheleri Cox’la paylaştı. Yönetim kurulunun çoktan Owen sonrası dönemin planlamasına başladığını biliyordu. Bu durumda son kararı verecek kişinin kendisi olmadığını anlayabilirdi ama karara etki edecek herhangi bir gücünün olmayışını kabul edemezdi. Zaten antrenman sahalarının geliştirilmesi, oyuncular ile özel analizlerin yapılacağı bir sinema salonu kurulması ve tesislerde kalabileceği bir yaşam alanı oluşturulması konusundaki istekleri, yönetim tarafından reddedilmişti.

Yerel basında çıkan spekülasyonlara göre Ashley, Terim’e karşı bir darbe planlaması içindeydi. Muhtemel teknik direktör adaylarının isimleri çoktan ortada dolaşmaya başlamıştı. Alman kulüpleri de Terim’in menajeriyle temasa geçerek, tecrübeli teknik adamın gelecek sezon Newcastle’da kalıp kalmayacağını soruyordu. Her ne kadar menajeri bu taleplere “Olabilir” tonundan yaklaşsa da Terim’in tavrı netti. Sözleşmesi gelecek sezon da devam ediyordu.

Dedikodular gündemi meşgul ederken, Mike Ashley ile Fatih Terim bir anlaşma yaptı. Geçmişte İtalya Kupası finalini oynamadan Fiorentina’dan ayrılmak, Terim’in canını yakmıştı. İkili, önce finalin tadını çıkaracak, ardından masaya oturacaktı. Finalin tadını çıkaramama şansları da pek yoktu. Terim’in takımı, gürültülü Geordie ahalisinin desteğini almıştı. Agresiflerdi. Bek oyuncuları Habib Beye ile Luis Enrique, her zaman hücuma destek veren, Wembley’deki sahanın tamamını kat eden bir oyun anlayışı benimsemişlerdi. Lakin Owen’ın yokluğunda Duff ve Martins’ten oluşan forvet hattı, Manchester United baskı yaptığında eline geçen kontratak şanslarını değerlendiremiyordu. Cristiano Ronaldo ve Nani’nin orta sahayı rahatça aştığını gören Terim, önce yorulmak bilmez Milner’ı kanatlara çekmiş, ardından eski formuna kavuşan Mark Viduka’yı da oyuna alıp, tecrübeli santrforun ‘hedef adam’ olmasını planlamıştı. Ancak, hepsinden önemlisi Shay Given’ın performansıydı. İrlandalı kaleci, United ataklarına karşı kalesinde tek başına devleşerek maçı penaltılara taşıdı.

Tribünlerden yükselen The Blaydon Races tezahüratı eşliğinde, Terim takımını bir araya topladı. Özel bir konuşması yoktu. Oyuncularına sadece bu şampiyonluğun ne ifade ettiğini ve ne yapmaları gerektiğini hatırlattı. Hepsine güveniyordu. Maçın adamı Given, Tevez ve Anderson’un penaltılarını kurtardı. Beye, dördüncü penaltıyı gole çevirdi ve kupa Newcastle’ın oldu.

Wembley siyah-beyaz renklere bürünmüştü. Oyuncular coşkulu bir şekilde zaferi kutlarken, Terim önce Cox’a sarıldı ve sonrasında rakibi Sir Alex Ferguson’ın elini sıktı. Her şey bittiğinde sessiz sedasız tünelden aşağı indi. Soyunma odasında oturdu, kafasını topladı ve eşinin sabah ütülediği yedek gömleği giydi. Oyuncularının kutlamasını izlemek ve özel bir bağ kurduğu taraftarı selamlamak için tekrar dışarı çıktı. Ertesi sabah Ashley’ye istifasını sundu. Darras Hall’dan komşusu Alan Shearer, görevin yeni sahibi olacaktı.

St. James’ Park sakinlerini etkileyen sadece Terim’in oynattığı futbol değildi. Onu Floransa’nın öz evladı yapan sıcaklığı ve dürüstlüğü, burada da kendini göstermişti. Artık o da bir Geordie’ydi. Bugünlerde hâlâ, stadın basın odasında, uzun zamandır kulübe hizmet veren Lady Kath’in çaydanlığının hemen yanı başında, çerçevelenmiş bir fotoğrafı duruyor. Tıpkı Alan Shearer, Jackie Milburn ve tabii ki Sir Bobby Robson gibi...

Çeviri: Uğur Ozan Sulak

Socrates Dergi