
In Vino Veritas
8 dk
Fikret Mualla için gerçek, şaraptaydı. Gerçeğin, resimlerin, kaygıların ve düşkünlüğün bir adım öncesinde ise futbol ve Fenerbahçe vardı.
En gözü pek sanatçıların ressamlar olduğunu düşünmüşümdür. Şairsin; yazdın, ardından tüm şiirlerini bir kitapta topladın. Artık tek sahibi sen değilsin. Yine de ister kitabından istersen ezberinden şiirlerini dönüp dönüp okuyabilirsin. Peki ressam? Tuvale dokunan binlerce fırça darbesi ile ortaya çıkan tablo, ardından tablonu satın alıp giden bir sanat sevicisi! Belki bir daha hiç göremeyeceksin eserini… İnsanın kendi gerçekliğini satması yürek ister, öyle değil mi?
Fikret Mualla da tablolarını bir şişe şarap parasına satıyordu. Çünkü şarap daha kudretli bir gerçeklik vadediyordu. Paris’in yüksek sanat sosyetesinin aksine o, kenar bir mahallede, Rouet Çıkmazı’nda oturuyor, kendi çıkmazından çıkmak için tablolar yapıyordu. ‘Fakir ruhlu asalak zenginler’in dünyasına ait değildi. Öyleyse neden hâlâ Paris’te yaşıyordu? 1939’da bu büyülü kente ikinci defa gelişinden beri İstanbul’a geri dönmemişti. Günlerini ünlü galeri sahibi Dina Vierny için resim yapmakla geçiriyordu. Şehirleri resmediyordu Mualla; Paris’in insanlarını, kalabalık sofraları, kahveleri, ayıplı bedbaht sokakları… Ellerinde balonlarla yürüyen çocukları, sokak müzisyenlerini, fahişeleri, meyve dolu tezgâhları… Coşkulu, rengârenk, cıvıl cıvıl. Türkiye’nin Van Gogh’u diyordu kimi eleştirmenler onun için. Hâlbuki tablolarında Van Gogh’un kasvetinden eser yok! Tuvaline başka bir gerçeklik taşıyor Mualla; kendine ait olmayan, huysuz, uzlaşmaz karakteriyle bağdaşmayan bir gerçeklik. Şarabın gerçekliği!
“İnsan sahip olduklarından vazgeçebilir” derler, “ait olduklarından vazgeçemez.” Hiçbir gerçekliğe ait olmayan bir insandı Mualla.
Rouet Çıkmazı’ndaki tüm meyhanelere borçlandığından olsa gerek, bir ara Montparnasse’deki Dome adlı kahveye dadandı. Kahvede yanan sobanın çevresinde Paris’in diğer yoksullarından daha önce yer kapabilmek için sabah erkenden uyanır; pencerelerinden rüzgâr dolan soğuk, harabe evinden gün doğumunu beklemeden çıkardı. İşgal yıllarının Paris’inde on gün evinden çıkamadığı da oldu. Elinde ne kâğıt ne de tuval kalmıştı. Pencere camına bir savaş sahnesi resmetti Mualla. Benim için en merak uyandıran, hâlâ nerede olduğu bilinmeyen bu eseri. Nasıl bir savaş çıkar, Mualla gibi delişmen bir renk cambazının fırçasından? Belki de savaş yıllarının İstanbul’unu çizmişti, kim bilir?
Fikret Mualla, 1910’lu yılların Dersaadet’inde, mutluluk kapısının aniden ve sonsuza dek kapandığı bir çocukluk geçirmişti. Hâlbuki Moda’da başlayan yaşam serüveninin ilk yıllarında mutluydu. Babası Düyun-u Umumiye müdürü Ekrem Bey ve annesi Emine Nevber Hanım, çocuklarının doğumundan evvel ismini koyuvermişlerdi: Mualla! Bebek erkek olunca bir de Fikret eklendi. Yine de annesi kız bebeği gibi büyüttü onu; saçını uzattı, kız elbiseleri giydirdi.
Resimden evvel meşin yuvarlağa tutkundu Mualla. Dayısı, Fenerbahçe’nin sol açığı Hikmet Topuzer’di. Penaltıdaki ustalığıyla nam salan futbolcu, aynı zamanda Fenerbahçe’nin bugün hâlâ kullandığı amblemi tasarlayan kişiydi. Mualla, resim yeteneği gibi futboldaki kabiliyetini de dayısından almıştı. Ekrem Bey ise oğlunun gece gündüz demeden Fenerbahçe çayırlarında top peşinde koşmasından dolayı son derece rahatsızdı. Okul ve çevre değişikliğinin iyi geleceği kanısıyla Mualla’yı Saint Joseph’ten alarak Mekteb-i Sultani’ye yatılı yazdırdı. Ne var ki burada da devam etti futbol oynamaya Mualla. Ta ki bir maç sırasında ayağını kırana dek... Fikret Mualla 12 yaşında geçirdiği bu elim kazadan sonra topal kaldı.
Kazanın peşi geldi... Okulda kaptığı İspanyol gribini bulaştırdığı annesi ve büyükannesini ardı ardına kaybetmesi, onda kapanması imkânsız izler bıraktı. Babası, Mualla’nın üvey anne ile birlikte başlayan öfke nöbetlerinden yaka silkince Galatasaray’daki eğitimini yarıda kesip onu İsviçre’ye mühendislik okumaya yollayacaktı. Mualla, resimle de bu yıllarda tanıştı. Yolu İsviçre’den Münih’e, Güzel Sanatlar Akademisi’ne uzandı. Yaşamın gerçekleri onun için ziyadesiyle acımasızdı. Ama gerçek de bir hayal değil miydi? Yalnızca fazla inatçı… Gerçeğin inadını bazen şarabın esrikliğine, bazense renklerin coşkun dünyasına dalarak kıracaktı.

Fransa’da hayatına devam ettiği günlerde de futboldan kopmadı Fikret Mualla. Oyun da bir simülasyon, yeni bir gerçeklik kurgusu değil miydi? Belki de bu yüzden futbolu bu kadar seviyordu. Aralık 1959’da Fenerbahçe’nin Nice takımıyla maç yapmak üzere Fransa’ya geldiğini öğrenince, hemen kâğıdı kalemi eline aldı ve Nice takımının oyun taktiğini, önemli oyuncularının neler yapabileceğini, bunlara karşı nasıl bir taktik geliştirilmesi gerektiğini yazıp Fenerbahçe’ye gönderdi. Fenerbahçe Kulübü’nden gelen, "İlginize çok teşekkür ederiz, Bayan Mualla" yanıtına ise çocuklar gibi sevindi! Yazar Orhan Koloğlu’na göre, açtığı sergiler bile onu bu kadar mutlu etmemişti....
Fikret Mualla, ömrünün son demlerini Paris’te sanat sevicilerin kanatları altında geçirdi. İzlenimcilik, dışavurumculuk gibi popüler akımlardan etkilenmiş olsa da bunlara dâhil olmayı reddetti. Galeri sahipleri ve koleksiyonerler fırçasından büyük paralar kazanırken o, bir tas şarabını önüne koyan herkes için çizmeye devam etti. "Ne isterlerse onu yapıyorum" diye yazmıştı bir defasında, "Bütün akımların dışındayım. ‘Boynunu eğ’ diyorlar. Eğmiyorum, yağma yok. Ne ileri gidiyorum ne geri; orta yerde kalıverdim."
Hiçbir gerçeğe olmadığı gibi, hiçbir akıma da ait olmayan bir ressamdı Mualla. Yüreği beyninin, heyecanı tekniğinin üzerindeydi. Onun ‘bir bando gibi patlayan tablolar’ına hayran kalmamak mümkün değildi…
Mualla’nın tablolarına hayran sanat sevicilerden Fernande Angles ve Raoul Angles çifti, ressamın son dönemine damga vuran isimlerdi. Mualla’nın başı ne vakit derde girse yardıma ilk koşan onlar oluyordu. Günü geldi akıl hastanesinden, günü geldi düşkünler evinden kurtardılar Mualla’yı. Daha sağlıklı bir ortamda yaşayıp üretmesi için Paris’te bir daire tuttular, onun için sergiler açtılar. Ama Mualla nezih ortamların insanı değildi. Ehlileştirilemedi, kazandığı tüm parayı alkole yatırmaya devam etti. 1962 yılının bir sonbahar günü sarhoş bir hâlde Paris sokaklarında dolaşırken bir anda yere yığılıverdi.
Felç geçirmişti. Bu olayın ardından Angles çifti, Mualla ile bir anlaşma yaptı ve sanatçıyı Alp Dağları’nın güneyinde, Reillanne köyünde bulunan çiftliklerine gönderdi. Son yıllarını yapayalnız geçirdi. Nakkaş Fikret Mualla Saygı imzasıyla dostlarına yolladığı mektuplara gelen cevaplarla avunarak...
"Çok şükür sobam var… Burada saat yedi buçukta şafak söküyor. Fırçayı alıyorum, sıra şaraba geliyor. Biraz sonra, yani bir çeyrek kadar vakit geçirerek fırçaya dalıyorum. Günlerim böyle geçiyor bu sakin köyde. Konuşacak kimseler yok."
Orhan Koloğlu’na göre Mualla, "Hayatının temelini kendi yalnızlığı üzerine kurmuş olmasına rağmen sağa sola mektuplar yağdırıp bu korkunç yalnızlığında tek başına bırakılmamak istiyordu." Mualla’nın 64 yıllık yaşam serüveni, Angles çifti ile arası bozulduktan sonra yerleştiği bir düşkünler evinde son buldu. Türkiye’deki sevenleri ise Mualla’nın ölümünü aylar sonra, yine bir mektup yoluyla öğrenecekti. Çiğdem isimli bir sanatseverin ressama gönderdiği mektup, zarfın üzerindeki "DECEDE" damgasıyla geri döndüğünde… Nazım Hikmet’in şiirindeki gibi:
Gece gelen telgraf
Dört heceden ibaretti
"VEFAT ETTİ"
Fikret Mualla’nın ölüm haberi üç heceden ibaretti: Decede… Ve gitti…
*In Vino Veritas: Gerçek şaraptadır.