.jpg?w=3840&fit=max&q=75)
Forvetin Penaltı Anındaki Endişesi
6 dk
Maç izleme deneyimlerinin en kolektif ânı penaltılar. Peki bir kaleci penaltı kullanılırken ne hisseder? Söz Claudio Taffarel'de...
Büyük kaleciler hakkında konuşulurken, söz bir yerde Peter Handke’nin aslında futbolla pek de ilgisi olmayan o romanına gelir. Neydi adı? Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi. Yazarın derdi top olmasa da koyduğu isim futbol sohbetlerinin vazgeçilmezi haline gelmiştir. Fakat bazen klişeler güzeldir. Claudio Taffarel’in karşısına oturduğumuzda aklımızda bu vardı. Bu eski klişe ve o eski fotoğraflar, o sonlar... Brezilyalı efsanenin kariyeri, finaller etrafında atılmış birkaç turdu. 2000 UEFA Kupası, 1994 Dünya Kupası, Patrick Vieira, Phillip Cocu, Roberto Baggio... Aslında bu tur bir anlamda futbolun yakın tarihi. Parçası olmak için yapmamız gereken tek şey ise romanın tersine, endişenin gerçek kaynağına; Taffarel’e kulak vermek.
O anları yeniden oynama şansınız olsa, 90'daki Arjantin maçını mı yoksa 98'deki Fransa maçını mı oynamak istersiniz?
Çok zor bir soru, düşünmem gerekiyor. 1990 ve 1998, birbirinden çok farklı iki turnuva. İtalya 90’da henüz ikinci turdaydık, final için önümüzde biraz daha yol vardı. Fransa’da ise finale kadar gelmiştik. O yüzden zorlanarak da olsa Fransa maçını tercih ederim. Kadroları da düşündüğümde, 1998’deki kadro yapımız, takımdaki o atmosfer, sekiz yıl öncekine göre daha iyiydi. Tabii ki Fransa bizden daha iyiydi ve kazandı ama öyle bir şansım olsa, o final maçını tekrar oynamayı çok isterdim.
1994 finalinde hikâye hep Baggio üzerinden yazıldı ama o maçın İtalya açısından kahramanı Baresi'ydi aslında ve o da penaltı kaçırmıştı. Hangisininki sizi daha çok şaşırttı?
Ne kadar büyük bir oyuncu olursa olsun sonuçta Baresi bir liberoydu. Baggio ise hem milli takımın hem de takımının penaltıcısıydı. O zamana kadar kupada, ligde, uluslararası turnuvalarda çok sayıda penaltı golü atmıştı. Üstelik Baresi, grup maçında sakatlanıp finale dek oynamamıştı ve Baggio muhteşem bir performansla ülkesini finale taşımıştı. Baggio’ya karşı bir kalecinin şansı, benim de ümidim çok daha azdı. Baresi’nin penaltısı o kadar büyük bir şaşkınlık yaratmadı bende, kendime daha çok güveniyordum. Baggio’nun kaçırması ise inanılmaz büyük bir sürprizdi. Top direğin üstünden uçup gitti ve hayatımızın en büyük mutluluğunu yaşadık.
1995 Copa America Finali’nde Uruguay’la oynuyorsunuz. Frikikten bir gol atıyor Uruguay, çıkması imkânsız bir top ve maç penaltılara gidiyor. Sonuçta Uruguay kazansa da bütün penaltılarda doğru köşeyi tutturuyorsunuz. Az önce bahsi geçen İtalya maçında yalnızca bir tane ters köşe var, üç penaltı kaçıyor, birini kurtarıyorsunuz. 1998’deki Hollanda maçında dörtte dört doğru köşe, iki kurtarış… 2000’de Vieira’nın üst direğe giden şutu dışındaki vuruşlarda doğru köşe… 2001’de, 4-4’lük Fenerbahçe maçında dörtte üçü doğru köşe… Gerçekten, bu nasıl oluyor?
Böyle bir istatistiği şu an öğreniyorum. Gerçekten çok iyi bir istatistikmiş. Bunun en önemli şifresi konsantrasyon. Kalecinin kesinlikle son saniyeye kadar çok iyi konsantre olması gerekiyor. Bununla birlikte rakibinizi iyi analiz etmelisiniz; rakip oyuncu topa gelirken vücudunun şekli, topla koşuş açısı, bileğini çevirmesi, ayağının ne tarafı gösterdiği gibi küçük detaylar vardır. Eğer kaleci çok iyi konsantre olup sakin kalır ve bu tip ipuçlarını iyi yakalarsa, penaltının atılacağı köşeyi keşfedebilir. Diğer yandan çok da fazla bir opsiyon yok aslında; ya üstünüze, ya sağa ya da sola vuracak. Ama kalecinin şöyle bir avantajı var; kimse ondan penaltıyı çıkarmasını beklemez. Bu yüzden baskının tamamına yakını, penaltıyı atan oyuncudadır. Ondan kesinlikle gol yapması beklenir.
Unutulmaz penaltı atışlarının kahramanı olduğunuz için, acaba futbolcu tarafında da Taffarel’e penaltı atıyor olma durumu, ekstra bir baskı yaratıyor muydu sizce?
Rakip oyuncuya böyle bir imaj yaratmış mıyımdır, bundan emin değilim. Ama genel olarak, eğer kalede iyi bir kaleci varsa, rakip oyuncu için penaltı atmak her zaman bir risktir. Evet, birçok final oynadım ve bunların çoğunda iyi kalecilerle karşılaştık. O dönemlerde bizim penaltı kullanan oyuncularımız arasında da bu tip konuşmalar olurdu. “Penaltılara kalırsa şuraya doğru vuralım, yerden sert vuralım, yukarıdan vuralım” tarzı beyin fırtınaları yaşanıyordu. Bu da bana göre futbolcu için kalecinin iyi penaltı çıkardığını bilmenin her zaman bir baskı yarattığını gösteriyor. Yerden, direğin yanına, kalecinin çıkaramayacağı yere vurmak zorunda hissedersiniz ama o da bir risktir, bu defa aut ihtimalini artırırsınız. O yüzden penaltı atmak aslında hiç de kolay bir iş değil.
UEFA Kupası Finali’nden önce, penaltılar için mutlaka özel bir hazırlık yapmışsınızdır. Aklınızda kalan ekstra bir detay var mı?
Tabii ki final öncesi dersime çalışmıştım. Sonuçta bir final, penaltılara kalma ihtimali her zaman var. Ancak o an geldiği zaman ekstra bir hazırlığım ya da sırrım yoktu. Zaten özel bir sırrım olmadığını da hiçbir penaltıyı kurtarmayarak göstermiş oldum!
O takım nasıl dağıldı?
Ben, ekonomik sebeplerden dolayı ayrıldım. Çok başarılı bir sezonun, UEFA Kupası gibi bir zaferin ardından benim kontratımda yüzde 50 indirime gitmem istendi. Aslında çok iyi oynuyordum ve Galatasaray için önemli işler yaptığımı düşünüyordum. Belki biraz daha fazlasını hak ederken, bir anda benden indirim istenmesi gururumu kırmıştı. Herkes için aynı olmayabilir ama birçok arkadaşımın da aynı kaderi paylaştığını biliyorum. Kadroyu koruyamayınca takımın başarı grafiği de aşağı inebiliyor. Ne yazık ki böyle oldu.
Bir başka devir değişimine gelelim… Sizin forma giymeye başladığınız Brezilya Milli Takımı, 1986 Dünya Kupası'ndan sonra değişime uğramış ve daha Avrupalı bir tarzla oynamaya başlamıştı. Bu süreci nasıl yaşadın?
Oradaki değişim, aslında Avrupa futboluna dönüş gibi değil. Orada aslında bence futbolcuların davranışları biraz daha değişti. 1982’deki takım, tarihin en iyi Brezilya takımı olarak değerlendiriliyordu; Socrates'ler, Zico'lar… Ama yine de herhangi bir başarı gelmedi, Dünya Kupası’nı kazanamadık. Çünkü şu fark edildi ki, herkes bireysel oynuyor, kendi için bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Egolar ön plandaydı. Sonrasında değişen mantalite aslında oyun tarzı, oyuna bakış açısı gibi değil, sadece biraz daha takım olmamız gerektiğine inandık, birbirimiz için koşmamız, mücadele etmemiz ve beraber olmamız gerektiğine inandık. O zamana kadar çok kaliteli bireysel yeteneklerle başarıya ulaşamamıştık, biz de takım olmayı seçtik.
Parma’nın iflası size ne hissettirdi?
İnanılmaz üzüldüm. Parma, çok önemli başarılara atmış, zamanında çok büyük futbolcuların oynadığı, köklü bir camia. Benim de çok güzel günlerim geçti orada. İflastan sonra Serie D’ye kadar düşürülmesi konuşuluyordu ama bugünlerde Serie B’den devam etmesi gündeme geldi. Son olaylarla ilgili beni tek mutlu eden şey de bu. İlerleyen dönemlerde maddi anlamda güçlü birinin Parma’yı satın alarak kulübe sahip çıkması gerektiğini düşünüyorum.
Muslera, Lazio’dayken de çok iyi bir kaleciydi ama yediği hatalı gollerin sayısı da bir hayli fazlaydı. Burada ise neredeyse hatasız oynuyor. Bu durumdaki rolünüzü nasıl görüyorsunuz?
Güney Amerikalı bir kaleci, İtalya’ya gittiği zaman farklı bir kültür, farklı bir oyun yapısıyla karşılaşır. İlk defa Avrupa sahnesine çıktığınızda, adaptasyon sağlamak hiç kolay değildir. Ama Nando’nun orada da iyi bir oyun çıkardığını düşünüyorum. Kalecilik, hata oranının en yüksek olduğu mevkidir, kaleci her zaman hata yapabilir. Bugün hatasız oynayışı, yarın hata yapmayacağı anlamına da gelmez. Benim ona katkıma gelince… Nando, gerek psikolojik gerek fiziksel olarak kendisini devamlı geliştiriyor. Her antrenmanda ve maçta neyi var neyi yoksa sahaya koymaya çalışıyor. Çalışma metotları, her zaman birbirine benzer. Kalecinin performansını bir çizgide tutup biraz daha ileriye itmeye çalışırsınız ama her şey kalecide bitiyor ve Muslera’da da büyük bir potansiyel var.
Onu, Süper Final’deki Fenerbahçe maçına nasıl hazırladınız?
O maçın ne kadar önemli olduğunu anlatmama gerek yoktu. Ekstra hiçbir şey yapmadık. O motivasyon Nando’nun içinde zaten vardı, kendi kendini motive ediyordu.
"Bence o, ikinci Terim"
Hamza Hamzaoğlu Türkiye Ligi’ni çok iyi tanıyan bir hoca. Türk futbolcusunun karakterini, özelliklerini ve isteklerini çok iyi biliyor. Kulübü de çok iyi tanıyor, sonuçta burada bir futbolculuk geçmişi var. Diğer yandan en büyük artısı, Fatih Terim’le çalışmasıydı. Fatih Terim gibi bir teknik direktörün yardımcısıysanız, artık üç aşağı beş yukarı antrenörlük metodunuz, çalışma sisteminiz onun gibi oluyor. Hatta tabiri caizse Hamza Hoca için ‘İkinci Fatih Terim’ diyebilirim. Buraya öyle biri gelince de ister istemez bir atmosfer değişimi oluyor, bir anda bütün ivme değişiyor…
"Prandelli suçlu değildi"
Kesinlikle iyi bir teknik direktör olduğunu tartışmam. Kendisini Parma’dayken tanıdım. Çalışma metodu burada yerleşmiş düzene göre farklıydı. O biraz daha güce, taktik antrenmana ve video analize dayalı bir çalışma düzeniyle çalışıyor. Bu düzen, Parma’da tutmuştu. Ama burada çok başarılı olduğunu söyleyemem. İtalyan ekolünden bir teknik adam, öyle bir okuldan geliyor ve burada da daha önce başarılı olduğu stratejiyi kullanmak istedi. Ama hepimizin gördüğü gibi çok fazla olumlu sonuç alamadı. Bu tabii ki kesinlikle onun suçu değil. Kültür ve ortam farklılığı…
Bizim dergimizin adı Socrates. Onun kişiliği ve futbolcu olarak başardıklarından ilham alarak bu seçimi yaptık. Siz onu nasıl anlatırsınız?
Socrates, çok özel bir karakter ve gençler için mükemmel bir örnekti. Diğerleri gibi futbola körü körüne bağlı değildi, politik bir yanı da vardı biliyorsunuz. Demokrasi için mücadele eden, buna hayatını adayan, haksızlığa asla dayanamayan bir insandı. Hayatın her yerinden bir şeyler çıkarır, her alanda mücadelesini verirdi. Çok güçlü bir karaktere sahipti. Sahanın içine baktığımızda da hayranlık duyulacak bir futbolcuydu. (Eliyle stilini göstererek) Topuk paslarıyla hatırlanır. Brezilya tarihi için hem politik hem sportif anlamda çok önemli bir isimdi.
Socrates’in klasikleşmiş demokrasi hareketinin futbola bir yansıması var mı size göre?
Kesinlikle katkısı olduğunu düşünüyorum çünkü bence Socrates’in DNA’sında bu vardı: Liderlik özelliği. Şu anda zaten yaşıyor olsaydı ya Brezilya Futbol Federasyonu adına ya da politik mücadelesi yararına bir şeyler yapmaya çalışıyor olurdu. Her şekilde bir hareketin öncüsü olurdu çünkü bu duygu onun içinde vardı. Futbol oynadığı dönem içerisinde de birçok insanı etkilemeyi başardı.
Socrates kariyerinin son yıllarında Brezilya’ya döndüğünde, siz de ligde genç bir kaleciydiniz. Onunla hiç karşı karşıya geldiniz mi?
Socrates ile oynama şansı bulamadım ama biliyorsunuz kardeşi Rai ile aynı takımda oynadım. Oyun stilleri çok farklıydı. Socrates çok daha teknik, oyun görüşü yüksek bir oyuncuydu; Rai ise biraz daha kuvvetliydi, fiziğini ön plana çıkarırdı. İkisi de Brezilya futbolunun çok önemli, çok özel isimleriydi.
Türkiye’deki bir tevatüre açıklık getirmeye çalışalım. Socrates’in 1978 Dünya Kupası Finallerine tıp fakültesi sınavları nedeniyle gitmediği söylenir. Bu konunun aslı var mı, yoksa “Cruyff ve Breitner 78’i protesto etti” gibi yalan mı?
Ben daha önce hiç öyle bir şey duymadım.