
Futbol Mühendisi
20 dk
Türk futbolunda 'zarafet' denince akla gelen birkaç isim var. Bunu zihninden ayaklarına her zerresiyle taşıyan futbolcuları düşünmeye kalktığımızda ise çember daralıyor. O çemberin ortasında, Oğuz Çetin'leyiz.
Sahaya çıktığı anda onu fark ederdiniz. Kendine has yürüyüşü onu diğer 21 futbolcudan ayırırdı. İşin ilginci, maç başlayıp top ayağına geldiğinde de bu stili korumasıydı. Topu alır, daima arayışta olan gözleriyle hedefi bulur ve tam zamanında pası bırakırdı… Bu birkaç kelime, onu özetlemek için yeterli değildi tabii. Oğuz Çetin ile evinde buluştuk ve 'Kaiser' Beckenbauer ile tanıştığı Almanya günlerinden üniversite sıralarına, Kadıköy'ün 'İmparator'u olduğu dönemden 'o Trabzonspor maçına' uzanan kariyerini konuştuk… Söz, "Her şey kafada başlar" düsturu ile zirveye çıkan Oğuz Çetin'de…
Yetmişli, seksenli yıllarda pavyondan maça giden, damarında alkol dolaşırken antrenmana çıkan futbolcular var, sizin kuşak da biraz bunu yıktı. Siz de hem eğitiminiz hem de profesyonelliğinizle fark yarattınız.
Ben 17 yaşındayken Sakaryaspor A Takımı'nda oynamaya başladım. O sene Fenerbahçe'den yedi oyuncu Sakarya'ya geldi ve takım şampiyonluğu hedeflemeye başladı. Bunların her biri futbolculuğunun dışında birer 'baba', ağırlığı olan insanlar. Onların yaşantısı parayı kazanıp en güzel şekilde yemekti. O dönemki futbolculuk yapısı buydu, öyle gelmiş öyle gidiyorlardı. Ama hepsi birer karakterdi, geldikleri yerde herkes kendine çekidüzen verirdi.
Sonra öncüsü ben olmak kaydıyla futbola ahlaki ve mesleki anlamda farklı bakan bir jenerasyon ortaya çıktı. Futbolun maddi manevi getirilerinin bilincindeydik. Öncüsü benim diyorum çünkü ben Alman altyapısında futbolun bir meslek olduğu bilincini alan, bunu ortaya koyan ve öyle yaşayan biriydim. Zaten İstanbul'a geldikten birkaç yıl sonra hem Fenerbahçe'nin hem de milli takımın kaptanı oldum. Diğer arkadaşlarımla beraber futbola profesyonelce yaklaştık, iş ahlakımızı ve iş disiplinimizi ortaya koyduk ama amatör ruhumuzu da asla kaybetmedik. Ve o döneme damga vurduk.
Almanya'ya göç hikâyeniz nasıl gelişti?
Babam Gençlerbirliği, Sakaryaspor gibi kulüplerde profesyonel futbol oynamış. Futbolu bıraktığı 1968'den sonra bir ayağı hep Almanya'da oldu, 1972'de bizi de götürdü. Dokuz yaşındaydım. Augsburg yakınlarında bir yere taşınmıştık ve oradaki ilk ayımda hayatımı değiştiren olay yaşandı. Bir yeşil alana iki tane taş konmuş, Türk arkadaşlarla maç yapıyoruz. Ben top oynarken hiç farkında değilim, bir adam bankın üzerine oturmuş, bizi izliyormuş. Oradan bana seslendiğini duyunca ona doğru gittim, bir şeyler söyledi. Tabii daha Almanca öğrenmediğim için bir arkadaşımı çağırdım, tercümanlık yaptı.
— Kimsin?
— Ben Oğuz.
— Nereden geldin?
Anlattım. Sonra dedi ki, "Yarın geliyorsun, Augsburg kulübünde minik takım lisansını çıkarıyoruz." O kişi de Siegfried Miethig isminde bir altyapı hocasıymış. Miethig, orada bulunduğum yıllar boyunca her gün benimle ilgilendi. Kendi çocuğu gibi sahiplendi. O benim en büyük şanslarımdan biriydi. Çünkü görüyorsun; diğerleriyle de ilgileniyor ama seninle daha farklı, demek ki o da inanıyor sana. Orada Türk okulu da yok, çok kısa sürede dil öğrenip Alman okuluna gittim; Alman arkadaşlar, Alman gibi bir yaşam… Kulüpte, okulda ve sosyal yaşantımda o disiplini aldım. Aileden gelen bazı değerler zaten vardı. Bunun dışında Almanya'da geçirdiğim süreç, tüm hayatımdaki temeli oluşturdu. Ama bizim ailede şöyle bir şey vardı: Okuyacaksın, bunun yanında gerçekten yetenekliysen futbol da oynayabilirsin. 1977'de abimle birlikte Türkiye'ye döndüm. Dönme sebebimiz, eğitimdi.
"Augsburg'da oynuyorum, bu fırsatı harcıyorum" diye düşünmediniz mi?
Hayır, o dönemde bunun farkında değildim çünkü önümde öyle bir örnek yoktu. Erhan Önal, İlyas Tüfekçi, Erdal Keser, Uğur Tütüneker gibi isimler henüz parlamamıştı. Bayern'e, Schalke'ye yükselirim gibi bir düşünce biçimi yoktu. Bir tek sorumluluğum vardı: Okumak. Bizim genetiğimize o girmiş herhâlde ki Türkiye'ye geldiğimizde not ortalamam ilk sene lisede 10 üzerinden 9-9,5'tu.
Eğitim hayatınızın yarısını Almanya'da geçirmenin zorluğunu yaşamadınız mı?
Her şey farklıydı tabii ki. Almanya'ya gittiğimde orada daha üç kere sekizi öğreniyorlardı, biz ezbere biliyorduk onları. Türkiye'ye döndüğümde Türkçem de zayıflamıştı ama hepsini bir şekilde aştım. Liseyi bitirdiğim gün İTÜ Sakarya Mühendislik Fakültesi'nde İnşaat bölümünü kazandım ve dört yılda mezun oldum. Bu süreç, olmazsa olmazımdı. Bunun dışında, Sakaryaspor A Takımı'na da çıktım. Okulda devam zorunluluğu da olmasına rağmen o büyük kadronun içine girdim, herkes tarafından beğenilen bir futbolcu oldum.
Öncesinde bir senelik altyapı kariyerim var ki orada da Ekrem Karaberber hocamız, beni 10 yaşından beri birlikte oynayan bir takımın içine soktu. O kadro normalde 8-10 oyuncusunu A Takım'a verebilecekken Tuncer Tepe Başkan'ın hedef büyütme kararıyla birlikte Fenerbahçeli o babalar geldi ve yukarıya sadece dört oyuncu çıkabildi. Bu oyunculardan biri bendim ve diğerleri de bir süre sonra ayrılmak zorunda kaldı. Futbol disiplini açısından Ekrem Hoca'nın o nesle büyük bir katkısı olmuştur, benden sonra gelenleri de biliyorsunuz zaten… Onun sayesinde A Milli Takım'da yedi tane Sakaryalı oynardı. Oyuncuların özellikle mental gelişimlerine çok büyük katkı sağlamış bir isimdir. "Önce insan alacaksın, sonra futbolcu yetiştireceksin" derdi ve öyle de yapardı.
Zaten futbolda en önemli unsur mental olarak güçlü olabilmek. Doğrularla bezenebilmek ve bunu uygulama iradesini ortaya koyabilmek. Avrupa ile Türkiye arasındaki farka bakacak olursak, oyuncuların teknik ve fiziksel kapasitelerinden önce bu mental yapı karşınıza çıkar. Bizde duygu kontrolü gibi konular kırılganlıklar gösterirken Avrupa'dan gelen bir gencin ne kadar dirayetli olduğunu ve o disiplini nasıl yaşadığının farkını benim üzerimden görebilirdiniz.
Eskişehirspor'un efsane teknik direktörü Abdullah Gegiç'in futbolculara karton bağlayarak "Kafanızı yukarıda tutun" diye talimat verdiği söylenir. Bu, resmen sizin stilinizin tanımı. Top sürmeniz, saha görüşünüz, hatta yürüyüşünüz bile öyleydi sizin. Kafanız hep dik, göğsünüz dışarıda… Bunu Almanya'da mı kazandınız yoksa doğuştan mı geliyor?
Her şey bir bütündür ama bu, doğuştan gelen bir duruş şekliydi bende. "Ben dik durmalıyım, ona göre bir çalışma yapmalıyım" demedim. Bana daha çocukken "Baston yutmuş gibi yürüyorsun" derlerdi, vücut yapım buydu. Tabii o duruşun diğer özelliklerinizle bütünleşmesi lazım. Diksindir ama kafan yerde oynuyorsundur, bir anlam taşımaz. Ben oyun zekâsı yüksek, öğrendiklerini de uygulayabilen bir genç olarak döndüm Türkiye'ye. Tabii o yıllarda altyapılar toprak saha, malzeme yok, top yok… Ben bir gelmişim her şey dört dörtlük; formam, şortum, konç buraya kadar çekilmiş… Mesela benim futbol hayatım boyunca hep tekmelik ve koncum dizime kadar çekilidir. Ama bizde o yıllarda tekmelik takılmaz, konçlar aşağıda olur, bilirsiniz o futbolcu tiplemesini. Bir geldim Sakarya'ya, daha sahaya çıkmadan o görüntüyle dikkat çektim. Sonra sahada da yaptıklarınla takım arkadaşların üzerinde, hoca üzerinde etki yaratıyorsun.
İmparator'un 10'ları
Maradona: Çok özel oyuncu. Belki Napoli dışında Avrupa'da başarısı yok gibi görünüyor ama çok başka bir yetenekti.
Messi: Koşu mesafeleri 14 bine gelmiş… Messi'ye bakıyorsun beş-altı bin; dört bini yürüyerek, bini jogging, 500 metre sprint hâlinde. Skora bakıyorsun: 8-0. Messi ne yapmış? Dört gol, üç asist! Bu acayip bir şey. Cristiano Ronaldo, bir irade simgesi. Atlet olmak üzerine bir kariyer ve en az bu saydıklarımız kadar değerli. Ama konu futbol olduğunda bana kimse Ronaldo dedirtemez. Messi derim, Maradona derim, Zico derim, Hagi derim ama Ronaldo demem. Ona saygı duymadığım için mi? Hayır, gelmiş geçmiş en iyilerin arasında ama farklı bir yoldan ilerliyor. Neyini seviyoruz onun? Attığı sprint sonrasında yaptığı gol vuruşunu. Atlet özelliklerden bahsediyoruz hep. Ama benim penceremde futbol o değil. Oyun, yaratıcı özelliği çok yüksek olanlarla keyifli.
Zico: Televizyonda izlerken bile etkileyiciydi. O da Maradona ve Hagi gibi en üst seviyede.
Socrates: Maradona, Zico ve Hagi'nin sınıfına sokmam ama seyir zevki olarak ayrı bir şey. Zarafetin önde gideni. Bugün Fellaini, Pogba, o, bu… Geç onları ya! Socrates apayrı bir zevkti…
Sergen: Ben de yetenekliydim ama gerçekçi futbol oynardım. Topla buluştuğum an, benim için rakip kaleye giderken, rakibin zaaflarını kullanma fırsatıdır. Sergen benden çok daha yetenekliydi belki ama o yeteneği genel anlamda fırsatı değerlendirmek için kullanmıyordu.
Platini: 10 numara mı golcü mü, hâlâ tartışılır ama tipleme olarak bende çok etkisi vardır.
Hagi: "Alex mi Hagi mi?" diyorlar. Evet, Alex gibi yabancı Fenerbahçe tarihine gelmemiştir ama Hagi bambaşka bir şey. Bunları 10 numara olarak göremezsin sadece. Gol de atarlar, kanatlarda da iş yaparlar, her yerde oynarlar… Belki yetiştiği Romanya'daki ortam nedeniyle İspanya'ya ayak uyduramadı ama başka ülkede doğsa çok daha farklı şekilde tarihe geçebilirdi. Kaybetmeyi kabullenmesi imkânsız bir oyuncuydu.
Zidane: Bence Maradona, Messi, Hagi'nin bir altında. Süper ama onlar kadar değil.
Matthaeus: Oyun organizasyonunu yapmak, pas alışverişini idare etmek açısından acayip bir adamdı.
Modric: Bence talebe bağlı olarak oynuyor. Ondan daha fazlası talep edilmiyor. Savunma önünde de hücumda da var, daha fazlası istense üçüncü bölgede çok daha acayip işler yapar. Ama geçiş oyunundaki sorumlulukları nedeniyle orada çok fazla görmüyoruz.
Gittiğiniz dönem Almanya Milli Takımı'nın en acayip dönemi. Dünya ve Avrupa şampiyonu oldukları dönem...
Ben 1972 Avrupa Şampiyonası'na da yetiştim, Almanların ev sahipliği yaptığı 1974 Dünya Kupası'na da. Büyük bir Bayern hayranıydım ve orada olduğum sürece Almanya Milli Takımı'nı da destekledim. Bayern-Atletico maçında Georg Schwarzenbeck'in 30 metreden attığı gol, Almanların dünya şampiyonluğu falan hep beynime kazınan şeyler; çünkü onlardan biri gibi hissediyorsun kendini izlerken.
Ama daha önemlisi, yanlış hatırlamıyorsam 1973 yılı, ben 10 yaşındayım… Augsburg Turnuvası düzenlenirdi ve İsa Ertürk'ün oynadığı U17 Milli Takımımız bu turnuvaya gelirdi. Birkaç ülke milli takımının dışında Almanya'nın bazı kulüp takımlarının mücadele ettiği bir turnuvaydı. İlk olarak İsa Ertürk'ün, sonra Cem Pamiroğlu'nun oynadığı milli takımlarımızı her yıl orada izler, tek başıma onları desteklerdim. 1977'de Türkiye'ye geldim ve Sakaryaspor altyapısındaki ilk aylarımda Augsburg Turnuvası'na katılmak üzere Türkiye U17 Milli Takımı'na davet edildim. Yaşadığım duyguları düşünsene! Çocukluğumun geçtiği yerde milli takım futbolcusu olarak mücadele edeceğim, oradaki hocam beni izleyecek… Ama o yıl turnuva iptal edildi. Çok büyük bir üzüntüydü benim için.
O zamanlardan, oyuncuların stiline dikkat eder miydiniz? Çünkü siz orta sahada bir verim artırıcıydınız. Bütün forvetler sizinle yükseldi…
Tabii ki dikkat ederdim. En başta Beckenbauer ve Sedat Abi, Sedat 3. Beckenbauer'ın liberodan oyuna girişi, kafa havada, dimdik, her şeyiyle tam bana uygun bir stildi. Sonra milli takımda ve Bursaspor'da seyrettiğim Sedat Abi; 10 numara giyiyor, müthiş fiziği, yeteneği, topla olan duruşu, çalımı, pası… 16 ila 18 yaşlarım arasında Sedat Abi benim için bir numaraydı. Diğer yandan bana 'İmparator' lakabının verilmesi de Beckenbauer'ın 'Kaiser' olmasındandır. Önce stilimi benzettiler, sonra lakabını verdiler.
Peki Almanya'da sizi liberoda mı oynatıyorlardı?
Almanya'da çoğunlukla orta sahada oynadım ama liberoda da görev verdiler. O yüzdendir ki Holger Osieck, Fenerbahçe'deyken beni libero oynatmak için çok zorlamıştır. Ama ben de ona oradaki verimimin azaldığını, daha önde oynarsam organizasyonu daha iyi yapıp daha çok etki yarattığımı söyleyerek çok direndim.
Aslında 10 numara mevzusunu da bir açmak gerek. Bugün 10 numara dendiği zaman hücum oyuncuları akla geliyor. Ama önceki dönemlerde pas trafiğini ve organizasyonu yürüten oyuncuları görüyoruz…
Bizim dönemde benim oynadığım mevkiye 10 numara deniyordu. Şimdi farklılaştı mı? Hayır, keşke bizim gibi oyuncular olsa da onlara göstersek nasıl oynanabileceğini. Bizim dönemin 10 numaraları hep markaj altında kalan oyunculardı. Bugünkü pozisyon markajı gibi de değil ha; benim 19 yıllık futbol hayatımın en az 14 yılı bire bir markajla geçmiştir. "Oğuz'u tut, Fener'i oynatma. Oğuz'u tut onu oyundan düşür, Oğuz tuvalete gitse sen de git onunla."10 numara oynuyorsan tabii ki oyun zekân olması lazım. Arkanda gözün olacak; top nerede, rakip nerede bunu göreceksin. Bir de bazı fiziksel özelliklere sahip olman lazım. Çabukluğa, patlayıcı güce ve en çok da iradeye ihtiyacın var. Pes etmeyen, sürekli dirençli olabilen, kaybetmeyi hazmetmeyen bir karaktere ve rakipten kurtulmak için plan yapabilen zekâya sahip olmalısın.
Benim hayatım rakipten nasıl kurtulurum diye geçti. Diyelim top Högh'den Uche'ye gelecek, Uche'den de ben derin bir pas alacağım. O anda rakipten kurtulup gidemem, önce Högh'ün Uche'ye topu vermesini beklemem lazım. Uche'nin topa hâkim olup kafayı kaldırdığını gördüğüm an rakipten kurtulmam lazım. O dönem yüksek taktiksel uygulamalar yoktu, yani daha çok bireysel çözümler geliştirmen gerekiyordu. Alan açmak, açılan alana topsuz koşu yapmak gibi… İşte o top Högh'den Uche'ye gittiği an, aslında ben rakibi Högh'ün derinine götürüp alan açmışımdır. Uche'nin topu atacağına inandığım anda da rakibi itip 5-10 metre sprint atmışımdır ki daha top bana gelirken topla birlikte dönebileyim. O patlayıcı güçle birlikte döndüğüm an, rakipten 1-2 metre bile uzaklaştıysam artık iş bitmiştir. Ben ondan sonra yeteneğimle her şeyi yaparım. Zaten yüzüm Uche'ye dönükken sağdan İlker'in gittiğini görmüşümdür. Ona topu atmadan önce hangi pozisyonu almam lazım ki onun önüne atabileyim diye düşünmüşümdür. Benim aklım orada ama tribün maçı seyrederken topla boğuşan bir oyuncu görüyor. Çünkü topu doğru anda İlker'e atmak için beni tutan adamla mücadele hâlindeyim. Ama uygun ânı yakaladığımda her şey hazırdır. Taraftar "İlker gitti" diye ayağa kalkarken, ben hiç bakmadan topu İlker'in önüne atmışımdır bile. İşte o bütünlük sağlanmış, taraftarla benim aramdaki bağ büyümüştür. Ama ben Uche'ye yanlış zamanlamayla gitsem hiç bir şey yapamayacağım, pozisyon doğmadan ölecek.

Vaktiyle siz Salih Uçan'ın bugünkü 10 numara stilinde oynayamayacağını, ön liberoda oynayıp oyun görüşünü geliştirmesi gerektiğini söylüyordunuz…
Salih gibi oyuncuların oyun zekâsı olabilir ama fiziksel özellikleri 10 numara oynamaya uygunlar mı? Bana göre onun bacak boyunda olan birinin patlayıcı gücü olmaz ve markaj altında arkası dönük oynama şansı çok zayıftır. Çok nadir örnekler çıkar Yusuf Şimşek gibi. O yüzden, Türk futbolu Salih Uçan'a büyük haksızlık etmiştir. O kadar yetenekli ki doğduğu gün yapıştırmışlar alnına; "Sen 10 numarasın, Platini'sin" diye. Bu çocuk altyapılarda fark yaratır ama üst yapıya geldiğinde mental olarak güçlü, fiziksel ve taktiksel olarak da üst düzey olmalısın.
Kariyerinize dönersek… Mühendis olmanızın saha görüşünüze nasıl bir etkisi vardır?
Bunu bilimsel olarak doğru cümlelerle açıklamak kolay değil ama tabii ki hayatım boyunca kafam hep analitik çalışmıştır. Benim kendime ait futbol zekâma bağlı olarak ortaya koyduğum beceriler var ama bu becerilerin doğru kullanımı yönünde üniversite hayatının ve mühendisliğin mutlaka bana getirileri olmuştur. Üçgenin içine bir çizgi çekmişimdir, pozisyon netleşmiştir…
Sizle ilgili sohbetlerde hep "Beyninde radar var, sahaya görünmez bir çizgi çekiyor" gibi yorumlar yapılırdı. Bu çizgi, o çizgi mi?
İşin temelinde oyun zekâsı var. Bir maç oynuyoruz... Orta sahanın sağ tarafında, auta yakın bölümde rakip oyuncu baskıya gelmiş. Tam Rıdvan'a atacağım, ofsaytta olduğunu gördüm. Ama topu da korumam lazım. Rıdvan bunu anladı, ben topu koruyup başka tarafa çekerken ofsayttan çıkıp ikinci koşuyu gösterdi ama bu defa ben uygun pozisyonda değildim, atamadım. Topu rakipten kurtardım, çektim, üçüncü koşuyu gösterdi, önüne attım. Saniye içerisinde olan bir durum.
O telepatik bağın en simge ânı da 1989'daki Avusturya maçında Rıdvan'a yaptığınız asistinizdir herhâlde...
Kesinlikle. O topu önüme aldığım an, defans hattının arkasına geçmeden bırakmak… Biz doğal yetenekli insanlar olarak değil, doğal yeteneğini en efektif şekilde kullanan insanlar olarak var olduk. Normalde çok 'ben' diyen bir insan değilim ama konu açıldığı için biraz öyle oldu.
Gençler ve Babalar
Sakaryaspor'la 1987-88 sezonunda Türkiye Kupası'nı kazandık. Bu başarıdaki temel sebep, 1980-1981 sezonunda takımı 1. Lig'e çıkaran ve büyük oyuncuları Sakarya'ya getiren rahmetli Necdet Niş tabii ki. Necdet Hoca, bir antrenörden öteydi; futbolcu, yönetim, şehir basını hatta taraftara kadar hepsini yönetebilecek vasıflara sahip biriydi. 22 yaşında takım kaptanı yaptı beni. Takım iki gruptan oluşuyordu. Bizim gibi gençler ve en az yedi-sekiz oyuncudan oluşan, büyük takım görmüş 'baba' topçular. Ben bu iki grubun merkezindeydim.
Bu 'babalarla' geçinmek epey zordur. Egoları yüksektir, gençleri baskı altına alabilirler… Necdet Hoca, durumun farkına vardı ve bize bir ortam yarattı. Bir gün geldi, "Bir toplantı yapacağız" dedi, gittik toplantıya, beş dakika sonra vın! Necdet Hoca ayrıldı oradan. Bizi, 'babalarla' baş başa bıraktı, topu bize attı. Orada hiç saygısızlık yapmadan o tecrübeli oyuncuları zapturapta aldım kaptan olarak. "Kendi egolarınızı, bizim üzerimizde uygulayamazsınız" diye başladım ve o çocukluğumuzdan gelmiş futbolculara kafa tuttum. Bizim başarımızın altında, işte o toplantıda kurduğumuz bütünlük vardı. Bir de tabii olağanüstü bir kadroyduk hakikaten. Kalede Engin, orta alanda Özcan, ben ve Serdar Şenkaya. Özcan daha defansa yönelik oynardı, önünde de Serdar ve ben hücumu organize ederdik. Serdar zaten dizindeki kıkırdak sorunu olmasa neler yapardı, böyle bir topçu gelmez. E hücuma bakıyorsun, orada da Tuna ve Sinan Abiler ile Aykut. Sinan Abi çok garip bir oyuncuydu, kafaya acayip çıkar ve eliyle koymuş gibi bırakırdı topu. Sanırım Galatasaray'da Brian Birch'le çalışmıştı. O yüzden yan toplarda neler yapacağını çok iyi bilirdi. Daha bir de Kemal Yıldırım var ki bence her takıma ondan bir tane lazımdır.
Zaten kariyeriniz boyunca da geri planda kalmayı tercih ettiniz… Gol sevinçleriniz bile ölçülüydü
2000'lerden sonra popülizmin, futboldaki şov kısmının ne kadar önem kazandığı ortada. Ekonomi büyüdükçe taraftar profili, kulüp yapıları da değişti. Çocukluğumdaki Almanya yaşantısının bana getirdiği bazı gerçekler var. Gerçekle yaşamak. Gerçek nedir? Hafta içine girmiyorum; maç. Maç 90 dakikadır; ilk dakika gol atarsın ama iş bitmemiştir. 80'de yersin, bitmemiştir. Ama 90 dakikanın sonunda eğer iyi performans verdiysem ve kazandıysak, o zaman sevinebilirim. Biz 1988-89 sezonunda rekor puanla şampiyon olduk. Türk futbol tarihinin seyir zevki en yüksek sezonuydu. Son maçta bütün takım sahada taraftarın omzunda tur atarken ben soyunma odasında uzanmış, "Allah'ım sana şükürler olsun, bugünleri de gördüm" diyordum. Mutluydum, çünkü başarmıştık. Böyle bir öz disipline böyle bir tavır belki biraz fazla kaçıyor çünkü insanlar gerçekten başarılı olanları da oralarda görmek istiyor. Yani tamam şov yapma ama en azından varlığını da hissettir. Ama yapım gereği yaptığım işi dışarıya pazarlama; basına, taraftara, camiaya yansıtma konusunda hep geri adım attım. Bu biraz bugünkü futbola aykırı tabii.
103 gollü şampiyonluk, Fenerbahçe'deki ilk yılınızdı. Neredeyse bir yılda 'efsane' mertebesine yükselmiştiniz.
Doğru ama başarısızlık gibi bir seçenek yoktu zaten. Bizden bir sene önce Erdi Demir, Durmuş Ali Çolak, Rıdvan gibi isimler gelmişti. Bunlar çok iyi futbolcuydu ama Fenerbahçe en başarısız sezonlarından birini geçirdi, Rıdvan'ın performans veremediği bir yıl. Sonra bizim dörtlü, Hakan Tecimer, Tony Schumacher, Küçük Şenol, Hasan Vezir geldi… Daha önemlisi rahmetli hocamız Veselinovic gelmiş, hücum futbolunu seven eski gol kralı… Veselinovic, beni tanıdıktan sonra sürekli "Bre çocuk gelme, git ön tarafı topla!" diyen bir adam. Turhan ve Hakan devamlı gol arayan adamlar yanımda, ileride de Aykut, Rıdvan ve Hasan gibi bir üçlü. Şimdi nasıl başarısız olacaksın! Taşlar yerine oturdu sadece…
Rıdvan Dilmen, ilk sezonunda bekleneni veremeyince "Sarıyer'deki Rıdvan'ı Rıdvan yapan Sead Celebic'ti. Onun gibi bir oyuncuya ihtiyacı var" yorumları yapılmıştı. Siz de aslında tam böyle bir stile sahiptiniz...
Aynen, aynen. Celebic, ağır bir oyuncuydu ama o kadar zekiydi ki Rıdvan'ı yıldızlaştırdı. Sonra Rıdvan Fener'e gelip onu besleyecek adamı bulamayınca performans koyamadı. Gelmemle işin rengi değişti. Bugün Messi neyse, inanın Rıdvan da odur. Farkı yaratan ne? Mental eğitim. Biri bu mesleği tam anlamıyla yaparken Rıdvan amatör olarak yaptı. Ama yetenekleri eşsizdi.
.jpg)
Peki Tanju Çolak için ne söylersiniz?
İki yönü var: Karakter yapısı ve futbolcu özellikleri. İlk yıllarında müthiş fiziksel özelliklere sahip, koşu özelliği olan bir futbolcuyken daha sonra tipik ceza sahası içi golcüsüne dönüştü. Yıllar içinde tembelleşmişti. Ama her türlü gol atardı. Çok koşmayan, gelen topları da en iyi şekilde gole çeviren bir oyuncu oldu. Bizde oynadığı sene gol kralı olmasında payım büyük; 22 asist yapmışım ona. Her ne kadar "Bana pas atmadı" dese de… İçinde saf, temiz bir çocuk ama futbolun etkin ortamında bu cehaleti ile davranıyor. Kişiliğiyle ilgili çok sorun yaşadık. Geldiği zaman 10 numarayı isteyebilirdi mesela. Kendi ellerimle verirdim. Ama o arkadan dolaştı. Mental güce sahip olsa Barcelona'nın forveti olacak oyuncuydu.
1989'dan sonra şampiyon olamayan bir Fenerbahçe… 1995'te bir Brezilyalı geliyor, şampiyon yapıyor ama yedi yıl önce 103 gol atan felsefeden çok uzak bir futbol anlayışı ile…
Brezilya, 1990'da Dünya Kupası'nda başarısız olunca Carlos Alberto Parreira başa geçiyor ve "Avrupalı gibi organize olursak, yeteneklerimiz ile her rakibi yeneriz" diyor. Dörtlü savunmaya geçiyor öncelikle. Biz, Parreira ile 1995'te Brezilya kampına gittiğimizde altı hazırlık maçı yaptık. Altı rakibimiz de onun Brezilya'ya oynattığı düzende oynuyordu. Adam bizde olmayan futbol aklını koymuş ve bunu kulüplere de benimsetmişler.
Fenerbahçe'ye ilk geldiğinde bir toplantı yaptı. "Bundan sonra dörtlü savunma oynayacağız. İtirazı olan var mı?" dedi. Kimseden ses çıkmıyor tabii. Ondan sonra birtakım prensiplerden bahsetti. Dörtlü savunmadaki kaymaları, topun nerede olduğuna göre pozisyon almamız gerektiğini yürüyerek anlattı. "Önde basmıyoruz. 30 metre geriye gelin, topu beke oynasınlar, baskıyı orada başlatacağız ve öyle gole gideceğiz" dedi. Bitti! Sonunda da şampiyon olduk. Dolayısıyla Parreira'nın Fenerbahçe'nin oyununu kötüye götürdüğünü düşünmüyorum. Sayın Ali Şen bizim üzerimize oynayıp, ayrılmamıza neden olmasaydı Parreira da gitmeyecekti. Olanların farkına vardığı için eşini bahane ederek gitti. Eğer o takım kalsaydı, 1997 ve 1998 şampiyonluklarını da vermezdi.

Mental güçten bahsediyorsunuz hep. 1996'da, Trabzon maçındaki frikik de bunun bir örneği midir?
Düşün, onun da öncesi var… 1994 sonunda seçim oluyor Fenerbahçe'de ve Ali Şen seçiliyor. Daha dakika bir, Aykut ve ben takımın sıradan oyuncusu muamelesi görmeye başlıyoruz. O ara bir de 'piyon' antrenör geldi, Iviç. Gerekenler söylenmiş ona. Kenarda duruyoruz, orada Aygün'ü falan soyunduruyor. Takım kaptanı mıyız, genç transfer mi belli değil… O dönem bir Adana Demirspor maçı var. Deplasmanda 1-0 kazandık ama Ali Şen antipatik olduğu için devamlı küfür ettiler. Maçtan sonra havaalanında Selim Soydan yanıma geldi, "Kaptan, başkan sana sinirli, kasıtlı olarak iyi oynamadığını düşünüyor" dedi. Ali Şen'in bunu demesinin ardında da 1990'dan beri Aziz Yıldırım'la aramızdaki abi-kardeş ilişkisi var. Yani sanki biz kötü oynayıp Ali Şen'i başkanlıktan edeceğiz ve Aziz Yıldırım'ı oraya oturtacağız gibi bir şey kuruyor kafasında. Ama bizim futbol siyasetiyle işimiz yok. Bana onu deyince ben de kaptanım ya "Hemen bana randevu al, ona gideceğim" dedim. Pazartesi akşamı hayatımda ilk ve son kez Levent'teki meşhur evine gittim. Çok sinirliyim ama. İçeri girdim, havuzun başında beni bekliyor: "İmparatorum, canım, aslanım!" Oturduk:
— Başkanım, hakkımda olumsuz şeyler düşünüyormuşsunuz?
— Olur mu öyle şey!
— Kasıtlı olarak oynamadığımı söylemişsiniz?
— Ne demek o öyle!
Beni yıkadı, yağladı, gönderdi… Ertesi gün antrenmana çıktım, bizim çocuklar geldi:
— Kaptan, gazeteleri okudun mu?
— Ne gazetesi?
— Bir oku sen..
Gazetelerin hepsinde manşet: "Onu kovarım, ona şunu yaparım, gerekirse gider!" Beni şişirdi, gönderdi, gece basına bu demeçleri veriyor… Ben de hemen basını çağırdım, "Adam olan yüzüne konuşur, arkamdan konuşmaz" falan dedim. Çarşamba da benim dediklerim manşet oldu. O akşam da yönetimin verdiği yemek var. Yemeğe gittik, küfür eder gibi bize bakıyorlar. Cumartesi de Trabzonspor maçı var. Mental olarak en güçlü olmam gereken maçlardan biriydi… Isınmaya çıkıyoruz, adımımı atar atmaz tribünler bağırmaya başladı: "İmparator, imparator!" Böyle durumlarda daha iyi motive olurum zaten. Biri geliyor, sağından atıp solundan geçiyorum bir daha: "İmparator, imparator!"
Sonraki sezon Parreira geldi ama başkan bizimle hâlâ uğraşıyor. Ama zihnen o kadar güçlüyüz ki… Yaşımızı başımızı almışız, Parreira gibi bir hocamız var, neyin ne olduğunu görüyor… O sezon düğümün çözüleceği meşhur maç için Trabzon'a gittiğimizde biliyoruz ki organizasyon yapılmış. Şampiyonluğa inanmıyorlar, maçtan sonra bizi uçağa almayacaklar, basının önüne atacaklar. Biliyoruz bunları. Burada Parreira'nın katkısı çok çok büyük. Maç başlamış, gol yemişiz ama hâlâ galipmişiz gibi bildiğimizi oynamaya devam ediyoruz. Trabzon da bizi illa ki 3-0 ya da 4-0 yenmek zorundaymış gibi oynuyor. Rüştü de sağ olsun ne gelirse çıkarıyor...
Parreira, o haftaki çalışmalarda beni son yarım saat takımdan ayırmış ve "Kaptan git sen, frikik çalış" demişti. Maç konuşmasında da "Ceza sahasının hemen üstünde olursa Oğuz kullanacak, uzakta olduğunda Bolic kullanabilir" demişti. Maç başladı, 15. dakika falan, bir frikik. Ceza sahasında, sol tarafa yakın bir yer. Hazırlığımı yaptım, Bolic geldi yine mıy mıy "İçime doğdu da bilmem ne de…" Attırmadı bana. Vurdu, bir şey olmadı. Sonra bir serbest vuruş daha kazandık, biraz daha uzaktan. Bu sefer de ben gidip vurdum. Soyunma odasına girdik, Parreira geldi, "Kaptan, ne dedim size, siz ne yapıyorsunuz?" gibisinden bir şeyler söyledi. Maçtan önce dediklerini tekrarladı. Çıktık ikinci yarıya, 55. dakika bir frikik, vurmayacakmış gibi yaptım, bıraktım köşeye… 1-1 oldu ama o skor bize yetiyormuş gibi oynuyoruz hâlâ. Trabzon'a 1-1 yarıyor ama onlar da yetmiyormuş gibi saldırıyor. Orta sahanın biraz önünde stoper Cengiz'den topu aldım, Tayfun'a oynadım, Erol bindirdi, Aykut bitirdi… Orada da mesaj verdik. Aykut Hoca, maç sonunda çok güzel bir konuşma yaptı, hemen soyunma odasına gittik.
Orada unutamadığım an şudur: Bizim çocuklara "Hadi içeri" diye bağırıp koşar adım tünele doğru giderken arkadan birinin bana seslendiğini duydum. Bir döndüm, duygularını belli etmeyen, birçoklarına göre soğuk nevale bir adam olan Parreira, kulübeden koşarak bana doğru geliyordu. O, çok önemli bir andı benim için.
İngiltere'de İki Helikopter
Euro '96 için İngiltere'ye gittik… Takım kaptanıyım, elemedeki sekiz maçta da oynamışım. Ama şöyle de bir durum var; Fenerbahçe'den ayrılacağım. İlk maç Hırvatistan'la, biz de maç öncesi kamptayız. İki helikopter indi kamp yerine. Ali Şen, yöneticiler ve basın… Yukarıya devamlı haber geliyor: "Oğuz, Ali Şen geldi, seninle görüşecek." Ben de olanlardan dolayı gıcığım zaten. Biliyorum ki Ali Şen beni kanatlarının altına alacak ve "Kaptanım, imparatorum, canım…" deyip basına poz verecek. "Ben muhatap olmam o kişiyle" dedim ve indiremediler beni aşağıya. Ben gitmedim ama Ali Şen iki saat orada kaldı, görüşmeler yaptı. Fatih Hoca'yla da görüşmüştür tabii çünkü Ali Şen spor aleminde herkes için ‘Ali Abi'ydi…
Hırvatistan maçına çıkacağız, ben ilk 11'de yokum! Olabilir, hoca kararıdır… İlk yarı bitti, 0-0. İkinci yarı başladı, oyunu görüyorum "Hoca beni oyuna alsa artık" diye kendimi yiyorum. Yapacağım tek şey var, açığı görüyorum savunmadaki. Yana oynadıkları anda alıp döneceğim ve araya bırakacağım… Oyun bizim oyun, her şey elimizde… Ama almadı…