
Futbol Nereye Gidiyor?
20 dk
Dünyanın en popüler oyunu, köklü bir değişimin ortasında olabilir mi? Taktikler tarihi üzerine dev bir eseri olan İngiliz gazeteci Jonathan Wilson, futbolun geleceğini yazdı. Hem taktiksel açıdan hem de ekonomik anlamda oyun nereye gidiyor?
Şubat ayında Jürgen Klopp "Dünya futbolunda bir şeyler değişti" dedi ve ekledi: "Herkes buna adapte oldu, biz de adapte olduğumuzdan emin olmalıyız." Bu, temel ilkedir. Modern dünyada taktikler böyle değişir. Üst düzey futbol evrensel anlamda herkesin ilgisini çekiyor. 1950'lerde dörtlü savunmanın Brezilya'daki gelişimi ya da katenaçyonun İtalya'da ortaya çıkışı gibi durumlar artık geride kaldı. Hiçbir ülke, Brezilya'nın 1958 Dünya Kupası'nda yaptığı şeyi bir daha yapamayacak. Kimsenin bilmediği, anlamadığı ve nasıl baş edeceğini çözemediği 4-2-4 gibi bir dizilişle sahaya çıkamayacak.
Futbolun olgunlaşması değişimdeki en temel neden. Büyük, evrimsel sıçrayışlar çoktan yapıldı. Geriye kalanlar ise kademeli değişimler. Ve bunlar, Klopp'un da dediği gibi, hâlihazırda devam eden şeye adapte olarak gerçekleşiyor. Bir takım yeni bir şey yapıyor, sonrasında rakipleri antitez üretmeye uğraşıyor. Ardından rakipleri, bu antiteze yeni bir antitezle cevap veriyor ve süreç bu şekilde ilerliyor.
Klopp, şubat ayında 0-0'lık Manchester United maçından sonra basın toplantısında önemli ayrıntılara dikkat çekiyordu. Bir önceki cümlesi, anlattıklarını daha iyi açıklıyor: "Bayern'in sahamıza gelip tüm varlığıyla savunma yapması, bu duruma örnek." Bu, yeni bir akımın başlangıcı. Henüz evrensel bir akım değil. Ayrıca Şampiyonlar Ligi yarı finallerinde gördüğümüz kadarıyla şimdilik çok da ileri gidemedi fakat Klopp'un haklı olduğunu gösteren belirtiler mevcut. Burada elit takımların birbirleri arasındaki maçlardan söz ediyorum, ekonomik ölçekte zayıf takımları içeren maçlara da sonraki satırlarda geleceğiz. Örneğin, geçen sezon Liverpool ile Manchester City arasındaki mücadeleler olağanüstü derecede çılgınca geçen gerilim filmleri gibiydi. Bu sezon çok daha tutucu bir tavır sergilediler, özellikle ekim ayında Anfield'da 0-0 biten maçta. City, Şampiyonlar Ligi'ndeki Tottenham deplasmanında benzer bir oyun sergilemişti. Veya Bayern Münih'in Anfield'da 0-0 berabere kaldığındaki performansı, hatta ve hatta PSG'nin Old Trafford'daki 2-0'lık galibiyetinde sahaya koyduğu oyun bunun bir benzeriydi. Andığım performansların hepsi oldukça dikkatli ve disiplinliydi. Henüz büyük bir örnek grubu oluşmadı, bu trendin hızlı bir şekilde yok edilmesi de oldukça mümkün ama bir dizi büyük takımın saha içi görünümündeki değişiklik yine de göz ardı edilemez.
Bir bakıma değişim kaçınılmazdı. Önceki sezon Şampiyonlar Ligi eleme turunda yaşananlar sürdürülemezdi. Oynanan futbol, geri dönüşlerle birlikte (2018'de Roma'nın Barcelona karşısında yaptığı ve Juventus'un Real Madrid'e, Roma'nın Liverpool'a karşı neredeyse yapacakları) inanılmaz bir seviyeydi. Benzer geri dönüşler bu sezon da devam etti ve maç başına ortalama 3,64 gol ortalaması yakalandı. Sözü edilen sayılar, onlarca yıldır en üst seviyede görmediğimiz türden ancak bir kereye mahsus değil. Önceki yıl gol ortalaması 3,76'ydı ve bir değişimin doruk noktasıydı. Son on yıldır düzen belliydi. Şampiyonlar Ligi eleme turlarındaki gol sayıları artıyor ancak lig maçlarındaki sayıda bir artış yaşanmıyordu.

Kimsenin savunma yapamaması ya da kimsenin savunma yapmayı tercih etmeyişi diyebilirsiniz. Ama öyle ya da böyle, iki sezondur Şampiyonlar Ligi'nin son aşamaları kimsenin savunma yapmadığı bir dönemdi ve karşılaştığımız sonuçlar büyüleyici bir anarşiyi işaret ediyordu. Böyle bir iklimde, birçok teknik adamın savunmayı avantaj elde etmenin bir yolu olarak düşünmesi hiç de şaşırtıcı değil.
Mesela Liverpool'u ele alalım. Klopp, bu sezon Liverpool'u defansif aksiyonlarda daha disiplinli hâle getirmek için bilinçli bir çaba sarf etti ve son derece başarılı oldu. Geçen sezon Premier Lig'de 38 gol yiyen takım, bu sezon kalesinde sadece 22 gol gördü. Yani, maç başına yediği gol sayısını ortalama 1,00'den 0,58'e çekti. Elbette değişimde geçtiğimiz ocak ayında Virgil van Dijk'ı ve yaz aylarında Alisson'u kadrolarına katmalarının etkisi büyüktü. Sonuçta her ne kadar taktikler önemli olsa da çok iyi oyunculara sahip olmak her zaman işinizi kolaylaştırır. Diğer taraftan, ön alan baskıları da eskisi kadar yoğun değil. Liverpool'un rakipleri geçen sezon orta saha ve birinci bölgede art arda 11,2 pas yapabiliyordu, bu sayı 11,9'a yükseldi. Aynı zamanda rakipleri artık altıpastan 11,12 metre uzakta hareket alanı bulabiliyor, bu geçen sezon 10,90 metreydi. Bunun, Liverpool'un oynama biçiminde de etkisi var. Geçen sezon maç başına 10 ya da daha fazla pasın şuta dönüşme oranı 3,39 iken, bu sezon bu sayı 3,88. Sezon başında oyuna yaklaşımda ciddi bir farklılık vardı, sezon sona ererken Liverpool agresif futboluna yaklaştı. Ancak genel olarak Kırmızılar biraz daha temkinliydi, acele tarzlarından uzaklaşmışlardı. City'nin ekim ayında Anfield'da oynanan karşılaşmadaki yaklaşımı yeni mantalitenin ilk göstergesiydi. Guardiola hep futboldan anladığının hücum etmek olduğunu söyler ama o gün klasikleşmiş 4-3-3 yerine, daha derinde oynayan Riyad Mahrez ve Raheem Sterling'li 4-4-1-1 dizilişiyle sahada yer alıyordu. Kyle Walker neredeyse üçüncü stoper gibiydi ve olabildiğince az şekilde bindirmelere katılıyordu.
Gung-ho (ya herro ya merro) taktiğiyle oynanan geçen sezonki eşleşmelerden sonra bu sefer her iki takım da rakibinin güçlü yanlarına ve oyun anlayışına adapte olmaya çalıştı. Dolayısıyla oyun çıkmaza girdi. Ancak ilerleme, yalnızca futbolda değil, farklı disiplinlerde de böyle yaşanır. Bir şeyleri yapmanın yöntemi o kadar belirginleşir ki bunu sıfırlamaya çalışan antitezler de hemen kapısında biter. Döngüsel bir durum ortaya çıksa da aslında gelişim de böyle noktalarda saklıdır. Her yeni döngü, bir önceki döngünün getirdiği bilgiyle ele alınır. Fakat ortada sürekli dönüp duran basit bir çember yoktur, denkleme dışarıdan sürekli başka güçler de dâhil olur.
Belki de futbolun zirvesinin son senelerde neden bu kadar kaotik bir hücum oyununa evrildiğini açıklayan güçlerden birisi de şudur: Para. Zenginler ve yoksullar arasındaki ayrım hiç bu kadar büyük olmamıştı. Deloitte'un rakamlarına göre geçen sezon Paris Saint-Germain'in geliri -541,7 milyon euro- Fransa'nın bir sonraki en zengin kulübü Lyon'un toplam gelirinin tam 3,3 katıydı. 629,2 milyon euro gelire sahip Bayern ise 317,2 milyon geliri olan Borussia Dortmund'u gölgede bırakıyor. 394,9 milyon euro gelirli Juventus ise İtalya'daki en yakın rakibi Inter'le (280,8 milyon euro) arasındaki farkı oldukça açmış konumda. İspanya'da en azından üç büyük var ama orada da Atletico Madrid (304,4 milyon euro) ile arkasındaki Sevilla (165,2 milyon euro) arasındaki makas çok geniş.
PSG, Fransa Ligi'ndeki son yedi sezonun altısını şampiyon olarak tamamladı. Bayern, Bundesliga'da üst üste yedi zafere ulaştı. Juventus arka arkaya tam sekiz Scudetto kazandı. İspanya'da ise son 15 senenin 14'ünde şampiyon ya Barcelona ya da Real Madrid oldu. Rekabet dengesi ortadan kalktı ve kaçınılmaz olarak futbol değişti. Eğer bir takım, maddi kaynak bakımından bahsi geçen süper kulüplerin avantajlarına sahipse rakipleri daha da derinde durmaya meyilli bir yapı ortaya koyuyor. Bu takımlar, yarı sahalarına gömülüp, rakiplerini kendi sahalarında kabul ediyorlar. Dolayısıyla süper kulüpler de topu domine etmeye alışıyor ve böylece top oynama kapasitesi öncelik hâline geliyor. Bekler ise artık pozisyon bilgisi ve müdahale yeteneğinden çok ileri çıkabilme ve tehlikeli orta açabilme kabiliyetiyle fark yaratıyor, derine inen kanat oyuncularına dönüşüyor. Günümüzde top dağıtımı, stoperler için bile, adam markajı ve hava hâkimiyetinden kıymetli durumda.
O yüzden de süper kulüpler, kendileriyle benzer seviyede rakiplerle karşı karşıya geldiklerinde sıkıntı yaşıyorlar. Yerel liglerinde mücadelenin kalmaması, savunma sanatında ustalaşma zorunluluklarının ortadan kalkması savunma katliamlarını beraberinde getiriyor. Peki daha defansif bir yapıya bürünmek nelere yol açacak? En nihayetinde, günümüz futbolunda kazanmak kadar pazarlama ve halkla ilişkiler de mühim. Real Madrid'in idari yöneticisi Jose Angel Sanchez, Disney'i model alarak kulübünü 'bir içerik üreticisi' şeklinde tanımlıyor. Şu an Parc des Princes'te bir Şampiyonlar Ligi maçına gidin, tribünlerde birçok ünlüyü görürsünüz ve ısınma anlarında kendinizi bir moda defilesinde hissedersiniz. Şatafatla, tatsız geçen 0-0'lık bir maç yan yana iyi durmaz. PSG, kariyerlerinin zirvesindeki Bob Paisley ve George Graham'ı hoş karşılamayabilirdi. Belki Manchester United'ın alışılmış oyun yapısını benimsemeyen ve Old Trafford'taki sonunu bu yüzden getiren Jose Mourinho'yu bile istemeyebilirler. Böyle süper kulüplerde başarı ile oyun stili arasında hassas bir denge sözkonusu. O nedenle pragmatist bir tavırla oyuna daha defansif yaklaşan herhangi bir teknik adamın, eğer aldığı sonuçlar istisnai değilse, çok zamanı olmuyor.
Öte yandan, modern futbolcuların da önceki nesillere nazaran daha büyük bir gücü var. Oyuncularından sadece onlara verilen emirleri takip etmelerini isteyen, askerî kurumları andıran kulüpler geçmişte kaldı. Eğer bir yıldız, teknik direktörünün işleri yapma şeklinden hoşlanmazsa, Paul Pogba-Mourinho örneğindeki gibi, içlerinden birinin gitmesi nadiren uzun zaman alıyor.

Fakat yetmişler ve seksenlerde oynanan, Avrupa Kupaları'nın klasikleşmiş defansif futbol anlayışının tekrardan geri dönmesi -taktiksel sebeplerden ötürü- neredeyse olanaksız. Geri pas kuralı, oyuna büyük damga vurdu. Liverpool ve Nottingham Forest, o dönem kısa paslarla başarıya ulaşan takımlar arasındaydı. Ancak geri pas kuralı, güvenceleriydi. Liverpool maçları, kalecisinin topu Joey Jones veya Phil Neal'a yuvarlamasıyla, onların da topu geri vererek bir döngü yaratmasıyla geçiyordu. Bir noktada topu ileriye, Emlyn Hughes veya Alan Kennedy'ye yolladıklarındaysa süreç yeniden başlardı. O günden bu yana iki kulübün aynı başarıları yakalayamadı. Hillsborough, Liverpool'a ve Kırmızılar'ın Premier Lig'in yeni ekonomik iklimine ayak uydurma kapasitesine sert bir darbe vurdu, Brian Clough'un alkol bağımlılığı ise Forest'ı sarstı. Ama düşüşlerinin merkezindeki neden farklıydı. Artık maçları öldürmek ve kontrol etmek çok daha zor.
Son çeyrek yüzyılda ofsayt kuralında da önemli serbestleşmeler yaşandı. Arsenal'ın zamanında kurduğu ofsayt tuzağının bir benzerini yapabilmek şimdi imkânsız. 1998'den bugüne, Premier Lig'deki maç başına ofsayt sayısı yüzde 38 oranında geriledi. Geçtiğimiz Dünya Kupası'nda maç başına sadece 2,64 ofsayta düşüldü ki bu tarihteki en düşük sayıya tekabül ediyordu. Bundan bir önceki en düşük sayı ise maç başına 3,61 ofsayt ile 1966 Dünya Kupası'na aitti. O sene, yüksek baskılı oyunun doğuşuna işaret etmiş ve takımlar, ofsayt kuralı değişikliğinden beri ilk kez agresif ofsayt tuzağı kullanarak oynamışladı.
Bu durum sadece savunmayı zorlaştırmıyor, aynı zamanda orta sahada oluşan boşlukların sayısını da artırıyor. Takımlar, bir zamanlar yaptıkları gibi, yarı sahalarının yaklaşık 10 metre civarında içgüdüsel koşular yapamaz hâle geliyor. Her ne kadar pres yapmak hiç olmadığı kadar yaygın olsa da buna karşılık defans oyuncuları daha derine iniyor ve kalecilerin savunmadaki arkadaşlarına pas atması daha yaygın bir seçenek hâline geliyor. Birçok elit kulüp için topa sahip olmak artık en önemli husus. Değişim, efektif oyun alanının genişlemesi demek. Bu genişleme, mevki olarak yok olma tehlikesi yaşayan, topla arası iyi, küçük orta sahaların önünü açtı. Bir de hakemler faul konusunda daha sert bir çizgi çizmeye başladılar. Artık rakiplerin gözünü korkutmak, sarı veya kırmızı kart görmeyi riske etmeden yetenekli oyuncuları oyundan uzaklaştırmak zorlaştı. Bu nedenle Xavi, David Silva ve Luka Modric gibi isimler etkilerini artırdılar.
Basitçe söylemek gerekirse, artık savunma yapmak eskisinden daha zor. Bayern'in Anfield performansını, özellikle ilk yarıdaki stratejisini, böylesine garip kılan da buydu. İki takım da presin ve derinde oynamanın temel prensiplerini kontrol etmekte zorlanmışlardı. Ve sonuç olarak, ortaya hiç kullanılmayan bir orta saha ve birbirinden tamamen ayrı iki oyun ortaya çıkmıştı. Böylesine bir oyun formunda, defansif aksiyonların nasıl alınacağı konusu tam bir muamma. Virgil van Dijk gibi hem toplu hem de topsuz oyunda mükemmel savunmacılar oldukça nadir bulunuyor fakat gelecekte defansı daha çok düşünen savunmacılara geri dönülebilir. Beklerin hücum aksiyonlarını sınırlandırma fikri, bu sezon City, Bayern ve Liverpool tarafından defansif beklentilerin önde olduğu maçlarda uygulandı. Lakin sözü geçen fikir, sahada uygulanabilecek somut bir fikirden ziyade, soyut bir düşünce yapısını içeriyor.

Burada elbette kadro kaliteleri birbirine yakın elit takımlardan söz ediyoruz. Büyük resim daha karışık. Premier Lig, diğer Avrupa liglerine nazaran daha dengeli bir organizasyon. Yayın gelirleri, muadillerine göre daha adil dağıtılıyor. Bu yüzden Deloitte Raporu'nda gelir bazında dünyanın en zengin 29. kulübü Brighton. Ancak belgenin değindiği bir diğer nokta da zenginler ve geri kalan kulüpler arasındaki uçurumun devamlılığını simgeliyor. Manchester City ve Liverpool'un bu sezon neredeyse her puanı almasının tek sebebi, Guardiola ve Klopp'un mükemmellikleri değil. Bunun sebebi her iki kulübün de muazzam büyüklükteki finansal durumları. Dolayısıyla rekabetin üst düzey olduğu maç sayısı gittikçe azalıyor.
Opta'nın veri topladığı ilk üç sezonda, 2003- 04 ile 2005-06 arası, bir takımın yüzde 70 veya daha fazla oranda topa sahip olduğu maç sayısı üçtü. Bu veri, 2016-17 sezonunda 36'ya ulaştı. Geçtiğimiz sezonki sayı ise 63. Bu sezon 1960'ların ortasına yaklaştık. Yani yaklaşık altı Premier Lig maçının birinde durmadan saldıran takımla kapanıp hücumları savurmaya çalışan takım karşılaşıyor. Bunun ne denli sürdürülebilir olduğu ve taraftarların böylesine tek taraflı bir futbolu izlemek isteyip istemediği Premier Lig'in endişelenmesi gereken bir konu. Aynı mevzu, ilk altı kulübün yayın havuzundan daha fazla pay almak için durmadan ısrar etmesine karşı belirli bir adil gelir dağıtımında ısrar eden Premier Lig CEO'su Richard Scudamore'un emekli olmasından sonra daha da büyük bir problem hâline gelebilir. Gelecek sezondan itibaren, denizaşırı yayın hakları eşit şekilde bölünmeyecek ve ligde başarılı sonuç elde eden takımlara düşen pay artacak. Böylece tepedeki takımların finansal avantajları daha da artacak.
Ama bu yazı için önemli olan, işin taktiksel boyutu. Real Madrid'de çalıştığı dönemde Jose Mourinho'nun en çok eleştirildiği alanlardan biri, Diego Torres'in kitabında oldukça detaylı bir şekilde anlatılmıştı. Portekizli, her ne kadar oyuncularına savunma yapmayı ve kontraatağa çıkmayı öğretse de onları kapanan ekiplere karşı iyi hazırlayamamıştı. Geliştirdiği özellikler, elit takımların kendi aralarındaki maçlarda en önemli şey olabilir. Ama geri kalan mücadelelerde, büyük takımlar derinde bekleyen ve ceza sahasını dolduran takımlara karşı yeni bir formül bulmak zorunda kalıyor.
Bu durum, büyük kulüplerin radikal açıdan iki farklı oyun öğrenmesini gerektiriyor. Lig maçlarının çoğunda hücum futboluna odaklanmak, süper kulüplerle mücadelelerde ise daha dengeli bir oyun yapısı benimsemek. Bahsi geçen ikilik, çok daha yoğun bir taktiksel esneklik talep ediyor. Hatta son dönemde futbol yorumcularının sert şekilde "Daha en güçlü 11'inin hangisi olduğunu bile bilmiyor" dediklerini duyuyoruz. Guardiola ve Mauricio Pochettino gibi isimlerin maç maç düşünerek ilk 11'lerinde değişiklikler yapmasından sonra bu tarz eleştirilerin garip kaçtığını söyleyebiliriz. Arsenal Teknik Direktörü Unai Emery, bu sezon altı farklı taktiksel diziliş kullandı ve bazen ilk yarıların sonunda büyük değişikliklere imza attı.

Bu belki de daha önce bahsettiğim dış etkenlerin bir başka örneği. 1961'de Alf Ramsey'nin Ipswich Town'ı 4-2-4 dizilişiyle İngiltere Birinci Ligi'nde şampiyonluğa ulaşmıştı. Takımın sol kanadı Jimmy Leadbetter, ileride durmaktan ziyade geri çekiliyordu ve rakip takım beklerinin işini zorlaştırıyordu. Çünkü ne zaman Leadbetter'ı geriye çekseler Ipswich'in forveti rakip takım bekinin boşalttığı alana geçiyordu. Rakip bekler bölgelerinde kalmayı tercih ettiklerinde de Leadbetter'a topla süre tanımış oluyorlar ve böylece tehlikeli olmasını engelleyemiyorlardı. Bir sezon boyunca kimse çözüm üretemedi ve Ipswich, şaşkın bakışlar arasında zafere yürüdü.
Ipswich, 1962 Charity Shield'da Tottenham'la karşılaşmış ve sahadan 5-1 mağlup ayrılmıştı. Spurs, Leadbetter'ı durdurmanın yolunu bulmuştu. Daha da önemlisi, ertesi bahar milli takımın başına geçen Ramsey sonrası Ipswich, küme düşme savaşının içerisine girmişti. Benzer bir şeyin şimdi yaşanması imkânsız. O dönem maçlar nadiren televizyonda yayımlanırdı, özetleri bulunmazdı ve rakip menajerler Ipswich Town'ı ancak onlarla karşılaştıklarında izleme fırsatına erişirdi. Bugünse, her şey kayıt altında ve her aksiyon analiz ediliyor. Herkesi şaşırtacak yeni bir stratejinin dayanma süresi en iyi ihtimalle birkaç haftadan ibaret. Artık menajerler, aynı takımı aynı dizilişlerle her maç sahaya süremez.
Ancak bu durum, teknolojinin oyuna etkisinin sadece başlangıcı. VAR, şimdiden etkilerini göstermeye başladı. İngiltere, Dünya Kupası'nda korner rutiniyle VAR'ı adeta sömürdü. İp gibi dizilen dört oyuncu, korner atıldığında rakiplerini itip kakarak yer değiştiriyor ve böylece savunmanın işini zorlaştırıyordu. Savunmalar eskiden bundan yakalarını kurtarabilirlerdi. Ama VAR, yapılanların gözükmesini sağladı. Bu durum, hakemlerin karar verme yetkisini rahatlattı ve aynı zamanda da hataların geri döndürülme şansının olduğunu hakemlere hissettirdi. Sonuçta, İngiltere kornerlerden altı -dördü direkt olarak, ikisi de penaltı sonuçlanan pozisyonlardan- gol buldu. Eğer VAR ceza sahasındaki güreşmeleri azaltırsa kornerler çok daha değerli olacak. Şu an 50 kornerden sadece bir tanesi golle sonuçlanıyor. Eğer bu sayı 30 veya 20'lere düşerse ne olacak? Takımlar çim hokeyindeki gibi korner kazanmak için mi uğraş verecek? Peki bu ne anlama geliyor? Sahanın köşelerine doğru oynanan toplarla rakip hataya mı zorlanacak? Bizleri, pozisyon alma ve topa sahip olma arasındaki sonsuz eksene geçiş mi bekliyor?

Daha genel olarak, VAR savunmaların kalabalık ceza sahalarında yaptıkları itiş kakışları cezalandırmaya başlayacak. Futbol bu filmi daha evvel de görmüştü. Euro 2012'de, kale arkası hakemlerinin tanıtıldığı ilk turnuvada, 76 golün 22'si kafa vuruşlarından gelmişti (bunların 10'u duran toptandı) ve bu sayı Euro 2004'teki rekorun tam 5 gol fazlasıydı. Zamanın UEFA Başkanı Michel Platini şöyle diyordu: "Ek hakemlerle beraber kafa vuruşlarıyla daha çok gol atma imkânınız doğuyor, bunun sebebi oyunculardaki yakalanma korkusu. Daha çok gol oluyor çünkü müdahale yapacaklarında hakemlerin orada olduklarını biliyorlar ve her zaman faullü müdahale yapmaya yeltenemiyorlar."
Bu veriler küçük bir numuneyi oluşturuyordu ve Platini yaptığı yenilikler için kendisine kredi çıkarmaya başlıyordu. Problem ise şuydu, savunmacılar zamanla kale arkasındaki hakemlerin aslında büyük fark yaratmadığını fark etti. Durmaksızın gözlerin üstünde olma duygusu yavaş yavaş dağılmıştı. Ancak VAR ile yaşanan durum gerçekten 'Biri Bizi Gözetliyor' hâli. Etkileri çoktan gözükmeye başladı. Alessandro Florenzi'nin Fernando'ya yaptığı müdahale sonrasında, Porto'nun son dakikalarda kazandığı penaltı ile Roma'yı eleyip 2018-2019 Şampiyonlar Ligi sezonunda çeyrek finale çıkması bunun örneğiydi. Muhtemelen ortalar da artık daha değerli olacak. Savunma yapmak daha da zorlaşacak ve geriye yaslanan takımlara daha az fayda getirecek.
Büyük etkiye sahip olduğu kesinleşen bir diğer teknolojik faktör ise veri analizi. Bu konu üzerine konuşabilecek benden daha kalifiye insanlar var ancak rahatlıkla şunu söyleyebilirim ki analizler daha da yaygınlaştıkça ve komplike olmaya başladıkça verilerin teknik adamların bakışını değiştirebilme potansiyeli de artacak. Zaten 1962'de Ipswich'te olanların tekrar yaşanabileceği bir dünyadayız. Ancak veriler, takım scout'larının fark edemediği gücün ve zayıf noktalarının altını çizebilecek. Bunu daha evvel Marcelo Bielsa'da gördük.
Neredeyse otuz senedir pres uygulamaları için video analizleri kullanıyor. 1997'de Velez Sarsfield işini kabul etmek üzereyken video kapasitesi yüksek bir bilgisayar istediğinde kendine has tuhaflığını görmüştük. Şimdilerde bu istatistikler çok rahat şekilde satın alınabiliyor. Bielsa, Derby County'nin taktiklerini 'Casus Toplantısı'nda açıklamıştı. Bu olaya çoğu kişinin tepkisi aynıydı: "Artık bunu herkes yapıyor." Bu süreç ilerleyen zamanlarda daha ayrıntılı ve keskin hâle gelecek, bu da takımların hem rakiplerine uyum sağlamaları hem de rakiplerinin hazır olmalarını engellemek için daha esnek olmayı öğrenmeleri anlamına geliyor.
Son zamanlarda gördüğümüz değişikliklerden biri de dikkat çekecek derecede hızlı gerçekleşti: Üst düzey takımların savunmadan pasla çıkması. Bu durum, pozisyon endeksli bakıştan topa sahip olmaya geçişin bir kısmını niteliyor. Şimdilerde stoperlerin kenarlara doğru ayrılmasını ve kalecilerin -gol sonrasında duran oyun ya da akan oyunda olsun- topu onlara atmasını izliyoruz. Ancak bu durum zaman zaman Almanya'nın Amsterdam'da Hollanda'ya karşı aldığı 3-2'lik galibiyetteki gibi absürt durumlara yol açabiliyor. Skor 2-2'yken ve Hollandalılar baskıyla maçı kontrol etmişken, Manuel Neuer topu kendi kalesinin yaklaşık 12 metre yakınındaki Antonio Rüdiger'e attı. Bu pas, takımının genel felsefesinin yansımasıydı. Almanya, Hollanda'yı baskıya çağırıyordu. Konuyu iki farklı şekilde toparlayabiliriz. Bunlardan biri, geçen sezon Etihad'daki Manchester City-Tottenham karşılaşması. Tottenham, yüksek baskıyla başlayarak Ederson'un savunmacılarına ya da
Fernandinho'ya atabileceği pasları zorlaştırdı. Ederson topa uzun vurmaya başladı: Vurduğu 19 uzun top, ligdeki ortalaması olan 4'ten çok daha fazlaydı. Ancak tüm kalecilerin Ederson gibi ayaklara sahip olmasını beklemek, tüm savunmacıların Van Dijk gibi yeteneklere sahip olmasını beklemek gibi. Pas yeteneğinin kaleciler için giderek daha önemli hâle geldiğine hiçbir şüphe yok ancak sadece bu yeteneğe sahip olmak yeterli değil. Aynı zamanda mükemmel reflekslere, oyunu okuma becerisine ve en azından İngiltere'de Claudio Bravo'nun sahip olmadığı fiziksel yeterliliğe sahip olmanız gerekir.

Baskıdan kurtulmanın diğer bir yolu da basitçe uzun oynamaktır, Ederson'un Spurs maçında oynadığı kadar ayağa olmasa da, en azından uzun bir santrforu hedef alarak top atabilirsiniz. Bu spekülatif bir durum. Ederson ve Van Dijk'ta bahsettiğimiz gibi, bu pasları atabilmek için farklı bir yeteneğe olmanız gerekiyor. Ancak Guardiola, Jürgen Klopp'un Borussia Dortmund'u ile oynadığı Almanya Kupası'nda Javi Martinez'i geçici bir santrfor olarak kullanmış ve presten uzaktan oynamasını sağlamıştı. Louis van Gaal de United'da Marouane Fellaini üzerinden benzerini kurgulamıştı. Fellaini, beceriksiz bir değişiklik olarak görülse de aslında yüksek baskıdan kurtulmanın efektif yolu olarak kullanabilir. Hele ki Ederson gibi ayakları iyi bir kaleciye sahip değilken... Ancak bunlar, özü itibarıyla, küçük değişiklikler. Teknolojinin futbola etkisini kestirmek zor ama değişimin derin olacağını tahmin edebiliriz. Taktiksel manada önümüzde büyük bir sıçrama var mı, öngörmek mümkün değil. (Zaten sıçramalar doğaları gereği beklenmedik zamanlarda gerçekleşir.)
Sıçramaların sonuncusu, Guardiola'nın Barcelona döneminde Johan Cruyff'un fikirlerini modern dünyaya uyarlamasıyla yaşandı. Felsefesi yeni değildi. Önceden var olan fikirlerin farklı bir ortamda daha radikal şekilde yeniden uygulanmasıydı. Maç boyunca pres yapabiliyorlardı çünkü spor bilimi, Cruyff'tan bu yana epey gelişti. Artık futbolcular daha sağlıklı ve fit kalabiliyor. Teknik orta saha oyuncuları, Cruyff'un takımındakilerden daha fazla topa sahip olabiliyordu çünkü eski sert müdahalelerin nesli tükenmişti ve yenilenen ofsayt kuralıyla saha içerisindeki efektif oyun alanı büyümüştü. Bu, nelerin mümkün olabileceği konusunda değişime yol açtı. Guardiola'nın Barcelona'sı her tür spesifik şarta uygun özel oyuncularla bezeliydi ve Pep de onlara topa sahip olarak oyunu nasıl kontrol edebileceklerini gösterdi. Michael Carrick, 2009 Şampiyonlar Ligi Finali'nde topa bir türlü sahip olamamalarından dolayı utanç duyduklarını ve disiplinlerini kaybettiklerini söylüyordu. Hegemonya altına alınmaya alışık değillerdi.
Sonra kulüplerin tutumları değişti. Guardiola'dan dersler öğrenilirken takımlar -hatta süper kulüpler- onlarla baş etmenin en iyi yolunun topsuz oyun olduğuna kanaat getirdi. Mourinho'nun Inter ile 2010 Şampiyonlar Ligi yarı finalinde yüzde 19 topla oynama oranıyla finale çıkması esnasında verdiği ders buydu. Chelsea'nin 2012 yarı finalinde Barcelona'ya karşı gösterdiği performans da bahsi geçen ilkeyi yeniden doğrulamıştı: Derine yerleş, oyun şeklini bozma, topa sahip olmayı dert etme. İşte o zaman, onlara direnmek mümkün olabilir.
Jürgen Klopp, Mauricio Pochettino, Max Allegri, Antonio Conte, Thomas Tuchel ve daha niceleri farklı okullardan mezun olsalar da Guardiola'nın neler başardığını kabul ettiler. Elit seviyelerdeki tüm menajerler onun Barcelona'sından etkilendi, sadece durdurmaya çalışanlar bile. Pres yaptırabilecek kapasiteye ya da isteğe sahip olmayan menajerler, en azından elit takımdakiler, günün sonunda geri kafalı görünüyorlar. Mourinho'nun United'da karşılaştığı durum buydu ve hatta Arsene Wenger'in Arsenal'deki son senelerinde yaşadıkları... Olay, takımlarının yeterince pres yapmaması değildi. Ne zaman Barcelona ya da Bayern ile eşleşseler görüldü ki bu işte o kadar da iyi değillerdi.

Değişimin somut etkisi, Şampiyonlar Ligi'nin eleme aşamalarında maç başına atılan ortalama gol sayısındaki artış oldu, buna adil olmayan gelir dağıtımının yarattığı şartlar sebep olmuştu. Guardiola'nın ilk teknik adamlık senesinden bu yana, Şampiyonlar Ligi eleme maçlarında maç başına 3 golün olmadığı sadece bir sezon olmuştu. Menajerlik deneyiminden önce ise, çeyrek finallerin statüye dâhil edildiği 1994-95 sezonu sonrasında, eleme safhasında maç başına üç golün olduğu sadece iki sezon olmuştu.
Bu felsefeden bahsetmekle birlikte son beş Şampiyonlar Ligi sezonunun dördünü kazanan takımın "En iyi oyuncuları al ve bir şekilde anlaşmalarını sağla" felsefesinde bir ekip olduğunu unutmamak lazım. Ancak bu felsefe, Real Madrid'e İspanya'da başarıyı getirmedi. Ligi 11 senede sadece iki kez kazandılar, 1954'te Santiago Bernabeu başkanlığında kazandıkları ilk şampiyonluktan beri geçirdikleri en kısır dönem bu. Ligde yeterince istikrarlı olamadılar ancak eleme maçları gibi büyük sahnelerde kazanma alışkanlığı geliştirdiler.
Belki de bu durum bazı süper külüpler için kâfi. Özellikle PSG gibi kendi ligini her şartta domine edebilenler için... Yıldızlar al, onları şımart, oyun teorisi hakkında başka zaman da düşünürsün. Günün sonunda formayı satan, ilgi uyandıran ve sosyal medyada etkileşim üreten kişiler yıldızlar. Aynı şekilde içeriği üreten de onlar. Ve kulüpler içerik üreticileri olarak kendilerini tanımlamaya başladıkça, muhtemelen bir kültür yaratmaktan ziyade bu yola başvurmak iş perspektifi açısından daha çekici bir durum. Süper zenginler için her zaman birkaç büyük yıldız alıp onların kısa süreli tadını çıkarmak, nesiller boyunca başarı sağlayacak bir temel oturtmanın acısını çekmekten daha kolay geliyor. Manchester City bir felsefeye sahip ve Guardiola'yı yanına bu şekilde çekmeyi başardı. Ancak birçok kulüp, teknik adamların bu kadar özgür olduğu bir yapıyı kabul etmeyebilir. Sarri'nin Chelsea'deki mutsuz senesi klasik bir örnekti: Teknik adam kafasında bir felsefeyle gelir ancak kulüpte bu felsefeye ayak uyduracak kimse bulamaz.
Para, bir kulübü başarısızlıktan uzaklaştırmakla birlikte onlara bir felsefe yeşertme konusunda yardımcı olmalı ve aynı zamanda ezoterik teoriler üzerinde çalışmalarına olanak sağlamalıdır. Bu konuda İngiltere dışındaki süper kulüplerin dezavantajları daha az.
Barcelona ya da Juve asla ilk dört dışına çıkmayacak ve her zaman Şampiyonlar Ligi gelirlerini kasalarına koyacaklar. Fakat gittikçe artan bir şekilde görüyoruz ki kısa vadeli planlar ve gösteriş arzusu, yeni düşünceler üzerinde çalışmaya üstün geliyor. Ve bu, bizi başladığımız yere döndürüyor. Teknoloji, video asistan hakemlerle ve daha iyi analizlerle oyunu değiştirecek. Çeşitli hukuksal değişiklikler, bireysel teknikleri şimdiye dek olduğundan çok daha önemli kılmış durumda. Her iki faktör de takımların giderek daha esnek hâle gelmesi gerektiğini işaret ediyor.
Daha somut bir pencereden bakıldığında hiç şüphesiz ki Klopp; futbolun kemer sıktığı konusunda, bir stok sayımına döndüğü, büyüklerin savunmayı ciddiye almasının onlara rekabette bir üstünlük sağlayıp sağlamayacağını düşünmeye başladıkları konusunda haklı. Ancak bu durum büyük bir değişimden ziyade ufak bir düzenleme gibi geliyor. Katenaçyo çağına dönüş veyahut bunun seviyesinde başka bir durum olmayacak, olamaz. Dolayısıyla futbolun aklıselim sesleri ne önerirse önersin, futbolun çılgın ekonomisi kendini hissettirecek ve sansasyonel transferler aklıselim düşüncenin gerekliliklerinin önüne geçecektir.
Çeviri: Arhan Ata Pilavoğlu