Futbol Yoksa Hayat Da Yok

14 dk

Feyyaz Uçar, sadece attığı gollerle değil yazdığı yazılar ve kendine has kişiliğiyle de ülke futbol tarihinde özel bir yere sahip. Unutulmaz golcüyle, Beşiktaş sevgisini ve futbol tutkusunu konuştuk.

Beşiktaş hikâyenizin Lüleburgaz’da bir tırda başladığını söyleyebilir miyiz?

Çorlu Endüstri Meslek Lisesi’ndeydim, Tekirdağ şampiyonu olurduk hep. Lüleburgazspor’dan biri de orada izlemiş beni. Çağırdılar, gittik dayımla birlikte. İmzaya gittiğim gün, antrenör değişmiş ve Beşiktaşlı eski futbolcu Sabahattin Kuruoğlu gelmiş takımın başına. Sabahattin Hoca da benim için “Bu adamı tanımıyorum, imza attırmanıza gerek yok” demiş. O gün de seçme vardı, benden seçmeye çıkmamı istediler. O kadar gelmişiz, çıkarız ama dayım sinirlendi, döndü İstanbul’a. Neyse, girdim ben seçmeye, klasik birkaç gol attım. Maçtan sonra, bugünkü jargonla “Biz sana döneriz” dediler. Beni beğenen adamcağız aldı beni, bir tıra el etti ve Avcılar’a gönderdi.

Ertesi gün yazlık arkadaşlarım gelmişti. Muhabbet ediyoruz, denize giriyoruz. Seslendiler bana, “Beşiktaş’tan bir adam seni görmeye gelmiş” dediler. Hasan Tutaş diye bir adam, Beşiktaş Genç Takımı’ndan... O sezon Amatör Küme'de Avcılar'da attığım goller dikkatlerini çekmiş “Beşiktaş’a gelir misin?” diye sordu. Elimde de havlu var ama “Önce bir kurulanayım ağabey” diyecek halim yok, soruya bak! “Tabii, kim istemez?” dedim. “Tamam, idmanlar şu tarihte başlıyor” deyince anlamadım, “Bonservis?” diye sordum. Meğer Beşiktaş’la Avcılar anlaşmış çoktan.

Neyse, Beşiktaş’a gideceğim kesinleşti, o akşam Lüleburgazspor yöneticileri geldi. Babalar beni tırla yolladılar oradan ama arabayla geldiler. Seçmelerde beni izleyen Sabahattin Kuruoğlu, “Ne istiyorsa verin” demiş ama geç kaldılar tabii, “Kusura bakmayın, Beşiktaş’a gittim” dedim.

Beşiktaş Genç Takım Antrenörü Serpil Hamdi Tüzün, oraya ‘hazır’ geldiğinizi söylemişti. Avcılar’daki antrenörünüzün payı ne kadardı?

Hüseyin Hoca vardı Avcılar’da, ek iş olarak antrenörlük yapıyordu ama iyi bir yetiştiriciydi. Aydın ve sürekli futbolu düşünen bir adamdı. Katkısı da büyüktü bana. Ancak şu kesin ki en büyük şansım Hamdi Serpil Tüzün olmuştu.

Bir örnekle anlatayım hatta... Gordon Milne döneminde gol çalışması yapıyoruz, sağdan soldan ortalar geliyor, üst üste sekiz-on tane gol yaptım. Gordon şaşırdı, beni yanına çağırdı. “Her zaman doğru yerdesin, nasıl oluyor bu?” dedi. Ben de Serpil Hamdi Tüzün’ün bize genç takımda ön direk-arka direk koşularını öğrettiğini söyledim. Hoşuna gitti Gordon’un. Yıllarca beraber çalıştık, bir kez olsun nereye gideceğimi söylemedi maç içinde.

Tüzün’ün Sergen Yalçın’a da gol senaryoları yazdırdığı söylenir...

Doğrudur, hatta Sergen’e pas vermeyi de yasaklamıştı bir ara. Adamın pas vermeye ihtiyacı yok ki! Üç-dört kişiyi ekarte edebilecek yeteneği var. Bunu normalde pas organizasyonuyla rakibi üstüne çekerek yaparsın ama Sergen zaten adamı eliyor, geride onlarca pas yapmaya ne gerek var!

Bir de şu vardı; hoca kendi anlatmasa bile doğru insana anlattırırdı. Altyapılardaki golcüleri toplardı mesela, üst liglerde oynayan oyuncuları çağırıp onlara ders verdirirdi. Oktay Derelioğlu genç takımdayken ben de gidip deneyimlerimi anlatmıştım mesela, sol ayağımı nasıl geliştirdiğimden bahsetmiştim. Solak değildim ama en güzel gollerimi solla atmışımdır hep; Toni Schumacher’e ya da 25 metreden Trabzonspor’a... Bunu geliştirmek için çok uğraştım ama; sol elimle çorba içerdim devamlı, beynimin ters tarafını çalıştırmak için. Hatta bir ara kendimi solak zannetmeye başlamıştım. Bu anlattıklarım da çocuklara enteresan gelmişti.

Tüzün; toplu oyun ve topsuz oyun dışında, bir de iki takımın topa sahip olmadığı bir oyunun düşünülmesi gerektiğini savunur hep...

Bana göre bu, futbolda önemli bir buluş. Enteresan bir şey. Onun çalışmalarında beşe beş, çift kale maç falan olmazdı. Boş kaleye gol vuruşu antrenmanı yaptırırdı bize ya! O ara çok gol kaçırıyorduk. Dizdi topları altı pas çizgisine, “Vurun paşam!” dedi. Vur, vur, vur, vur...

Aslında hocanın düşüncelerinden yola çıkarak kat edilebilecek o kadar yol var ki... Bizde antrenmanda kanat oyuncusu orta yapardı mesela, o ortayı yapmadan illa kafayı kaldırıp içeriye bir bakardı. Kardeşim, sen oraya bakarken top bir sekiyor, auta atıyorsun topu. Serpil Hoca da bu yüzden, “Paşam, sen servisini yap, adam arama” derdi. Sergen hariç tabii. Sergen, her türlü adamını buluyordu.

"Dersen ki 'Örnek aldığın futbolcu kim?', yok öyle biri. Bir tek Gerd Müller’e hastaydım..."

"Dersen ki 'Örnek aldığın futbolcu kim?', yok öyle biri. Bir tek Gerd Müller’e hastaydım..."

1970’lerde Beşiktaş forması giyen sol açık ‘Kör’ Tuğrul’un (Şener) sizdeki yeri ayrı diye biliyorum...

Şaban Ağabey (Kartal) ve ‘Kör’ Tuğrul… Soldan gidenlere bayılırdım. O dönemde farklı oyuncular vardı Beşiktaş’ta. Mesela Yusuf Tunaoğlu... Yusuf Ağabey’le idmana çıktık bir kere, bu kadar olamaz ya! Beş tane genç uğraşıyoruz ama topu alamıyoruz; kalçasını bir koyuyor, mümkün değil. Futbolu bırakmış, 50 yaşında, içkisi falan var ama biz 18 yaşındaki çocuklar yine de ayağından topu alamadık. Beşiktaş’ta böyle enteresan oyuncular vardı hep, sonuncusu da Sergen’di işte…

Ama dersen ki “Örnek aldığın futbolcu kim?”, yok öyle biri. Bir tek Gerd Müller’e hastaydım. Dönüp tekte yaptığı vuruşlara hayrandım. Başka da bir şeyi yoktu ama o özelliği müthişti. O da yetenek sonuçta, örnek alınabilecek bir şey değil.

O dönemde Yugoslav antrenör furyası vardı. Onlar da kendi aralarında ikiye ayrılırdı; bir kısmı bugün bile futbolcular tarafından sevgiyle hatırlanan isimlerdi, bazıları da gariplikleriyle... Sizin ‘gariplik’ listenizdeki Yugoslav da Branko Stankovic vardır herhâlde?

En çok idmandan kovduğu oyuncu bendim. Ama haklıydı. O zaman Marmara Üniversitesi’nde okuyorum, arabam yok, belediye otobüsüyle gidip geliyorum idmanlara. Yorgunluk falan derken ara sıra geç kalıyordum antrenmanlara, o da sağ olsun, kovarak rahatlatıyordu beni.

Kovmaları güzeldi ama... Şeref Stadı’ndaki soyunma odalarının yanında bir havuz, havuzdan aşağı inerken de yokuş vardır. Beni daha oradan görüp 70 metreden kovuyordu. Babanın yanına gidip de gerekçemizi bile anlatamıyorduk, “Durak, belediye otobüsü” falan diyemeden gönderiyordu.

Bir de tabii, maç sabahı kahvaltılarında yedirdiği et üstüne yumurtalar da hâlâ aklımda. Maçtan önce her gece odaları dolaşırdı; “Su içtiniz mi?” der, sigara içen var mı diye kontrol ederdi. Bir keresinde de beni oyuna sokup üç dakika sonra çıkarmıştı. Muhtemelen bir topa koşmamışımdır... Okulla da alakalıydı belki ama takımdan uzak kalmıştım. Bu nedenle Stankovic dönemi aklımda da yok, kalbimde de...

Sonra Milos Milutinovic ile işler yoluna girmeye başlıyor…

O dönem, (Rade) Paprica’nın sakatlığı ve onun yokluğunda çıktığım Boluspor maçında golü atmam ve sonrasında 20 golü bulmamla birlikte takımın banko adamı oldum. O kuşakta da en son ben oldum zaten; Metin benden çok daha önce, Rıza zaten bankoydu, Sinan (Engin) benden daha fazla şans almıştı. Eğitimim nedeniyle bende bir gecikme oldu ama Milutinovic ile o sezon, penaltısız 20 golü bulunca kendime geldim.

O dönemden, bir Dinamo Kiev eşleşmenizi hatırlıyorum... Bugünlerde, maçtan önce giydiğiniz astronot kıyafetleriyle konuşuluyor ama Kiev, o dönemin fark yaratan ekiplerinden biriydi. Saha içindeki o ‘makine’ ile ilgili neler hatırlıyorsunuz?

Bizim mizansen de oradan geliyor işte; ‘Uzay Takımı’ ile maç yapacağız ya... Garip takımdı ama; mesela (Igor) Belanov’un ceza sahasına yaptığı 30 deparı, o yıllarda yapan başka oyuncu yoktu. Bugün ‘Barcelona koşusu’ denen hareketi o yıllarda açıktan gelerek yapıyordu Belanov. Şöyle de bir şey var; 30 koşu yaptı adam, toplasan üç tane pas attılar maç boyunca. Ama pas önemli değildi onun için, gidip geliyordu devamlı. O tarihte bizim Sarı Fırtına (Metin Tekin) öyle üç tane koşu yapacak da sen topu atmayacaksın ona… Demediğini bırakmazdı valla!

Yalnız onlar da o sistemle kısa süreli başarılar yakaladılar ama ülke olarak bir şey elde edemediler. Disiplinle bir yere kadar geldiler ama tekniktaktik açıdan o disiplinlerini besleyemediler, çok başarılı olamadılar, hem kulüp hem de milli takım bazında oynadıkları organizasyonlarda...

Zaten tekniklerinin kısıtlı olduğu, SSCB’de oynanan maçlarda da fark ediliyordu. Sahaları genelde çok ağır zeminlere sahipti. Sizin rövanşta da öyle…

Kiev eşleşmesi benim için her açıdan enteresandı. Sovyetler Birliği’ne ilk gidişimdi. O zamanlar Türkiye’de sağ-sol durumu var. Biz de biraz kitap falan okuyoruz, heyecanlanmıştım; “Komünist ülkeye gideceğim” diyordum. Ama bir gittim, bütün heyecanım bitti. Çok kötü bir otel, iğrenç bir saha, para bozdurmak için kalpazanlar, daha da kötüsü kadın pazarlayanlar… Komünizm aşkı kalmadı bende tabii.

"Benim öpeceğim iki bayrak olur: Türk bayrağı ve Beşiktaş bayrağı. Öyle her bayrağı öpemezsin sonuçta, olmaz öyle şey."

"Benim öpeceğim iki bayrak olur: Türk bayrağı ve Beşiktaş bayrağı. Öyle her bayrağı öpemezsin sonuçta, olmaz öyle şey."

Yugoslav furyasından sonra, Gordon Milne göreve başladı... Nasıl hatırlıyorsunuz o dönemi?

Antrenmanları hep aynı; salı kondisyon yükleme, çarşamba taktik çalışma, cuma gol vuruşu. Sağdan soldan devamlı ortalar… İlla olacak bu. İdman sisteminde bize farklı gelen bir şey vardı; her antrenmanda sahayı dörde bölüyordu ve tek pas idmanı yaptırıyordu.

Başlarda çok zorlandık. Belki de ilk iki senedeki başarısızlık ondandı. Ama iş oturunca ortaya çıktı ki rakipler bize önlem alamıyordu. Belliydi her şey; Rıza ortalayacak, Feyyaz ön direkte bitirecek. “Bu nasıl önlenemez?” dendi. Önleyemezsin! Çalışmadan kaynaklı, bir adım öndeydik çünkü. Tek pas çalışması sadece oyunun hızlı oynanmasını sağlamaz, doğru pozisyon almayı da öğretir. Tekte oynayacaksan, doğru pozisyon alıp pası öyle yapacaksın. Böylece, topu kaybettiğinde bile doğru pozisyon aldığın için kazanma şansın yüksek olur. Bu sayede rakipler tarafından kontrol edilemez bir hâl aldık. 80. dakikaya kadar dayansalar da son 10 dakikada havlu atıyorlardı.

Türk futbolunda böyle bir dönem yaşandı ve bunun sebebi, Milne’in tek pas çalışmasıydı. Goller bizden geldiği için, ortalar bizden geldiği için, Metin de çok yakışıklı olduğu için herkes o dönemi Metin-Ali-Feyyaz üçlüsüyle anıyor ama biz aslında birlikte bir şey yapmayı öğrenmiştik ve bunu başardık.

Milne röportajımızda, “Oyunculara ‘Hadi, yatma zamanı’ dediğimde kimse yatağa gitmezdi, devamlı sohbet eder ve iletişim hâlinde olurlardı. Bu da en az antrenman kadar önemliydi” demişti...

Bir cuma akşamı, saat 11 falandı, canımız işkembe çorbası çekti. Gittik hocaya, “Canımız işkembe çorbası istiyor” dedik, “Gidin” dedi. Biz de gittik, Şişli’de meşhur bir işkembeci vardı, Fulya’dan çıkınca, içtik orada işkembeleri. Ertesi gün de kazandık maçı.

O dönemden bir Antalya kampı var esas... Gittik Antalya’ya, gece hakikaten kimse uyumuyor; 20 kişilik takım üç odada, ya poker ya da king oynuyoruz. Ben de poker tayfasındaydım ama hiç üst düzey olamadım. Beceremiyorum blöf yapmayı, ne yapayım... Neyse, gece saat üç, kapı çaldı. Görevli bir çocuk geldi, bizim siparişlerle… Tepsiyi biraz da sinirle ortaya koydu, bize baktı:

— Bir şey söyleyeceğim.

— Söyle.

— Ben Beşiktaşlıyım. Bunca yıldır buraya onca takım geldi, sizin kadar disiplinsizini görmedim. Bunu da söylemek istiyorum.

“Tamam” dedik çocuğa, oynamaya devam ettik.

Genel olarak bir rahatlık vardı sanki o takımda... Misal, namağlup şampiyonluk senesindeki 5-0 kazandığınız Sarıyer maçını hatırlıyorum; maçtan sonra saha içi röportajında fazla rahattınız. Hatta mikrofon elinizde, soruları siz soruyordunuz Metin ve Ali’ye...

Kameralar önündeki rahatlıkla ilgili şöyle bir durum var; forvet oyuncularında bir duygu taşkınlığı yaşanır maçtan sonra, defans oyuncularında genelde göremezsiniz bunu. Televole’de filan dikkat edin, hep forvet adamları espri yapardı. Bu bence, forvetlerin her zaman daha çok stres altında olmasıyla ilgili. O gerginlik ortadan kalkınca da bir rahatlık geliyor. Yoksa ben elime mikrofon alacak adam değilim, haddim de değil ama gol falan attıysam, hele bir de hattrick falan yaptıysam coşmuşumdur tabii...

Beşiktaş tarihine baktığımızda, Avrupa Kupası’nda yaşanan hayal kırıklıklarını görüyoruz. Valencia, Valerenga, Malmö ya da 1970’lerden Romanya’daki Steagul Roşu maçları gibi… Bunlar Beşiktaş’ın kültüründe negatif anlamda bir birikim oluşturup takımı etkiliyor mu?

Avrupa’da başarı için, takımın kültürü, tarihi ve maddi gücü çok önemli unsurlar. Bunlar yerine getirildiği zaman başarı kaçınılmaz oluyor. Beşiktaş uluslararası sahnede hâlâ hak ettiği yerde değil ama o yola girdi. Bir kere stadyum çok iyi oldu. Bence Beşiktaş’ın çehresini, Avrupa’daki yerini değiştirecek. Transferler de ses getirecek adamlar; Quaresma, Gomez, Talisca falan…

Oda arkadaşınız Recep Çetin’le, Malmö maçında kendi kalesine attığı röveşata golü değerlendirme fırsatınız olmuş muydu?

Otele geldik, moraller bozuk. Yemeği yedik, çıktık odaya. Futbol programı başladı İsveç televizyonunda, biz de Recep’le uzanmışız yataklara, programı izliyoruz. Jenerikte ilk gol, Recep’in golü. Şöyle yana doğru bir baktım, kendime kendime söylenir gibi “Ulan iki gol attık jeneriğe girememişiz” dedim. “Ulan senin ben!” diye üstüme atladı tabii. Enteresan adamdı zaten Recep... Çok özel bir oyuncuydu ama. Türkiye’de kalecinin kademesine giren ilk bekti. Felaket ya! Antrenmanda geçiyorsun, yetişip yine karşına çıkıyor.

PSV ile oynuyoruz… Romario diye bir oyuncu var, bildiğiniz Romario. Recep de onunla adam adama oynuyor. 70. dakikada oyundan çıktı Romario, topa değmedi neredeyse. Yerine giren de aynı şekilde. Neyse, maç bitti, PSV’nin hocası da Bobby Robson’dı, gelip Gordon’la konuşmaya başladı. Adam Recep’i istiyormuş meğer; “Dönmesin Türkiye’ye, burada kalsın” diyormuş. Gordon da “Kendisine soralım” falan demiş. Neyse mevzu ciddiye bindi, o gece karar verilecek duruma geldi. Belki ertesi gün Recep orada kalacak, biz gideceğiz. Recep de o ara nişanlıydı, akşam nişanlısını aradı. Kız da “Biz evleneceğiz Recep, ne işin var şimdi Hollanda’da!” falan deyip terslemiş. Neyse, sonunda kaldı Recep, Beşiktaş’ta oynamaya devam etti. Öyle bir çocuktu işte, yazık...

Fenerbahçe’ye transfer olduğunuzda, imza töreninizde bir ‘bayrak öpme’ krizi yaşanmıştı. Size Fenerbahçe bayrağı uzatıldı ama siz o bayrağı öpmediniz...

Bayrak, sancak vs. bunlar bizim kültürümüzde önemlidir. Bu yüzden, Beşiktaş altyapısında yetişmiş bir insana Fenerbahçe bayrağı uzatmak adil bir şey değil. Zira Beşiktaşlılık, şöyle bir şey: Genç takımda maça çıkmadan önce, Serpil Hamdi Tüzün bize Beşiktaş bayrağını öptürürdü. Bir de Köyiçi’nde yaşıyorsan, hangi takımı tutarsan tut, artık Beşiktaşlısındır.

Orada da herhâlde bir görevlinin aklına geldi bu ama öpemezsin abi, olmaz yani. Sağ olsun Fenerbahçe taraftarı da buna rağmen beni sevdi, kucakladı. Benim öpeceğim iki bayrak olur: Türk bayrağı ve Beşiktaş bayrağı. Öyle her bayrağı öpemezsin sonuçta, olmaz öyle şey.

Transferden sonra Beşiktaş cephesinden tepki geldi mi? Özellikle de taraftardan…

Sitemlerde bulundular ama hiçbir zaman kırıcı bir şey olmadı. Hâlâ da hatırlayıp laf söyleyenler oluyor ama geride kaldı artık. İlk transfer olduğumda, cep telefonları da yeni çıkmıştı, o iri Motorola telefonlar var ya… O telefon iki-üç hafta çalmadı hiç. Beşiktaş’tayken durmadan çalardı ama o dönem hiç çalmadı. O kadar Beşiktaş’ın içindeymişim ki bütün arkadaşlarım, bütün çevrem Beşiktaşlıymış... İki hafta ya! O, başlı başına bir ders oldu bana. Resmen hayatımı başa sarmıştım.

Beşiktaş’ın, sizin döneminizde ilginç tasarımlı formaları da vardı. En çok sevdiğiniz hangisiydi?

Baştan sona bembeyaz formayı sevmiyorum. Siyah şort üstüne beyazı severdim ben. Mayo gibi kısacık, siyah şortlarımız vardı, onun üstüne de bembeyaz formayı giydik mi, bayılırdım. Ama forma sırf beyaz olacak, belki bir siyah çizgi, o kadar.

Fenerbahçe’de Aykut Kocaman’la iyi bir ikili olmuştunuz aslında…

Fenerbahçe, ortası olmayan bir yer. Bir yıl kaldım orada. Bir Aralık’ta geldim, öbür Aralık’ta ayrıldım, üç hoca, üç başkan falan gördüm. (Carlos Alberto) Parreira ile başladığımız yıl kalabilirdim ama kadro çok zengindi. İzlemeyi sevmiyorum ben, gittim hocaya, ayrılmak istediğimi söyledim. O sırada da (Dalian) Atkinson alınmıştı. Pareira, “Bu maçta Atkinson iyi oynarsa sana müsaade edeceğim” dedi. Maç da Galatasaray maçı, Atkinson üç gol attı. Tabii ertesi gün benim bonservisi hazırladılar. Güzel tecrübeydi.

Tecrübelerin en ilginci de Hırvat Tomislav Ivic’in sizi ön liberoda oynatmasıydı herhâlde?

Beşiktaş’la karşılaşacağız, Ivic bana “Ön libero oynayacaksın” dedi. “İyi de hocam, nasıl olacak?” falan dedik ama ısrar ediyor... Çıktık, Alpay beni marke ediyor. Meğer Daum, Alpay’a benim markajımı vermiş, forvet oynayacağım zannediyor ya...

— Oğlum, git kendi sahana. Ben ön libero oynuyorum.

— Gitmem, hoca “Bırakma” dedi. Böyle oynayacağız.

45 dakika oynadık. İkinci yarı da ben Alpay’ı marke ettim. Serbest oynuyordu ya, gol atmasın diye.

Fenerbahçe, oynamak için çok keyifli kulüptü. Emin olun, yurt dışında birçok kulüpte oynamaktansa üç büyüklerde forma giymek hem maddi hem de manevi olarak çok ayrıdır.

Avrupa’ya gitme fırsatınız oldu mu?

Beşiktaş’tan ayrılmama yakın, İsviçre’den FC Zurich istemişti beni. Karşılığında da Ercüment’i (Şahin) vereceklerdi. Daum izlemeye gitti ama beğenmedi, “Ben bunu Feyyaz’la takas edemem” dedi ve kaldık. Bir tek o oldu.

"Goller ve ortalar bizden geldiği için, Metin de çok yakışıklı olduğu için herkes o dönemi Metin-Ali-Feyyaz üçlüsüyle anıyor."

"Goller ve ortalar bizden geldiği için, Metin de çok yakışıklı olduğu için herkes o dönemi Metin-Ali-Feyyaz üçlüsüyle anıyor."

Antrenörlük tecrübenizi hesaba katınca, Mircea Lucescu’nun yeri de sizde ayrıdır muhakkak…

Onunla çalışırken kendini çok ezik hissediyorsun. Bir yöneticinin Lucescu’nun masasında oturma süresi iki dakikadır. Hayatta oturamaz. Babanın İspanyolcası var, Fransızcaya hakim, İtalya’da yaşamış… Fransızca başlıyor konuşmaya, İtalyanca devam ediyor, İspanyolca bitiriyor. İlk aklına gelen dilde konuşuyor. Bir insanın bu kadar dili bilme şansı olmadığı için de hiçbir yönetici iki dakikadan fazla dayanamıyor tabii. Lucescu, ben ve kondisyoner Carlo kalıyorduk masada. O da mecburiyetten.

Olayları karşılama şekli de çok farklıydı. İsmini vermeyelim, bir oyuncumuz önemli bir maçtan önce kamptan kaçmış. Sabah benim kapı çalınıyor. Açtım, kulüp müdürü...

— Feyyaz Hocam, Lucescu’ya söyleyemem. Bir şey oldu.

— Ne oldu?

— Şu futbolcu, saat 03.02’de tesisten ayrılmış, 05.00 gibi dönmüş. Ben söyleyemem, sen söyle hocaya.

Sabah 8’de kapısını çaldık, “Hocam bir sıkıntı var” deyip durumu anlattım. “Tamam” dedi, kulüp müdürüne teşekkür etti, bana da o oyuncuyu alıp yanına gelmemi söyledi. Gittim, aldım.

Oyuncuya baktı, yazılı raporu gösterdi ve şunu söyledi: “Bak, dün gece gitmişsin. Yarın da maç önemli. Benim için o kadar güzel ki bu. Şu raporu basına bir yansıtırım, bu maçta beş yesem de kimse bana gık demez. Bana bahane hazırladın, beş yesem de şarabımı içip keyfime bakarım ama sen bitersin. Ben böyle yapmayacağım. Bu olay, dördümüzün arasında kalacak.”

O futbolcu, üç haftada altı gol falan attı sonra. Başka bir antrenör olsa oyuncuyu kamptan kovar ya da kadro dışı bırakırdı. O ise yardımcısı ya da futbolcusuysan seni iyi şeyler yapmaya mahkûm ediyordu. Adam topçuyken bile sabah kalkıp oyuncuları evden alıp takımı çalıştırıyormuş. Hayatı futbol... Onun dışında bir tek ağaçları ve yeşili çok severdi, sahada çim kalktı mı yandın! Gideceksin, düzelteceksin o çimi.

Les Ferdinand: Şahsen onunla birlikte oynarken çok rahat ediyordum. Fizik olarak güçlüydü ve topu kaybetmiyordu. Verkaçlarda da çok etkiliydi.

İlhan Mansız: Enteresan yetenekleri vardı, estetik gol vuruşları yapardı. Az konuşurdu, araba merakı vardı, sık araba değiştirirdi. Çabuk bıkıyordu her şeyden.

Mario Gomez: İki pozisyondan birini gol yapıyordu... Doğaya aykırı bir şey bu. Özel bir adam. Her takımda başarıyı yakaladı mı? Hayır. Ama Beşiktaş’ın Gomez’e, Gomez’in de Beşiktaş’a ihtiyacı vardı. Yanlış tercih yaptı.

Cenk Tosun: Topla olan ilişkisi biraz sert gibi ama sadece bir santrfor değil. Gaziantepspor’da kanatlarda da kullanıldı, bekine çok yardım ederdi. Ama bizim taraftar Quaresma gibi oyuncu sever. 20 maç gol atmasın, ona kimse bir şey demez ama iki maçı golsüz geçsin, Cenk’ten hesap sorulur.

Süleyman Seba’nın vefatından kısa süre önce birçok kişiyi etkileyen bir mektup yazmıştınız. O mektubu yazarken nasıl bir ruh hali içindeydiniz?

Benim Seba’yla ilişkim çok farklıydı. Onu çok seviyordum, sevilmeyecek adam değildi ki! Çok saygı değer bir insandı. Onun da beni sevdiğine inanıyorum. İşini doğru yapan, işine dört elle sarılan insanları çok severdi. Ancak ayrılışımdan dolayı, içimde beni çok rahatsız eden bir şey vardı. Seba’ya gidip bu durumu çözebilirdim, “Başkanım, yanlışlar bunlar” diyebilirdim. Seba, benim onun yanına gitmemi bekledi. Ben de Seba’nın düzeltmesini bekledim. Yıllarca bunun acısını çektim ben, o takımdan o şekilde ayrılmanın. İçimdeki kanayan yara da sonunda kağıda döküldü.

Mektubun hikâyesine gelirsek... Senin gibi genç bir editör arkadaş aradı. Seba’nın dört-beş ayı kalmış. “Seba için bir yazı yazar mısın?” dedi. Önce bir şey demedim. Burada, bahçedeyim. Çok duygusalım o aralar. “Düşüneceğim” gibi bir şeyler söyledim.

Çocuk, “Seba hasta, çok az ömrü kaldı” deyince çok duygulandım. Benim daktilocum hanımdır; işi yoksa ben söylerim, o yazar. Ellerimi de bağlarım arkamda… Hanıma seslendim, bilgisayarı aldı. Ben söylüyorum, o yazıyor… Yazı bittikten sonra tekrardan aldım, okudum, düzeltmeleri yaptım, noktasını virgülünü koydum… Yazı duruyor. Bu arada ağlıyorum. Yazı duruyor, ben duruyorum. “Bu yazı bende kalmamalı, paylaşmam lazım” dedim. Metin’i aradım, Sarı Fırtına’yı. Sabah gazetesinde yazıyordu o da...

— Oğlum, ben bir yazı yazdım Seba için. Bunun yayınlanmasını istiyorum. Sizde olur mu?

— Ben hemen müdürle konuşayım, döneceğim sana.

Yazıyı isteyen arkadaşımızı da aradım, “Kusura bakma, ben bu yazıyı Sabah’a vereceğim. Daha çok kişiye ulaşsın” dedim. Yazı da böyle yayımlandı işte. İyi ki de yazmışım.

"Onu çok seviyordum, sevilmeyecek adam değildi ki!"

"Onu çok seviyordum, sevilmeyecek adam değildi ki!"

Yazı yazma yeteneği nereden?

Edebiyat dersinde hep 10 alırdım. Kompozisyonlarım hep 10’du. Özel bir ders falan da almadım. Kelimeleri yan yana doğru şekilde dizebiliyorum herhâlde. Yazmakla ilgili şöyle bir düşüncem var: Bir kelime yazmak için bin kelime okumak gerek. Şimdi sosyal medyada babalar devamlı yazıyor. Benim hiçbir sosyal medya hesabım da yok. Kapadım hepsini.

Dostlar, bir şeyi yazmak için biraz okuyun. Eline kalem alan herkes yazamaz. Ben de mümkün olduğu kadar okumaya çalışıyorum. Teyzemden gelen bir şey bu. Kız kardeşim de çok okur. Okuya okuya yazdığın şeyler de okunabilir oluyor. Dilekçeleri bile ben yazardım. Lisede arkadaşların aşk mektuplarını da yazardım. Yetenek mi diyelim, sevgi mi, bilmiyorum...

Kariyerinizin ilerleyen döneminde, eğitiminize bu kadar önem vermenizin faydasını gördünüz mü?

Gördüm tabii ama sadece mesleki eğitim de değil... İlk branşım futboldu benim, ikincisi de tenis. Her futbolcunun ikinci bir spor yapmasını tavsiye ederim. En önemli olayı pozisyon almaktır tenisin. Rakip vuruşunu yaptığında, sen backhand’e mi gideceksin, forehand’e mi? Bunun pozisyonunu almayı öğretir sana. Basketbol ve voleybol da aynı şekilde, faydalı özellikler kazandırır futbolcuya. Ancak bazen zarar da verebilir tabii...

Misal, futbolda golcülere hep şu denir: “Gece yattığında kafanda o golü at, ona odaklan.” Bu, dünyanın en yanlış tezi. Bunun çıkış noktası da diğer sporlar, özellikle de bireysel sporlar. Mesela üç adım atlıyorsan, bu pratik işine yarayabilir; basacağın yer belli sonuçta, aynı şeyi tekrar ediyorsun. Ama futbolda öyle değil. Sahaya bir çıkarsın; ortanın geldiği yer farklı, sahanın zemini farklı, her şey farklı… Adam bir dirsek atar, görürsün. Ben de şimdi topçularıma “Sakın gece kafanızda gol atmayın, maçta atın” diyorum.

Selçuk Yula, ülke futbolunda alışık olmadığımız biçimde Led Zeppelin dinlerdi. Sizde de Red Hot Chili Peppers hayranlığı var galiba?

Selçuk Ağabey çok acayip bir adam, özel bir insandı. Müzik anlayışı, hayata bakışı… Çok özeldi. Tabii o zamanlar, biz de onları dinliyorduk. Yurt dışına giderken arkadaşlara liste verilirdi; “Alka-Seltzer alacaksın, suda eriyen aspirin alacaksın” falan... Bütün takım eczaneye giderdi ben de müzik marketlere gidip albüm falan alırdım. Ama müzik zevki, yıllar geçtikçe değişiyor. Mesela bu aralar türkülere karşı ilgiliyim. Daha soft şeyler dinliyorum. Klasik müzik ilgim devam ediyor, teyzemden kalma sanat müziği sevgim de var. Artık Red Hot Chili Peppers dinlemiyoruz yani, daha mülayim olduk.

Büyük futbolcular niye antrenörlük yapmayı bu kadar çok ister? Futbol hayatı sonrasında ‘efsane’ mertebesinde kalmak, güzel anılarla hatırlanmak varken bütün bunları riske atıp tribün tepkisini göze almak nasıl bir psikolojinin sonucu?

Futbol oynarken şöyle büyük bir laf etmiştim: “Futbol bittiği zaman stadyumların yanından bile geçmeyeceğim!” Sonradan ne kadar saçmaladığımı anladım. O birikmiş stresle, senin sorundaki hissiyata kapılıyorsun: “Daha ne istiyorsun? İlla hoca mı olmak istiyorsun?”

Sonra ne oluyor, biliyor musun? Futbolu bırakıyorsun, altı ay geçiyor ve sabah kalktığında “Bugün ne iş yapacağım?” diyorsun kendi kendine. Benim gibi şanslı olanlar yazarlık yapıyor, iyi de kazanıyor maddi olarak. Ama haftada bir-iki maç yazıyorsun ve kocaman bir hafta kalıyor sana. Birkaç yıl sonra yazı yazmak da yetmiyor. Bomboş kalıyorsun. Öyle bir stresten, öyle bir coşkudan, öyle bir adrenalinden sonra yaşadığı o huzurlu hayatta, insan kendini çok yalnız hissediyor. Mutlu olamıyorsun.

Sonra ne yapıyorsun? Gazetede köşesi olan bir futbol yazarıyken ve iyi kazanıyorken bu işi bırakıp Çanakkale Dardanelspor’da yardımcı antrenörlüğe başlıyorsun. Bizi, futboldan başka hiçbir şey mutlu etmiyor. Tek gerekçesi bu. İstediğin kadar kupa kazan, ödül kazan. Sabah kalktığında saat 11’de idmanın yoksa, senin için hayat da yok!

Bir nevi bağımlılık…

Aynen öyle. Başka bir açıklaması yok. Biz futbol bağımlısıyız. Çok güzel bak, bunu kullanacağım bir yazıda: Biz futbol bağımlısıyız. Bunu da yaz mutlaka. Hiç gereği yokken niye futbolsuz yapamıyoruz? Demek ki bağımlıyız.

Socrates Dergi