
Futboldan Söz Etmenin Yolları
6 dk
Umberto Eco futbola düşman değildir ama futbol hastalarından hoşlanmaz. Otuz yıl önce kaleme aldığı bir hiciv yazısında anlattığı gibi...
"Parodiyi bekleyen budur işte. Aşırıya kaçmaktan hiç korkmamalıdır. Yerini bulursa, başkalarının daha sonra gülümsemeden -ve yüzleri kızarmadan- ısrarla, katı bir ciddiyet içinde yapacakları bir şeyi önceden canlandırmış olacaktır yalnızca."
Umberto Eco, 1959-1961 arasında Il Verri adlı edebiyat dergisine içinde bolca şaka bulunduran denemeler yazar. Küçük Günce adını taşıyan o bölümdeki yazıların kitaplaştırılmış halinin önsözünde ise üstteki ifadeleri kullanır.
Somonbalığıyla Yolculuk kitabı da Eco'nun ne kadar usta bir mizah yazarı olduğunun kanıtıdır. Kitap, modern hayatın tuhaf ayrıntılarıyla başa çıkmanın yollarını gösterir. İtalya'da sürücü belgesi çıkarmanın zorlukları, sanat kataloglarına önsöz yazma teknikleri, taksi sürücüleriyle muhabbet etme rehberi gibi konular onun kaleminde farklı bir havaya bürünür. Eco, her şeyle dalga geçer. Mesela yaz tatili için Akdeniz kumsallarının yolunu tutacak okurlarına Athanasisus Kircher'in Ars magna lucis et umbrae kitabını önerir. Gözünü Üçüncü Dünya'ya çevirmek isteyen tatilcilere ise Ebu'l Hasan el Amiri'nin Kitab al Sa'adah wa-al is'ad adlı nefis kitabını önerir ve şöyle der: "1957'de çıkan eleştirel basımı Tahran'dan sağlanabilir."
Gündelik hayata damga vuran her fenomen gibi futbol da Eco'nun kaleminden kaçamaz. Başka kitaplarında da futbol üzerine denemeleri olan İtalyan yazar, 1990'da kaleme aldığı yazıda meşin yuvarlağa düşmanlığını göstermez. Onun sorunu daha çok herkesin futbol izlediği düşüncesiyle hareket eden insanlarladır. Şimdi sizi İlknur Özdemir'in çevirdiği o yazıyla, kitaptaki haliyle, baş başa bırakalım...
Futbola karşı değilim. Milano'daki tren garının bodrumuna inip geceyi neden orada geçirmiyorsam (ya da akşam saat altıdan sonra New York'taki Central Park'ta neden dolaşmıyorsam) stadyumlara da o nedenden gitmiyorum, ama eğer fırsat çıkarsa televizyonda iyi bir maçı ilgiyle ve keyifle seyrederim, çünkü bu soylu sporun meziyetlerini bilirim ve takdir ederim. Ben futboldan nefret etmem. Futbol hastalarından nefret ederim.
Lütfen beni yanlış anlamayın. Futbol hastalarına karşı olan duygularım, Lombardia Birliği'ndeki yabancı düşmanlarının Üçüncü Dünya ülkelerinden gelen göçmenlere karşı duyduklarıyla aynı. "Bu adamlar yuvalarından çıkmadığı sürece ırkçı olmam." Buradaki "yuva" sözcüğüyle hem bu adamların hafta içinde toplanmaktan hoşlandıkları yerleri (barlar, oturma odaları, kulüpler) hem de stadyumları kastediyorum, ama bu saydığım yerlerde olup bitenler beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Üstelik Liverpoollu futbol hastalarının gelmesi de benim açımdan bir kat daha iyi, çünkü o zaman haberleri okuyup eğlenebiliyorum, sirk gelecekse bari biraz kan dökülsün.
Futbol hastalarından hoşlanmıyorum, çünkü bu adamların tuhaf bir kusurları var; karşısındakinin neden futbol düşkünü olmadığını bir türlü anlayamaz ve sanki siz de futbola meraklıymışsınız gibi konuşur da konuşur. Ne demek istediğimi tam anlatabilmek için bir örnek vereceğim. Ben flüt çalarım (Luciano Berti'nin halkın arasında söylediği gibi gitgide kötüleşiyormuşum, ama böyle bir Büyük Usta'nın beni yakından izlemesi doğrusu büyük mutluluk.) Şimdi trende bir kompartımanda olduğumu varsayın, sohbet olsun diye karşımda oturan beyefendiye, "Frans Brüggen'in son CD'sini dinlediniz mi?" diye soruyorum.
"Ne dediniz?"
"Pavane Lachryme'den söz ediyorum. Bana kalırsa giriş bölümü fazla yavaş."
"Özür dilerim, ne dediğinizi anlamıyorum."
"Van Eyck'den söz ediyorum canım. (Ağır ağır, üstüne basa basa) Blockflöte'den."
"Bakın, ben… yayla mı çalınır bu?"
"Şimdi anladım, siz…"
"Hayır."
"Ne tuhaf. El yapımı bir Coolsma elde edebilmek için üç yıl sırada beklemeniz gerektiğini biliyor muydunuz? Ama abanozdan yapılma bir Moeck daha iyi bence. En iyisi o, en azından piyasadakilerin arasında en iyisi. Galway de aynı düşüncede. Söylesenize, Derdre Doen Daphne D'Over'in beşinci varyasyonuna kadar ulaşabildiniz mi?"
"Ben aslında Parma'da ineceğim."
"Anlıyorum. Do'da değil de fa'da çalmayı yeğliyorsunuz. Biliyorum, daha tatmin edici oluyor. Bakın ne diyeceğim, Loeillet'nin bir sonatını keşfettim…"
"Loy mu?"
"Ama ben sizi Telemann'ın fantezilerini çalarken dinlemek isterdim. Başarabilir misiniz? Almanların dokunutuyla çaldığınızı söylemeyin sakın!"
"Bakın, Almanlar dediniz de, ben… tamam BMW müthiş bir araba, onlara saygı da duyuyorum, ama…"
"Anladım, barok dokunutunu kullanıyorsunuz. Tamam. Ama Saint Martin in the Fields orkestrasıysa…"
İşte. Ne demek istediğimi anladığınıza eminim. Zavallı yol arkadaşım imdat kolunu çekerse onu anlayışla karşılayacağınıza da eminim. Ne var ki aynı şey futbol hastası konusunda da oluyor. Üstelik bu futbol hastası bindiğiniz taksinin sürücüsüyse içinde bulunduğunuz durum özellikle güç olur.
"Vialli'yi gördünüz mü?"
"Hayır, kaçırmış olmalıyım."
"Ama bu geceki maçı izleyeceksiniz, öyle değil mi?"
"Hayır, Metafizik'in Z kitabı üzerinde çalışacağım, yani Stagirit üzerinde."
"Tamam. İzleyin de görün bakalım haklı mıyım, haksız mıyım? Van Basten'in 90'lı yılların Maradona'sı olabileceğini söylüyorum ben, ne dersiniz? Ama gözümü yine de Aldaiz'den ayırmıyorum."
Böylece sürüp gider. Sanki duvara konuşuyorsunuzdur. Futbolun umurumda bile olmamasının sürücünün umurunda bile olmamasının sürücünün umurunda bile olmaması değil önemli olan. Önemli olan, bu sürücünün dünyada futbolu umursamayan birinin var olabileceğini aklı almamasıdır. Üç tane gözüm ve ensemin yeşil deri tabakalarından çıkan bir çift antenim olsa bile adamın durumu anlayabilmesi olanaksız. Çeşitli, farklı ve kıyas kabul etmez değişik dünyalar da olabileceği hakkında en ufak bir fikri yok.
Taksi sürücüsünü bir örnek olarak verdim, ama konuştuğunuz bir kişi bir yönetici de olsa durum değişmez. Ülser gibidir bu iş, zengini de vurur yoksulu da. Bununla birlikte, bütün insanların eşit olduğu yolunda sarsılmaz bir inançları olan bu yaratıkların, yandaki kentten gelen futbol hastasının kafasını kırmaya hazır olmaları da çok ilginç.
Bu evrensel şovenizm karşısında hayranlığımı haykırasım geliyor. Lombardiyalıların, "Bırakın Afrikalılar bize gelsin. Böylece kıçlarına tekme atabiliriz" demeleri gibi bir şey bu.