"Galibiyet ve Mağlubiyetlerden Yoruldum"

14 dk

İstatistikler dünyayı anlamaya yeter mi? Futbol ile eğitim bir arada yürür mü? Zamanı kontrol altında tutmak mümkün mü? Harun Tekin'in sorularını Metin Tekin cevapladı.

Futbolla tanışma hikâyenizle başlayalım. Ülke futbolunda en dikkatimi çeken antrenörlerden biri Serpil Hamdi Tüzün’dür, sanırım sizin de futbol yolculuğunuzun başlangıcında etkisi olmuş?

Hayatımda beni resmi futbol literatürüyle ilk tanıştıran Serpil Hamdi Tüzün’dür. 1975 yılında Türkiye’de yedi pilot bölge seçtiler. Genç futbolcuları topladılar ve başlarına çeşitli antrenörler koydular. Amaç bir ay kamp yapıp elit sporcuları seçmekti. İzmit pilot şehirlerden biriydi ve başına Serpil Hamdi Tüzün diye bir antrenör getirildi. Seçme yapıldı, kazandım. Ardından bir ay kamp yaptık. Daha sonra da Kocaelispor yıldız takımında başladım. Bir hikâye anlatayım; babam futbolu seven, hatta Kocaelispor’u kuran isimlerdendi. Avukattı. Ben de bir avukatın oğlu olarak biraz daha güzel bir formaya sahiptim. Diğerlerine göre şıktım. Serpil Hoca, “Güzel formayı giyen kötü futbolcudur” derdi. Babam elimden tutup getirdiği için de bana biraz soğuk davranmıştı. Ama sonra “Bu beyaz şortlu, mavi formalı çocuk bayağı futbolcu” demiş, Beşiktaş altyapısına da istemişti. Hatta beni Kabataş Lisesi’nde okutacaklardı. Ama küçüktüm, İstanbul’a gelmeye cesaret edemedim. Bu arada Serpil Hoca aslında antrenör değildir. Bir bilgisayar şirketinde çalışırken, bir eğitimci olarak antrenörlüğe başlar.

Serpil Hoca’nın beni en çok etkileyen lafı şudur: “İki tip oyuncu vardır; etrafındaki alana tabi olanlar ve o alana kendini tabi edenler. Bir de üçüncüsü vardır, bunlara çok nadir rastlanır. Onlar o alanı yeniden yaratır. Ben bunu bir tek Sergen’de gördüm” der. Sizin için beraber oynadığınız en fantastik oyuncu kimdi?

Sergen çok özel bir oyuncuydu. Sergen’e her yerde rastlanmıyor. Yan yana oynarken çok keyif aldığım, antrenmanlarda ve maçlarda beni en çok şaşırtan futbolcudur. Genç takımdayken onun adını duyar, Vefa Stadı’na onu izlemeye giderdik. Sonra aramızda oynamaya başladı.

On binlerce çocuk başlıyor yarışa, aralarından yüzlercesi bir yere geliyor. Belki bir tanesi Metin Tekin, bir tanesi Sergen oluyor.

Hatta yüz binlerce çocuk mahallelerde top oynamaya başlıyor. Bu korkunç bir yarış. Önce mahallede, sonra altyapılarda eleniyorlar. Daha sonra üst düzeye giderken daha elit antrenörler tarafından eleniyorlar. Bunlardan 30-40 tanesi futbolcu oluyor. Belki 5-10 tanesi çok güzel para kazanıyor. Korkunç bir eliminasyon. Hangi işi on yıl yapsanız para kazanırsınız ama futbolda garantiniz yok. 12 yaşında başlasanız, 7-8 yıl sonra futbolcu olacağınızın garantisi yok.

PSV’ye attığınız golü izlerken “Futbolda bir yere geldik” demiştim. Öncesinde Galatasaray’ın yarı finali vardı ama o sanki sürreal bir durumdu. O maçı kaybettik ama bende bir denklik hissi kaldı.

Onlar Türkiye futbolunun çıkış maçlarıdır. Galatasaray başlattı. Biz de belki ilk turlarda eleniyorduk ama o turnuvalarda final oynayan takımlara; Inter’e, Dortmund’a, Dinamo Kiev’e eleniyorduk. PSV Eindhoven da Romario’lu, Vanenburg’lu, çok güçlü bir kadroydu. Ben aslında uzaktan vuruş deneyen bir oyuncu değildim. Daha çok süratimle kaleye gitmeye çalışırdım. O pozisyonda arka adalem attı. Artık mesafe kat edemeyeceğim için vuruşu yaptım. Zaten golden sonra oyundan çıktım. Benim de hayatımda attığım en güzel goldü. Fazla da güzel golüm yoktur.

İlk milli maçı 1983’te Romanya’ya karşı oynamışsınız…

O zaman devamlı Romanya ile oynardık. 20 kere milli olduysam 18’i Romanya’ya karşıdır. Milli takımın o seviyesinde Orta Avrupa takımlarını çok kolay bulamazdık. Biz de sabah akşam Romanya ile oynardık. Beni milli takıma rahmetli Coşkun Özarı çağırmıştı. Hatta benim de milli forma üzerimde kundakta karikatürümü yapmışlardı. Ağzıma da emzik vermiş, “Kundaktaki çocuklar milli takıma çağrılıyor” diyerek eleştirel bir karikatür çizmişlerdi.

Ben o güne dair bir fotoğrafınızı gördüm; “Gündüz üniversite sınavına girdi, akşam milli takıma gitti” yazıyor...

O dönem Gündüzleri üniversiteye gidiyorum. İstatistik dersim var. Futbolda istatistiğe karşıyım ama derse gidiyorum. Vize tarihi, milli maç olan güne denk geldi. Kadın bir hocamız vardı, onun yanına gittim, “Hocam benim o tarihte kampım var” dedim. Aslında bir dur, kendini tanıt, değil mi? Ben direkt konuya girdim. Hiç unutmuyorum hocamın bakışını. “İzci misin oğlum sen?” dedi. “Yok hocam, ben milli takımda oynuyorum” dedim.

Şu anda profesyonel futbolcular arasında üniversite eğitimi olan çok azdır. Şimdi daha mı zor?

Biz haftada bir maç oynardık. Zaman olarak müsaittik. Şimdi mümkün değil. Yetenekli bir oyuncuyu 15 yaşında alıyoruz. Eğitim dönemi 265 gün sürse, çocuk 120 gününde kampta oluyor. Artık orada mesleki ayrımını yapıyor. Çocuğa hem akademik alanda hem de futbolda başarılı olma şansını bırakmıyoruz.

Eğitimi ona götürmek nasıl olabilir?

Ben buna çok uğraştım. Eğitim olarak götürmedik ama şunu yaptık; biz çocukları eğitimlerinden alıkoyarak, onları kişisel gelişimlerinde zaafa uğratıyoruz, hiç olmazsa bir yabancı dil ve kişisel gelişim eğitimi verelim dedik. Milli takım düzeyindeki çocuklara böyle bir katkı vermeyi düşündük. Messi de sonuçta makine mühendisi değil, onlar da bir noktada ayrıldılar.

Bu adamlar La Masia’da yetişiyor, o okulun müfredatına bakmak lazım. Orada bir şeyler olmalı. Arka arkaya Xavi, Iniesta, Messi boşuna çıkmıyor.

Muhakkak. Kişisel gelişimleriyle ilgili çok farklı eğitimler veriliyor. Ama bu eğitim, alıp onları üniversiteye götürmüyordur.

Siz nasıl yaptınız?

Benim çocukluğumda iki ayrı grubum vardı. Bir taraf başarılı futbolcu olmamı, bir taraf öğrenci olmamı talep ediyordu. Önce genç milli takımlara çağrıldım. Üçüncü sınavda da İstanbul Üniversitesi İstatistik Bölümü’nü kazandım. İki ayrı çevrenin benden farklı taleplerinin olması üniversiteyi getirdi. Bana okulda doktora yapma şansı verdiler, yapmadım. Keşke yapsaydım. Hayattaki en büyük keşkem odur.

Kariyerinizde bir Vanspor istisnası var. Ama o Vanspor dönemi altı aydan ibaret değilmiş gibi hissediyorum. Çok nadiren gideceğiniz bir deplasmanda altı ay geçirdiniz.

Futboluma büyük katkısı olmadı, sadece çeşitlendirdi. Ben Beşiktaş’ta 15 sene şampiyonluk mücadelesi verdim. Van’da ligde kalmak için mücadele ettim. Ama hayata dair çok önemli katkılar sağladı. Güneydoğu olaylarının en yoğun olduğu dönemlerdi. Oradaki insanların hayata, ülkeye, futbola bakışı bana çok önemli şeyler öğretti. O altı ay benim için çok önemlidir. Kulübün sorumlusu Jilet Naci’den Türkiye’deki olaylara dair çok şey öğrendim. Bana çok farklı bakış açıları getirdi. Üç büyüklerde oynayıp Güneydoğu’da askerlik yapan tek futbolcuyum.

Yıllarca büyük kulüpte oynayıp, finali böyle yapmak nadir rastlanan bir durum.

Kendi seçimim değildi. Mecburiyet ile seçimin birlikteliğiydi. Askerliğimi yapmak zorundaydım ve futbola devam etmek istiyordum. İkisinin karışımı Vanspor’da gerçekleşti. Ama kümede kaldık. O benim için gerçekten çok önemli.

Euro 2008’den bahsedelim. Çok rastlanan bir hikâye değildi...

Türkiye o turnuvada üçüncü oldu. Umuyorum zamanı gelecek; Türkiye, Avrupa Şampiyonu da olacak. Fakat hiçbir turnuvanın böyle bir hikâyesi olacağını düşünmüyorum. Her maç korkunç bir futbol hikâyesiydi. Bu çok rastlanan bir şey değil. Müthişti. Biz de kulübede olan, hem şanslı hem şanssız insanlardandık. Bu kadar iniş ve çıkışı yaşamak kolay değildi. 2008 hikâyesini kulübede yaşamak beni çok tatmin etti. Ondan sonra bir daha antrenörlük yapmadım.

“Daha ne göreceğim?” mi dediniz?

Hayır. Teknik adamlıkta çok da şanslı başlamadım. Bir dönem çok deneyimsizdim. 2008 sonrasında artık deneyimli bir teknik adam olmuştum. Tam kıvamında devam edebilecekken vazgeçtim. Hayata dair bir seçimdi. 10 yaşından beri kampa giriyordum. Artık kampa girmek istemediğimi fark ettim. Galibiyet ve mağlubiyetten yorulmuştum.

Çok güzel bir tercih, tercihin gerekçeleri de öyle...

Hayata bakışımla ilgili bir tercihti. Zamanı kontrolümde tutmayı tercih ettim. Bir şekilde para kazanıyorsunuz ama zamanı kazanmanız mümkün olmuyor. Bunu ilk askerlikte anladım. Paralı askerlik vardı, yatırmayı unuttum, sonra sekiz ay askerlik yaptım. Hayatta kimseye böyle bir şans verilmiyor. İnsana hayatının hiçbir döneminde sekiz ayı satın alma fırsatı gelmez, zaten paranızla da alamazsınız. Parayı değil de zamanı seçmeniz hayata dair bir duruştur. Doğrudur veya yanlıştır. Ben başka bir yolu seçtim.

Bunlar Türkiye’de olmasaydı, acaba o karar daha değişik olur muydu?

Galibiyet ile mağlubiyetin bu kadar yargılanmadığı, baskının bu kadar olmadığı bir ortamda olabilirdi. Teknik adamlık zevkli bir meslek ama aynı zorlukta bir hayatı da beraberinde getiriyor. Aynı futbolculuk gibi. Ergenlik döneminde fedakârlıklar gerekir. O psikolojiyle başa çıkmakta zorlanırsınız. Ondan sonra, 18-35 yaş arası futbolculuk döneminiz süresince hayatınız hep yargılayan bakışlar altındadır. Orada yaşamak çok zordur. Gösterişli gözüküyor ama cefası çoktur.

Bu soruyu şundan sordum; Tugay’ın gidişini hatırlıyorum ama iki-üç sene içinde ülkedeki Tugay algısı değişti.

38 yaşında bıraktı Tugay… Hatta 38 yaşında Milli Takım’a da çağırmıştık.

Türkiye’de kalsa 38 yaşına kadar oynayamazdı.

Mümkün değil devam edemezdi. Burada sadece futbol oynamıyorsunuz. Burada maç bitince, futbol dışında kalan her şeyle mücadele ediyorsunuz. Ayakta kalmak için, asıl maç sonunda uğraşıyorsunuz. Ben 33 yaşında bıraktım, basın bana “Hagi oynuyor, sen niye bıraktın?” dedi. E sizdiniz bana “Hâlâ oynuyor” diyen? Kendileri eleştirir, siz bırakınca da “Erken bıraktı” derler. O yüzden maç bittikten sonrasındaki hayat daha yorucudur. Yurt dışında olsaydım daha farklı olurdu.

Türkiye’de zirvedeki üç teknik direktör olarak Fatih Terim, Mustafa Denizli ve Şenol Güneş’i gösteriyoruz. Bu doğru bir analiz midir?

Doğrudur ama üçü de mesleklerindeki en yüksek yere aynı jenerasyonla çıktı. 10-15 yıllık bir jenerasyondan bahsediyoruz. Biraz böyle bakabilirsiniz. Benim milli takımda yolum hep Fatih Hoca ile kesişti. Öyle bir şansım oldu, çok önemli bir deneyimdi. Türkiye’de futbol ortamını en iyi yöneten adamlardan birinin Fatih Terim olduğunu düşünüyorum. Sadece oyuncusunu değil, ortamını.

Sizin kuşaktan veya gençlerden, bu anlamda size umut vadeden var mı?

Ertuğrul Sağlam olmayan bir şey yaptı, bir ilki başardı. Anadolu takımı ile şampiyon oldu. O, hepimizin hayaliydi. Mustafa Denizli’nin ‘’Teknik direktörlük, doğru zamanda doğru takımı seçmekle başlar’’ diye bir lafı vardır. Ben çok katılırım. Briç oyunculuğuna benzer. Aynı kartlarla oynarsınız, başka dörtlü gelir, aynı kâğıtlar başka bir el yapar. Keşke futbolda da mümkün olsa; kadroyu başka teknik direktöre verip alacağı sonucu görebilsek.

Bir teknik adamın takımın başarısı üzerindeki etkisi de tartışma konusu…

Bu konuda bir standart yok. Bir takım üzerinde yüzde 10 olur, bir takım üzerinde yüzde 20 olur. Takımına göre, organizasyonuna göre değişir. Ben şunu söylüyorum; bazı takımlar vardır teknik direktör yaratır, bazı teknik direktörler vardır takım yaratır. Çok iyi ve karakterli bir oyuncu grubuna rastladıysanız, onlar sizi teknik direktör yapar. Çünkü teknik direktörlük kendinizle değil, başkaları aracılığıyla sonuç almaktır.

Siz futbolda sayılar konusunda biraz mesafelisiniz.

Sayılarla futbolu çözebileceğine inanan yeni bir akım var ama bana göre futbolu verilerle çözebilmek mümkün değil. Çünkü futbolda ‘Ne kadar?’ değil, ‘Nasıl?’ sorusu önemlidir. Kaç gol attınız? Kaç gol yediniz? Güzel. Ama ondan sonra hepsinde ‘Nasıl?’ sorusuna cevap vermek gerekir. 20 orta yapmış ama nasıl yapmış? O sorunun cevabını veremediğiniz zaman sayılarla doğruya gidemezsiniz.

Ortayı nereye yaptı, değil mi? Mesela tribüne mi?

Hayır, orta yapmak gerekiyor muydu? Yoksa pas mı vermeliydi? Şut atsa iyi olur muydu? Futbolda hangi pozisyonda olduğunuz önemlidir, sayılar değil.

Sizin zamanınızda futbolcu sendikası denemesi vardı. Ben şunu düşünüyorum; futbolcu olmadan bu oyun oynanmaz. Fakat besin piramidinde baktığımızda futbolcu en aşağıda duruyor.

Sendikal anlamda futbolcu hakları oluşması şu anda çok gerçekçi gözükmüyor. Profesyonel Futbolcular Derneği var. Ne kadar yönetebildiler tartışılır. Mağdur olan daha çok 2. ve 3. Lig’deki oyunculardır. Futbol, özellikle Süper Lig seviyesinde maddi kazanım sağlayan bir sektör. Bu kazanımların da topluma geri dönüşü olmalı. Bir hayalim vardı; Türk Futbol Adamları Çocuk Eğitim ve Sağlık Vakfı gibi bir yapıyla, bu kazanımların topluma geri dönüşü olabilirdi. Futbolcular derneklerini bir türlü işlevsel hale getirmediler. Sendikal olursanız yaptırımlarınız olur. Derneğin yaptırımı yok. Ama sendika da bu siyasi konjonktürde zor.

Türkiye’de diğer sendikalar ne kadar etkili ki bu olsun? Hangi sektörde emekçilerin bir kısmı bu kadar iyi para kazanıyor?

Ben size sorayım o zaman; ne yapabilir Futbolcular Derneği? Neyi korur ve misyonu ne olmalı?

O kendilerinin belirleyeceği bir şey. Birtakım kararlar alınırken onlara sorulabilir. Mesela fikstürle ilgili bir fikirleri varsa onu belirtebilirler.

Kesinlikle katılıyorum ama şu ana kadar oluşturulabilmiş bir yapı değil.

Hatta oluşturmaya kalkanların da başı belaya girmiştir.

Doğru siyasi konjonktürlerle yapmanız gerekiyor, yoksa iş başka yerlere gidiyor o zaman. Sevgili Metin Kurt çok uğraşmıştır bu konuda. Şu anda yeni atılımlar da var. Bakalım nasıl sonuç alacaklar. Bu derneklerde toplumsal onay almanız lazım. Bir futbolcunun 3 milyon euro kazandığı yerde onun hakkını savunmak toplumsal bir onay almayabilir.

Ama o parayı alanlar alt ligler için fark yaratabilirler.

Yurtdışında bunun çok farklı uygulamaları var. Farklı ağırlıkları olan futbolcu sendikaları var. İngiltere’de, İtalya’da, Yunanistan’da... Tümer anlatmıştı; Yunanistan’da sözleşme yapmış, bilmemkaç euro sendikaya vermiş. Ama o sendika birtakım şeylerde onu temsil ediyor.

Socrates Dergi