
Gece Yarısından Sonra
9 dk
Stade De France’in hemen dışında başlayan saldırılar bir gecede Paris’i kana buladı. Peki bizi bundan sonra neler bekliyor?
1
Soğuk bir Paris gününde, ablamlarla uzun süredir planladığımız bir tatilin ortasında, Cafe de Flore’dayız. Bu, dışarıdan bakanlar için tipik bir turist aktivitesi. Ama bulunduğumuz zaman ve masa pek öyle değil. Şehrin İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşadığı en kanlı gecenin üzerinden henüz bir hafta geçmiş ve o gün, Lille’de yaşayan amcamlar bizi ziyarete gelmiş. Fransa’ya göç ettikleri yetmişli yıllardan itibaren bu kafeye ara sıra gelip gittiklerini anlatıyor, burayı nereden bildiğimizi soruyorlar. “Çünkü tipik bir turistiz” demiyorum, içinde Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir geçen birkaç anlamsız cümle kuruyorum.
Sonra saldırılara getiriyorlar sözü, seçim zamanı destedikleri Sosyalistlerin hatalarından bahsediyorlar. Dillerinde ‘güvenlik açığı’ var. Birkaç dakika sonra eksen değişiyor, muhabbete Hervé Renard konuk oluyor. Lille’den kovulan teknik direktörün, o dönem arayışta olan Galatasaray’ın başına geçebileceği haberleri dolaşıyor. Büyük amcam, küçük oğlu Charles aracılığıyla bu haberi öğrenmiş, “Allah korusun” diyor. Sonra söz Bataclan’a geliyor. Charles saldırı gecesinde orada olabilirmiş, o grubun hayranıymış. O grup, Eagles of Death Metal.
Burada da kalmıyor, birbirini seven ama uzun süredir görmeyen bütün insanlar gibi mantıksız bir çizgide sohbeti sürdürüyoruz. Sözlerin kesildiği, sessizliğin hâkim olduğu her an, masadaki biri “Sokaklar ne kadar da boş” yorumunu yapıyor. Kalkma zamanı. Yürümeye başlıyor, konuşmaya devam ediyoruz. Başka isimlerden, başka konulardan...
2
Tarihi bir paralellik kurmak için New Yorker yazarı Adam Gopnik’ten yardım isteyebiliriz. Kanadalı denemeci, küçüklüğünden beri tutkunu olduğu Paris’e eşi ve çocuğuyla birlikte 1995’te taşınmış, beş sene burada yaşamıştı. Anılarını da yazdı. Paris to The Moon hayli eğlenceli, ilginç ve bilgilendirici. Milenyum öncesi hantal kalan, yeni yüzyıla hiç hazırlıklı olmayan kentin alışkanlıklarını anlatıyor. Siyasetten bahsediyor, alışverişe giriyor, grevlerden söz açıyor ve bir noktada mevzu spora geliyor.
Stade de France, kitabın spor anlamında ana malzemesi. Zira Fransa’nın ulusal stadı yeni yüzyıl öncesi inşa edilmişti ve hangi isimle anılacağı kamuoyunda tartışılmıştı. Gopnik, hükümetin bir komisyon kurarak çözmeye çalıştığı soruna sayfalar ayırıyor. Gerçekten de yaklaşık yirmi yıl önce, yeni stadyumun adına içinde sanatçıların, aktörlerin, eski sporcuların olduğu bir grup insan karar vermişti. Havada uçuşan fikirler arasında Michel Platini’nin adı dolaşmış, kimileri efsane futbolcuyu onurlandırmanın doğru olduğuna kanaat getirmişti. Bazılarının aklında ise Verlaine, Saint-Exupery gibi kalemlerin adı vardı. Karar, mahkeme salonunda, dönemin Gençlik ve Spor Bakanı tarafından açıklanmış, gergin bir bekleyişten sonra “Stade de France” adı duyulmuştu.
Doksanlar, Paris için ışıltılı zamanlar değildi. Kanadalı yazar da olayları hızlı bir sırayla, çok üzerinde durmadan geçiyor. Ancak Stade de France bölümünden önce, elbette 1995’teki bombalı saldırıdan söz ediyor. Gopnik, o dönemde saldırının çabuk atlatıldığını söylüyor. Şimdilerde herkesin konuştuğu şeyi, yani ‘yaşamaya devam etmeyi’ şöyle izah ediyor: “Terörizm hayatın bir parçası ama Paris’te yaşamak bir mucize.” Ne olursa olsun, Paris’ten taşınmayı bir an bile düşünmediğini de ekliyor.
Şimdilerde kimse o kadar emin değil.
3
13 Kasım akşamı Stade de France’a gidenlerin muhtemelen büyük bir beklentisi yoktu. Fransa ile Almanya bir hazırlık maçı yapıyordu ve François Hollande da mücadeleyi izleyenler arasındaydı. Oldukça tahmin edilebilir bir akşam. Her şeyi değiştiren ilk canlı bomba saat 21:20 sularında stadyumun D Kapısı’nda patladı. Maç başlamıştı ve o sırada çevrede çok az insan vardı. İçeride maçı izleyenler arasında bunun bir havai fişek sesi olduğunu düşünenler çoğunluktaydı. 10 dakika sonra ikinci patlama sesi H Kapısı’ndan geldi. Artık herkes bunun büyük bir terörist saldırı olduğunu anlamıştı. Birkaç saat içinde restoranlara, barlara ve Bataclan Konser Salonu’na saldırıldı. Gecenin bilançosu sayılarla ifade edilemeyecek kadar ağırdı: 130 ölü, yüzlerce yaralı ve geride kalan binlerce aile.
Manu Dias, o gece, D Kapısı’nda hayatını kaybetti. Cenaze töreni birkaç gün sonra, Stade de France’a birkaç saat uzaklıktaki Cormontreuil’deydi. Paris saldırılarını yazmak için şehre giden ESPN yazarı Wright Thompson da o gün oradaydı. Amerikalı kalem, yazısının başında bir korkunun gerçeğe dönüşmesinden bahsediyordu:
“Stadyumlarda uzun süredir politik şiddet hareketleri görüyoruz ancak bu teröristlerin stadyum kapılarına ilk gelişiydi. Yıllardır bu olası en kötü senaryoydu çünkü stadyumlar kolay ve zengin hedefler. Bir alt lig beyzbol maçında, Normandiya Çıkarması’nda yaşanan boyutlarda bir kayıp yaratılabilir. Bir basketbol salonuna Iwo Jima’da öldürülen askerler kadar insan sığdırmak mümkün. Hatta en büyük futbol stadyumlarında, iç savaş döneminde Gettysburgs’da yaşanan kayıpların ikiye katlanabilmesi bile bir ihtimal. Paris’teki Jules Rimet veya Bronx’taki River caddelerinde, yan yana oturan, metroyla birlikte seyahat eden veya stadyum çevresinde yemek yiyen binlerce insanın güvenliğinin kesin olarak sağlanması mümkün değil. Sakin bir gün ile ürkütücü bir Mad Max senaryosu arasındaki tek engel, bir toplumsal sözleşmeden ve insanlığa duyulan inançtan ibaret. Sporların canlı olarak takip edilmesinin nedeni, insanların burada güvende olduklarını düşünmesi. Paris’te bu düşünce saldırıya uğradı.”
Böyle bir ‘toplumsal sözleşme’ gerçekten de var. Çoğu zaman bir spor karşılaşmasını yerinde görmeye karar verdiğinizde aklınıza gelen ilk şey güvenlik olmaz. Orası, ilk bakışta bunu düşünmenizi gerektiren bir yer değildir. Evet, bazen bir pankartla, bazen bir tezahüratla siyaset ya da ideoloji kapılardan içeri girer. Lakin çoğu zaman, spor izlemeye giderken bütün bunları düşünmezsiniz. Yanınızda oturan insana inanmak istersiniz. Onu tanımasanız bile ona güvenmek istersiniz.
4
Saldırılardan birkaç gün sonra Paris’te olmak birçok açıdan garipti. Olağanüstü hâl devam ediyordu. Sokaklarda dolaşan güvenlik güçleri, Türkiye’de yaşayan biri için çok da olağanüstü bir durum sayılmaz. Bana garip gelen, aynı sokaklarda bir ay önce de dolaşıyor olmamdı. 13 Kasım’dan iki hafta önce başka vesileyle yolum Paris’e düşmüştü ve aradan geçen zamanda değişen şeyleri fark etmemek imkânsızdı. Evet, sokaklarda daha az insan var. Metro yolculukları tedirgin bakışlarla dolu. Normal şartlarda rezervasyonsuz oturamayacağınız masalar artık boş. Ve gündelik hayatta etkisini hissettiren yeni bir davranış biçimi var. Artık bir dükkâna ya da kafeye girerken kimse sormadan montunuzun önünü açıyor, çantanızı güvenlik görevlilerine gösteriyorsunuz.
Elbette bütün o yaşananlardan sonra bu önlemler çok normal. Abartmaya, bundan büyük tespitler çıkarmaya gerek de yok. Zira bir yandan, normal yaşama dönmeye çalışan, eski alışkanlıklarını devam ettiren birçok insan da görüyorsunuz. Dillerde ‘yaşamayı sürdürmek’ var. Ne olursa olsun, yaşamaya çalışmak.
Biz de yürümeyi sürdürüyoruz, Tuilleries Bahçeleri’ni geçtikten sonra karşımıza ‘Christmas Market’ çıkıyor. Bir şeyler atıştırmak, içmek ve gereksiz harcamalar yapmak için ideal bir ortam. Kendimize bir masa buluyoruz ve amcamlara Euro 2016’ya dair cin fikirlerimi açıyorum. İkisi de yıllarca dönercilik yaptı ve bir sürü restoran işletti. Acaba turnuva sırasında grup maçlarının birkaçına ev sahipliği yapacak Lille’de ufak bir büfe açmayı düşünüyorlar mı? Küçük amcam, fiyatların pahalılığından şikayet ediyor ve pazarlamaya dair bu dâhiyane önerim üzerine birkaç dakika kibarca konuşuyor. Sonra, başka konular.
5
Bu filmi daha önce de görmüştük. Her aksiyon, peşinden büyük reaksiyon getiriyor. 11 Eylül’den sonra yaşananlar da bugünkünden farksızdı. Amerika Birleşik Devletleri’ni ve dünyayı değiştiren o gün, spor güvenliğini de etkilemişti.
Bugünlerde, ünlü sporcular bile kendi takım otobüslerine girerken kimlik kartı taşıyor. Polis koruması tek çözüm değil, yıldızların pek çoğu özel güvenlik ekipleriyle çalışıyor. Herhangi bir süper yıldıza parke dışında bir metre yaklaşmanız bile çok düşük bir ihtimale dönüştü. FBI, stadyumların tehdit altında olduğunu keşfedeli çok oldu ve buna yönelik araştırmalar yapmaya başladı. Güvenlik birimleri, potansiyel saldırılara karşı eğitimler veriyor. Aynı süreci Avrupa da yaşamıştı, şimdi daha derin değişiklikler gerekecek.
2013 Boston Maratonu, korkunun gerçeğe dönüştüğü bir başka akşamdı. Özellikle maraton ve bisiklet yarışları gibi açık spor etkinliklerinde, tam anlamıyla işleyen güvenlik önlemleri almanın imkânsıza yakın olduğunun göstergesiydi. Şimdilerde, Boston Maratonu’nda parkurun 41 kilometre uzağından kontroller başlıyor. Bu, yakın zamanda her yarışta böyle olmaya başlayacak. Bir sonraki Fransa Bisiklet Turu ziyaretinizde geçmişteki gibi elinizi kolunuzu sağlayarak en sevdiğiniz bisikletçiye yaklaşmanız mümkün olmayacak.
6
Fransa-Almanya maçından birkaç gün sonra oynanacak Almanya-Hollanda maçı güvenlik gerekçeleriyle iptal edildi. Aynı karar, Belçika-İspanya maçında da uygulandı. Brüksel’de metrolar kapatıldı, insanlara dışarı çıkmamaları yönünde uyarılar yapıldı. Şimdilerde, bu korku hafiflemiş gibi. Euro 2016’ya kadar daha çok zaman var. Lakin turnuva hakkında konuşmaya şimdiden başladık.

Britanyalı kalem Jonathan Wilson, The Blizzard’ın son sayısının önsözünde turnuvadan bahsediyor. Saldırılardan çok daha önce spor yazarı arkadaşlarıyla yaptığı muhabbetlerde nasıl Euro 2016’dan ‘Son Büyük Turnuva’ olarak bahsettiklerini anlatıyor. Bunun -bencillik kokan- gerekçelerini anlatırken anlayış bekliyor. Bir ay boyunca evinizden uzak çalışırken stadyumlar arası uzaklığın çok olmamasını, tanıdık sokaklarda dolaşmayı, bildik yemekler yemeyi istersiniz. Bu yüzden Fransa’daki şampiyona bir kilometre taşı olacak. 2018 Rusya ve 2022 Katar'ın o kadar çekici gelmemesi de kabul edilebilir. Euro 2020’nin farklı ülkelerin ortak ev sahipliğinde düzenlenecek olması da Wilson’a katılmamızı sağlıyor.
Birkaç paragraf sonra Jonathan Wilson artık kimsenin bu etiket üzerine konuşmadığını söylüyor. ‘Son Büyük Turnuva’ dillerden düşeli çok oldu. Zira artık bu mesele sadece sportif açıdan ele alınamaz. Paris’teki saldırılarda ölen yüzlerce insanı sadece Stade de France üzerinden konuşamazsınız ya da IŞİD’in oluşturduğu tehdidi sadece spor güvenliğine yaptığı etki ile tartışamazsınız. ESPN de, The Blizzard da, Socrates de olsanız bunu artık sadece böyle ele alamazsınız. Britanyalı yazar, futbol medyasının sporu bu saldırıdan sonra bu kadar öne koymasının kendisini biraz rahatsız ettiğini ifade ettikten sonra başka bir meseleye geliyor. Wembley’de oynanan İngiltere-Fransa mücadelesindeki saygı duruşunun, Premier Lig maçlarında La Marsellaise çalınmasının sembolik anlamından bahsediyor. Çok abartmadan, bu mesajların etkisini ve birleştirici gücünü aşırı romantize etmeden değerlendiriyor.
Belki biz de aynısını yapabiliriz. Ama bunu yaparken yine de stadyumda kalabiliriz. Hatırlayacaksınız, Paris’teki saldırılardan bir ay önce Ankara Katliamı’nda 109 kişi hayatını kaybetti. Üç gün sonra Türkiye, Euro 2016 Elemeleri son maçında İzlanda ile karşı karşıya geldi. Konya Atatürk Stadyumu’nda maç öncesi yapılan saygı duruşunda tribünlerden ıslıklar ve tekbir sesleri yükseldi. O andan yaklaşık 90 dakika sonra Selçuk İnan, Avrupa Şampiyonası biletini getiren tarihi bir frikik golü attı. Birkaç hafta sonra benzer manzaralar Yunanistan ile oynanan hazırlık maçında yaşandı. Bu kez ıslıklanan, tekbir ve yuhalamalarla kesilen saygı duruşu, Paris’te hayatını kaybedenler içindi.
7
Bir yerlerde durmamız gerekiyor. Amcamlar yoruldu ve bu Word dosyasının yazı işlerine ulaştırılması gerekiyor. Konuşmamız gereken her şeyi konuştuk mu? Bilmiyorum. Sıra seçimlere geliyor, önce Türkiye’den konuşuyor, sonra Fransa’ya uzanıyoruz. Onlar, Marine Le Pen ve Ulusal Cephe’nin yükselişinden tedirgin. François Hollande için gitme vaktinin çok da uzaklarda olmadığını düşünüyorlar. Sonra biraz daha Galatasaray ve Lille konuşup veda ediyoruz.
2015’i böyle kapattık. Yıl sonu listeleriyle meşgul olduk, hayatını kaybedenleri andık, sürekli üzerine lafladığımız seçimleri ve transfer gelişmelerini hatırladık. Selçuk İnan’ın bir film sahnesini andıran golüne zirvelerde yer bulduk. İşte bu, her şeye rağmen yaşamaya devam etmek denilen şey. Bundan sonra da benzer şeyler yapacağız. Bir yandan da spor, gitgide daha fazla güvensizliğin ve korkunun kalesi olacak. Ama bizi bekleyen tek tehlike stadyum dışında değil. Artık, saygı duruşu bittikten hemen sonra yan koltuğa da bakmamız gerekiyor. Orada da güvende değiliz.