Geleceğin Yıldızları: #7 Simone Biles

10 dk

Bu listede farklı nedenlerle seçilmiş 30 sporcunun irili ufaklı portrelerini okuyacaksınız. 1 Ocak 1993 sonrası dünyaya gelen bu isimleri yan yana sıralayan şey ise kendi dallarında birer efsaneye dönüşme ihtimalleri olması. Bazıları hâlihazırda yaptıkları işin en iyisi, bazıları da henüz yolun ortasında. Ama şimdiden birçok genç sporcuya ilham verdikleri bir gerçek.

Simone Biles, 15 Ocak 2018’de sosyal medya hesaplarından paylaştığı açıklamaya şöyle başlamıştı: “Çoğunuz beni mutlu, kıkırdayıp duran, enerjik bir kız olarak tanıyorsunuz. Fakat son dönemde biraz parçalanmış hissediyorum ve kafamdaki sesleri ne kadar istesem de durduramıyorum. Ve artık öykümü anlatmaktan korkmuyorum.”

Artistik jimnastiğin en büyük yıldızı, bu metinde birçok takım arkadaşı gibi geçmişte Larry Nassar tarafından taciz edildiğini duyurmuştu. 1980’lerde Michigan State Üniversitesi’nin yanı sıra ABD Jimnastik Milli Takımı’yla da çalışmaya başlayan doktor Nassar, yüzlerce sporcuyu taciz etmişti. Biles da “Artık yeter” diyen, yaşadığı trajik deneyimi paylaşmaya karar verenler arasındaydı.

Meslektaşları gibi Simone Biles’a da bu açıklamanın ardından medyanın ve kamuoyunun bakışı değişmişti. Onlar artık sadece dört yılda bir dikkatleri üzerlerine çeken yıldızlar değillerdi, aynı zamanda birer kurbandılar. Ve kurbana dönüşmelerine neden olan skandalın kökeninde “Başarıya giden yolda her şey mübahtır” anlayışı saklıydı. ABD jimnastiğindeki yöneticiler, yaşananlardan seneler içerisinde haberdar olmuş ama adım atmak yerine üç maymunu oynamıştı. Bütün bunlara rağmen sadece bir kurban penceresinden ele alınmak istemeyen Biles, açıklamasının daha başlangıcına şu satırları yerleştirmişti: “Arkadaşlarımın ve öteki mağdurların cesur açıklamalarını işittikten sonra biliyorum ki bu trajik deneyim beni tanımlamayacak. Ben bundan çok daha fazlasıyım. Akıllı, yetenekli, tutkulu ve kendine has biriyim.

1997 doğumlu Biles’a baktığınızda ilk dikkatinizi çeken şey fiziği oluyor. Çoğu meslektaşı gibi o da oldukça kısa, 1.45 boyunda. Yine de bu, genç sporcuya peluş oyuncak muamelesi yapmamız gerektiği anlamına gelmiyor. Çünkü Biles, tarihin en büyük atletleri listesinde Wilt Chamberlain, LeBron James, Pele gibi isimlerle aynı sınıfta anılması gereken biri. Oldukça kaslı, akrobatik, güçlü ve başarılı.

2016 Rio Olimpiyat Oyunları’nda altı disiplinin dördünde ilk sırayı aldı ve sadece günümüzün en iyisi olarak değil, tarihin en büyüğü olarak anılmaya başladı. Fakat onun başarısının kökenleri aslında tarihte saklı. Biles, büyük bir devrimin son halkası. Kendisi daha dünyaya gelmeden başlayan bir devrimin…

Her şeyin başında televizyon vardı. Başka bir ifadeyle değişimin sahnesi beyaz camdı. Olga Korbut, 1972 Münih Olimpiyat Oyunları’nda kendini gösterdiğinde artistik jimnastiği de farklı noktaya sürüklemişti. Aslında ilk yıldızlar Korbut’tan yıllar önce, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkmıştı. Olimpiyat tarihinin Michael Phelps’ten sonra en başarılı sporcusu Larissa Latynina, jimnastiğin ilk poster yüzüydü. Uzun boyluydu, kalın bir vücudu vardı ve hamileyken bile bazı şampiyonalara katılmıştı. ABD’li akademisyen Roslyn Kerr’e göre, 1950’leri kasıp kavuran Latynina; zarafetin, feminenliğin, estetiğin simgesi olarak görülürdü. 1970’lerdeki Korbut ise atlama ve asimetrik paralelde yaptığı spektaküler hareketlerle yeni bir çağın kapılarını açmıştı.

Biles da son dönemde “Artık yeter” diyen, yaşadığı trajik deneyimi paylaşmaya karar verenler arasındaydı.

Biles da son dönemde “Artık yeter” diyen, yaşadığı trajik deneyimi paylaşmaya karar verenler arasındaydı.

Değişimin fitilini ateşleyen Korbut dört yıl sonra gözden düştü çünkü kapıdan içeri yeni bir yıldız, Nadia Comaneci girmişti. Montreal 1976’da 14 yaşında olan Comaneci, tıpkı 2016 Rio’daki Biles gibi anında dikkatleri üzerine çekmiş, teknik ve estetik açıdan zirveye çıkarak 10 tam puan elde etmişti. Dünyanın her yerinde Comaneci’yi fenomene dönüştüren performans, Türkiye’de de bir Neşeli Günler sahnesiyle ölümsüzleşmişti. Rumen jimnastikçi, otobiyografisinde başrolü olduğu devrimi şöyle anlatmıştı: “Yeni jimnastikçiler daha küçük, genç, zayıf. Artık sadece teknik konularda uzmanlaşılmaya çalışılmıyor, her disiplinde zorluk seviyesi ve alınabilecek en yüksek puan sonuna kadar zorlanıyor. Hata marjı çok azaldı, eğer sporcular ufak bir hata yaparsa kazanma şansları da düşüyor.” Comaneci 1.52’lik boyu, 39 kiloluk vücuduyla yeni normu yaratmıştı. Önce Korbut, sonra o, artistik jimnastiği dünya çapında popüler yapmış ve Biles’a kadar uzanan çizginin başını çekmişti.

10 tam puan, devrimin vitrinindeki ifadeydi. Aynı oyunlarda Sovyet rakibi Nellie Kim de bunu başarmıştı lakin Rumen sporcu tartışmasız biçimde öne çıkmıştı. 10 tam puanın etkisi nesiller boyu sporcuları en zor olanı denemeye yöneltmişti. 2013’teki ilk dünya şampiyonluğuyla birlikte uluslararası basının radarına giren Biles, bundan dolayı 2016 Rio öncesi Rumen efsaneyle aynı satırlarda anılmıştı. Ancak artık ortada başka bir dünya vardı. Soğuk Savaş bitmiş, Berlin Duvarı yıkılmış, artistik jimnastikte etkili olan Sovyetler Birliği ile Doğu Almanya gibi ülkeler haritadan silinmiş, yükselen değer ABD olmuş ve puanlama sisteminden jürilere kadar her şey değişmişti. Artık 10 tam puan yoktu. Daha doğrusu sporcular estetik açıdan 10 puan üzerinden değerlendirilmeye devam ediyor, bir de yanına üst tavanı belli olmayan bir zorluk derecesi puanı ekleniyordu. O yüzden de Simone Biles, 2016 Rio’da yer hareketlerinde 15.966 puan aldığında herkes Comaneci’nin 10’unu hatırladı. Her şeyin biraz daha karmaşıklaştığı bir çağda 15.966 yeni 10’du.

Biles, Karolyi'nin veda busesiydi. Tecrübeli çalıştırıcının 'Final Five' ekibinin en yeteneklisi oydu.

Biles, Karolyi'nin veda busesiydi. Tecrübeli çalıştırıcının 'Final Five' ekibinin en yeteneklisi oydu.

Biles ile Comaneci’yi buluşturan bir diğer ortak nokta da çalıştırıcılarıydı. Rumen sporcunun başarısında, hocası Bela Karolyi’nin payı büyüktü. Haftada altı gün, günde altı saat çalışmaktan yana olan Karolyi, sporcularını fiziksel olarak sonuna kadar zorlayan, kimi zaman şiddete varan metotlar uygulayan, yaptırdığı sayısız tekrarla Stanley Kubrick setlerini anımsatan bir despottu. Tıpkı Comaneci gibi o da bir noktada Romanya’daki devlet baskısından bıkmış, 1990’larla birlikte ABD jimnastik takımının antrenörü hâline gelmişti. Lakin milenyumla birlikte yönetim değişmiş, Bela’nın eşi Martha ekibin lideri olmuştu. Başarıdan başarıya koşmaya başlayan ABD’de dümende artık o vardı. Karolyi çifti, artistik jimnastiğin gelmiş geçmiş en büyük antrenörleriydi. Kaynak, tesis, bütçe bakımından fark yaratan ABD ekolü, son yıldızı Biles olmak üzere birçok yetenek yakalamış ve olimpiyatlara ambargo koymuştu.

Biles, Marta’nın veda busesiydi. Tecrübeli çalıştırıcı, 2016 Rio'yu emeklilik bileti olarak görüyordu; o yüzden de Aly Raisman, Madison Kocian, Gabby Douglas, Laurie Hernandez ve Biles’tan oluşan ekibine ‘Final Five’ lakabı takılmıştı. Hepsi ayrı yeteneklere sahip bu isimler arasında parlayan isimse ortadaydı. Biles, kendi imzasını adını taşıyan The Biles gibi hareketlerle görülmemiş bir çıtayı aşıyor, Amanar gibi büyük tehlike barındıran hareketleri deniyordu. Genç sporcu, medya önünde de parlıyordu. Gülümsemesi, neşeli tavrı, boyunun kısalığından şikâyet ettiği ve âşık olduğu çocuğu anlattığı röportajları medyayı süslüyordu. Martha Karolyi’den ayrı olarak, günlük mesaisinde koç Amy Boorman’la çalışıyor, onun tarafından biraz serbest bırakılarak yarışmalara hazırlanıyordu. Çarpıcı hikâyesi de medyada yankı buluyordu. Alkolik annesi ve babası tarafından terk edilen Biles’a büyükannesi ve büyükbabası bakmıştı.

2016 Rio o öykünün, gülümsemenin, estetiğin, akrobasinin zirvesi oldu. Spora girdiği ilk yıllarda rakiplerinin ırkçı tepkilerine maruz kalan Biles, her fırsatta öne çıkarılan fiziksel yeteneklerinin yanında olağanüstü bir estetiği olduğunu da kanıtladı. Genellikle ABD ekolünün karşısına konulan ve zarafetleriyle öne çıkarılan Aliya Mustafina, Eythora Thorsdottir gibi isimlerin olimpiyattaki performanslarıyla Biles’ın yaptıklarını yan yana koyanlar, estetik açıdan arada çok büyük fark olmadığını görmüştü. O, her şeyiyle oyunları hegemonyası altına almıştı.

İşin aslı, Biles’ın durumu bu listedeki birçok sporcudan farklı. O, bundan sonra herhangi bir yarışmaya katılmasa dahi tarihteki yeri değişmez. ABD’li isim, çoğu kişiye göre zaten gelmiş geçmiş en büyük artistik jimnastikçi. Yine de bir yandan üniversite eğitimini sürdüren Biles’ın Rio sonrası kısa bir tatil yapıp jimnastiğe döndüğünü ve 2020 Tokyo Olimpiyat Oyunları’na hazırlandığını belirtmek lazım. Yani iki yaz sonra da manşetlerdeki en büyük yüz muhtemelen o olacak. Fakat mesele basit bir spor epiği değil. Biles, aynı zamanda kazanmak için her şeyin mübah kabul edildiği bir spor anlayışının son mağdurlarından biri olarak görülmeli. Onun öyküsü, bir yandan da madalya uğruna insan bedeninin her türlü tahribata maruz bırakıldığı, altın yolunda psikolojik ve fiziksel şiddetin kullanıldığı bir anlayışın yansıması. Eğer Biles bu alandaki değişime katkıda bulunabilirse daha büyük bir mirasın sahibi olabilir. Evet, kendi ifadesiyle yaşadığı trajik deneyim onu tanımlamamalı. Evet, Simone Biles bundan çok daha fazlası. Etkisi de öyle olmalı.

Socrates Dergi