Gelgite Karşı
16 dk
Dediğim dedik antrenörler, saha şartları, hava topları üzerine kurulan sistemler. İngiliz futbolu 1970'li yıllarda yavaş yavaş dünyaya ayak uyduramamaya başlamıştı. Bu kaos içinde insanlara keyif veren nadir bireysel yeteneklerden biriyse Glenn Hoddle'dı.
İtiraf ediyorum, görevimi kötüye kullandım! Hem de birkaç kez... Röportaj yapacağım futbolcular eğer 1980'li yıllarda top koşturmuşsa ve ona karşı oynamışsa, karşımdakinden duymak istediğim ilk şey kariyer anları, önemli maçları ya da çalıştığı antrenörler olmadı. İlk olarak hep şunu merak ettim: "Hoddle'a karşı oynamak nasıl bir şeydi?" Cevad Prekazi, kendine has üslubuyla bir "Ovvvv" çekti ve "Harika bir herifti!" dedi. Semih Yuvakuran, "O fizikte bir adam nasıl o kadar zarif olur aklım almıyor" sözleriyle anlattı, bu şansı yakalayan diğer abilerimiz de benzer şeyler ekledi. Cevaplardan sonra yüzüme oturan sırıtışa da Atahan Altınordu birkaç kez şahit oldu. Nazarımda gördüğüm İngiliz futbolcular içerisindeki en zarifi olan Hoddle'a ilgimi bilenlerden biri de Caner Eler'di. 27 Ekim 2018'de "Hoddle :(" başlığıyla attığı e-postadaki habere tıkladığımda üzgün surat ifadesinin sebebini anlamıştım.
Hoddle, doğum gününde kalp krizi geçirmişti ve durum ciddiydi. Çalıştığı kanaldaki kutlamadan sonra fenalaşan efsane, ses mühendisi Simon Daniels'ın ilkyardım bilgisi sayesinde hayatta kalmıştı. Daniels, "Çocukluk kahramanının hayatını kurtaran adam" şeklinde anılıyordu. Sosyal medyada ve haber sitelerinde Hoddle ile ilgili yazılanları okudukça "Tek manyak ben değilmişim" dedim. Sahalara vedasının üzerinden yirmi küsur yıl geçmesine rağmen "İzlediğim en yetenekli İngiliz futbolcu" minvalinde mesajlar görülüyordu. Peki Hoddle, gerçekten bu kadar özel miydi?
Saplantı
"Ben futbolu seçmedim, o beni seçti!" Glenn Hoddle, kendisiyle yapılan röportajlarda ya da onun için çekilen belgesellerde bunu sık sık dile getiriyor. Henüz beş, altı yaşlarındayken bile devamlı futbol oynadığını, topa vururken iki ayağını da aynı oranda kullanabildiğini söylüyor. Anne ve babası da çocuklarının o günlerini "Hep futbol ile ilgili oyunlar oynardı. Ya ayağında top olurdu ya da eline bir şeyler alarak onlara maç yaptırır ve o maçı anlatırdı" şeklinde hatırlıyor. Bunlar Hoddle'ın 'futbol saplantısı'nı doğrulayan anılar. Fakat profesyonel sahneye âşık olmasının sebebi başka: White Hart Lane'in ışıkları…
Henüz sekiz yaşındaki Glenn, mahalleden bir arkadaşının teklifini geri çevirmemiş ve Tottenham Hotspur Rezerv Takımı'nın maçı için stadın yolunu tutmuştu. Turnikeden geçtiği anda stadın ışıkları onu büyüledi. Tottenham taraftarı olmaya o anda karar vermişti. Işıkların etkisi, kariyerinin ilerleyen yıllarına da yansıyacaktı: "Kariyerim boyunca gece maçları benim için hep etkileyici olmuştur…" Martin Chivers, 1968'de adım attığı Tottenham'da 1976'ya kadar top koşturdu ve 100'den fazla gol attı. Mirası, bununla sınırlı kalmadı. Harlow'da ufaklıkların top koşturduğu bir maçı izlerken, kendi tabiriyle 'akıllara durgunluk veren' bir çocuk dikkatini çekti. 11 yaşındaki Glenn Hoddle, birkaç gün sonra Chivers'ın tavsiyesi üzerine Tottenham idmanına çıktı.
1960'larda kısa bir süre de olsa kulüpler ve milli takım seviyesinde futbolun zirvesine çıkan İngilizler, 1970'li yıllarla birlikte çağın yavaş yavaş gerisinde kalmaya başlamıştı. Klasik 4-4-2 dizilişinden taviz vermeyen antrenörler, oyuncu ilişkileri hususunda da 'sert adamlar' olarak ön plana çıkıyorlardı. Milli takım antrenörü Alf Ramsey ya da ülkenin en iyi takımı olarak kabul gören Leeds United'ı çalıştıran Don Revie, bunun en öne çıkan örnekleriydi. 'Devrimci' olarak görülen Bill Shankly dahi orta yolda buluşulması kolay bir antrenör değildi, hem taktiksel hem de bire bir ilişkiler açısından… Genel futbol atmosferinde de çağın gerisinde kalınıyordu. 1970'lere zarif liberoların ya da doğuştan yetenekli 10 numaraların etkisiyle girilirken, Ada futbolunda kıymetli olanlar Billy Bremner gibi 'kavgacı' orta sahalar ya da hücumcularda fiziksel izler bırakan savunmacılardı. Yetenek parıltısı gösteren hücumcu oyuncuların ciddi bölümünün ise disiplin ya da antrenörleriyle ilişki sorunları vardı…
Glenn Hoddle, bu dönemi Tottenham altyapısında geçirirken yapılmamışları yapmayı düşünüyordu. 1974 Dünya Kupası'nda Johan Cruyff'un meşhur 'Cruyff Dönüşü'nü izlediğinde "Bu nasıl bugüne kadar kimsenin aklına gelmez" diyerek günlerce arka bahçede mesaiye koyulmuştu. Bu mesaiden yaklaşık bir yıl sonra sırası geldi. Ağustos 1975'te Norwich ile White Hart Lane'de oynadıkları maçta oyuna girdiğinde 17 yaşındaydı. Isınmaya çıktığında ilk işi, zemini ya da maç topunu kontrol etmek olmadı. 12 yaşından itibaren, kulübün altyapı oyuncuları için ayırdığı yerde maçları izlemişti. O gün orada kimin oturduğuna baktı, sonra da tribünlerdeki çatının üzerinde yer alan, kulübün simgesi olan horoz heykeline. "Unutma, o horozu defalarca temizledin" dedi kendi kendine…
Genç orta sahanın ilk 11'de çıktığı ilk maç ise başka bir anlam taşıyordu. 21 Ocak 1976'da Stoke City ile oynadıkları maçta rakip formayı giyen Alan Hudson, onun çocukluk kahramanlarından biriydi. Hoddle, sol ayağıyla nefis bir gol atmış ve maça imzasını atmıştı. Maç bittiğinde Hudson yanına gelerek "Böyle oynamaya devam et ve arzuladığın her şeye ulaş" dedi. Fakat Hoddle arzuladığı şeylerden çok uzaktı. Tottenham, 1976-1977 sezonunda küme düşmüştü. Hoddle'ın yapabildiği tek şey soyunma odasında ağlamak oldu…

Osvaldo Ardiles ve Ricky Villa
White Hart Lane'in Kralı
"Ricky, aynı dili konuşabileceğimiz birilerini bulmalıyız." 1978 yazında Dünya Kupası'nı kazanan Osvaldo Ardiles, aynı mevsimde Tottenham formasını sırtına geçirdiğinde, onunla birlikte Ada'ya gelen vatandaşı Ricky Villa'ya bunları söyledi. İspanyolca konuşabilen bir İngilizden bahsetmiyordu. Ülkede oynanan futbol canını sıkmıştı. Fakat kısa süre sonra Hoddle'la tanıştı ve aynı dili konuşmaya başladılar. Küme düştüğü sezonun hemen sonrasında Birinci Lig'e çıkmayı başaran kulüp, menajer Keith Burkinshaw'un oynatmaya çalıştığı akıcı futbolu yavaş yavaş sahaya koymaya başlamıştı. Oyununun temelinde iki isim vardı. Ardiles, çabukluğu ve dripling özellikleri ile hızlı hücumları orta sahadan başlatan oyuncuydu. Hoddle'ın ise hıza pek ihtiyacı yoktu. Saha görüşü; 30, 40 ya da 50 metre menzilli uzun toplarıyla hücum oyuncularını hareketlendirebiliyor ya da kusursuz top hâkimiyetiyle oyunun temposunu ayarlayabiliyordu. Bütün bunları yaparken iki ayağını da aynı oranda mükemmel kullanıyordu. Takımın kaptanı Steve Perryman, "Ayaklarında golf sopası takımı var" sözleriyle durumu özetliyordu. Ardiles ise "Her maçı 'Pandora'nın Kutusu' gibiydi. İçinden ne çıkacağını kimse tahmin edemezdi" diyordu. Kıtanın diğer takımlarının da ilgisini çekmeye başladı. Köln, Wolfgang Overath'tan boşalan maestro koltuğuna Hoddle'ı oturtmak istedi. Henüz 21 yaşındaydı ve cesaret edemedi.
İlk prestijli zafer, 1981'de geldi. FA Cup finali tekrar maçında Manchester City'yi 3-2 yendiklerinde Villa zaferi getiren isim olsa da maçın adamı Hoddle'dı. 1982'deki finalde ise vasat oynasa da skoru belirleyen penaltıyı QPR ağlarına göndermişti. Birkaç yıl önce küme düşen Tottenham, 1980'lerden itibaren ligin ilk dört sırasında yer bulan bir takıma dönüşmüştü. Hikâyenin en anlamlı kısmıysa 1983-1984 sezonunda yazıldı…
Tottenham, Mayıs 1984'te Anderlecht'i geçerek UEFA Kupası'nı kazandığında, Hoddle finalin iki maçında da oynamamıştı. Fakat maceranın en kritik anlarında sahadaydı. Bu önemli virajlardan biri, üçüncü turdaki Bayern Münih eşleşmesiydi. Hoddle'ın kariyerindeki en görkemli an ise ikinci turdaki ilk maçta yaşandı. Spurs, Feyenoord ile karşı karşıya gelecekti. Mücadeleyi anlamlı kılan ise Hoddle'a 1974 yazında özel mesai yaptıran Cruyff'un Feyenoord forması giymesiydi. Maçtan önce İngiliz gazetelerinde Tottenham'ın zorlanacağını söyleyen Cruyff, Hoddle'ın ise abartıldığını dile getiriyordu. Menajer Burkinshaw, Hoddle'ın o demeci okuduğunu hatırlıyordu. İdolüne karşı bilenmiş olarak sahaya çıkan Hoddle, takımını 4-2'lik zafere taşırken neredeyse her golde kilit pası atan oyuncuydu. Takımını yönetmiş ve bir diğer önemli özelliği olan mücadeleciliğini sahaya yansıtmaktan geri kalmamıştı. Cruyff, yıllar sonra verdiği bir röportajda o maçtan sonra Hoddle'ın yanına giderek onu kutladığını anlatıyor ve "O zamanlar sahanın en iyisini tebrik etmeniz normaldi" diyordu. Hoddle'ı finalden eden sakatlığı, o yaz tarihin akışını da değiştirmiş olabilirdi. İtalyan takımı Napoli, ülkedeki 'büyük transfer' furyasına ayak uydurmanın peşindeydi ve hedeflerindeki isim de Hoddle'dı. Fakat aşil tendonundaki sakatlık, transferi engellemişti. O yaz, Güney İtalya'ya bir başka Allah vergisi yetenek, Diego Armando Maradona ayak basacaktı…
Hoddle, takımın iplerini eline geçirdiği dönemden itibaren Tottenham'a seviye atlatmıştı. Bu başarılı sezonlara rağmen, "Küme düşmemiz, bana bütün bu madalyalardan on kat daha fazla tecrübe kattı" dese de kupalar da ona itibar kazandırıyordu. Onu sahada izleyen birçok İngiliz spor yazarına göre Ada'da doğmuş en büyük saf yetenekti. Ama o, ülkenin futbol anlayışından rahatsızdı: "Oynadığım dönemde İngiltere'deki ortam yaratıcı oyuncular için zorluydu. Her takım 4-4-2 oynar, top normalden çok daha fazla havada kalırdı. Saha çamur içindeydi ve herhangi bir ceza almadan size defalarca tekme atan oyucular vardı. O zamanlar İngiltere'de yaratıcı futbolcu olmak gelgite karşı yüzmek demekti."
Karşılaştığı en sert gelgit, milli takım dönemi oldu. 1980 Avrupa Şampiyonası ve 1982 Dünya Kupası'nda kadroda yer alsa da Ron Greenwood, takımı onun üzerine kurmayı tercih etmedi. Hatta 1982'de tek maç dışında sahaya onu bile sürmedi. Hoddle, Greenwood'un bakış açısını, kendisiyle özdeşleşen, şortunun içine sokmadığı forması üzerinden anlatıyordu: "Beni ilk gördüğünde 'Formanı içeri sok!' dedi." Orta sahada ipleri daha çok Bryan Robson'ın ellerine veren Greenwood, hücumdaki yaratıcılığı kanat oyunculardan bekliyordu. Ondan sonra takımın başına geçen Bobby Robson, düşünce olarak daha çağdaş bir antrenördü ve Hoddle'a sık forma verdi. Ama bu sefer de gerçek pozisyonu olan 10 numaradan daha çok sağ iç gibi sahaya çıkıyordu. Esas bölgesinde oynatılmama durumu, kendisi hakkında yapılan Touch of Genius belgeselinde röportajı yapan Geoff Shreeves'in esprisiyle yıllar sonra da olsa yine karşısına çıkacaktı. Mahallesinde top oynarken yer aldığı ilk futbol maçını anlatan Glenn söze girmişti:
— Yedi yaşındaydım ve kanatta oynamıştım.
— Yedi yaşında bile pozisyonunun dışında oynatılmışsın!
Takım arkadaşı Ardiles ise Hoddle'a şunu söylediğini hatırlıyor: "Glenn, anlayamıyorum. Nasıl olur da 100'den fazla kez milli olamazsın? Nasıl olur da senin çevrene bir takım kurmazlar?" Hoddle ise bunun ancak Brian Clough'ın milli takım antrenörü olması hâlinde gerçekleşeceğini düşünüyordu. 1986 Dünya Kupası'nda da Maradona'nın eline takılan Hoddle, 1988 Avrupa Şampiyonası'nın ardından 50 küsur milli maçla kariyerinin 'milli' tarafını noktaladı. Bir başka büyük 10 numara Michel Platini ise duruma Ardiles gibi yaklaşıyordu: "Fransız olsa en az 150 kere milli olurdu."

Wenger'li Günler
Bütün bu sıkıntılarını çözen yine bir Fransız olacaktı. Tottenham'ı izlemekten zevk alan genç antrenör Arsene Wenger, sahadaki akılalmaz pasların hep aynı kişiden çıktığına dikkat etmişti: Glenn Hoddle. Fransız teknik adam, yeni takımı Monaco'daki mesaisine başladığında hedefindeki transferlerden biri de o oldu. 1987'de Tottenham'dan ayrılma kararı alan Hoddle ise PSG ile anlaşmaya varmıştı bile. Ama Monaco'nun yeni antrenörü ile yaptığı görüşme, aklını çeldi. Wenger-Hoddle birlikteliği o yaz başladı. Hoddle, Wenger'in antrenman metotlarına ne kadar hayran olduğunu "28 yaşımdaydım ama 21 yaşımdaki hâlimden daha fit durumdaydım" sözleriyle anlatıyordu. Daha da önemlisi Wenger onu bir başka İngiliz Mark Hateley'in tam arkasında 10 numara pozisyonunda oynatıyordu. Hoddle, "Pozisyonum oydu" diyor. Hateley ise o günleri "Zidane'la oynamak gibiydi işte" diyerek anlatıyor. İlk sezonunda Monaco ile lig şampiyonluğuna uzanan Hoddle, aynı zamanda Fransa'da yılın futbolcusu da seçildi.
"Çalıştığım en yetenekli oyuncu. Top kontrolü harika, dengesi muhteşem, iki ayağını kullanma becerisi de esrarengizdi. İngiltere'de neden takdir görmediğini anlamıyorum. Belki de çağının ötesinde, yanlış dönemin yıldızıydı." Arsene Wenger, Hoddle'ı böyle anlatıyordu. Belki ona futbol konusunda öğretecek bir şeyi kalmamıştı ama kariyerinin ilerisi için ipuçları vermeyi ihmal etmedi. Hoddle'ın saha görüşüne ve analiz yeteneğine hayrandı: "Antrenör olmalısın" diyordu. Hoddle ise "Öyle bir hevesim olduğunu düşünmüyorum" sözleriyle geçiştiriyordu. Fakat bir süre sonra Wenger'in sözleri kafasının içinde dönmeye başladı; oyuna bakışının, maçları izleme şeklinin değiştiğini fark etti.

Umut, Zirve, Çöküş
1991'de Fransa'dan ayrılan Hoddle, Swindon Town'ın menajer-oyuncu teklifini kabul etti. İngiliz futbolundaki tabularla oyunculuk döneminde sorunlar yaşayan Glenn, Swindon'da üçlü savunma ile sahaya çıktı, libero kullandı. 1993'te play-off'ta Leicester City'yi yenerek Premier Lig'e çıktıklarında ülkede büyük ses getirmişlerdi. Aynı sene Chelsea'nin yolunu tuttu. Fakat Premier Lig tecrübesi, beklediği gibi başlamamıştı. Kulüpteki şartlar, soyunma odaları ve idman sahası felaket hâldeydi. İşe buralardan başladı ve daha sonra FA Cup finaline kadar uzandı… Dönemin Chelsea sol beki Scott Minto, "Chelsea'deki değişim Abramovich'ten önce Glenn'le başlamıştı" diyor. Dan Petrescu, Ruud Gullit ve Mark Hughes gibi büyük isimleri Stamford Bridge'e getiren Hoddle, yıllar sonra Avrupa kupası heyecanını da kulübe yaşatmıştı. Her şey yolunda gidiyordu ki o teklif geldi…
İngiltere Futbol Federasyonu, Terry Venables'tan boşalan koltuğa eski 'Altın Çocuk' Hoddle'ı layık görmüştü. Chelsea'den ayrılmaya niyeti olmasa da bu teklifi kaçırmadı ve 40 yaşında İngiltere'nin başına geçti. 1998 Dünya Kupası Elemeleri'nde Roma'da oynanan İtalya maçından sonra grup lideri olarak Dünya Kupası bileti aldıklarında, kariyerinin zirvesine yaklaşmıştı. Ama her şey o birkaç ayda dibe vurmaya başladı. Arjantin'e elenen İngiltere'de ceza kırmızı kart gören David Beckham'a kesilmiş olsa da Hoddle da eleştirilere maruz kalmıştı. Paul Gascoigne'i kadroya almaması, oyuncu ilişkilerinde eksik kalması hatta antrenmanda çift kalede oynayarak, yetenekleriyle oyuncularını küçük düşürmesine kadar açılıyordu yelpaze. Yine de görevinin başında kaldı. Oynattığı oyun, gençlerle tecrübelileri karıştırarak oluşturduğu takım umut veriyordu. Ta ki 30 Ocak 1999'a kadar.
"Engelli insanlar, önceki yaşamlarında işledikleri günahların cezalarını çekiyorlar!" The Times'tan Matt Dickinson'a verdiği röportajdan manşete taşınan bu sözler, onun sonunu hazırladı. İngiltere Başbakanı Tony Blair dâhil birçok vatandaşı, kovulması gerektiğini dile getirdi. Yaptığı basın toplantısında söylemediği şeylerin sayfalara taşındığını söyledi. Aslında haklıydı da, direkt bu cümleler ağzından çıkmamıştı belki ama Euro 2000 Elemeleri hakkındaki sohbet bir anda ilgi duyduğu Karma felsefesine gelmiş ve "Sana ve bana iki kol, iki el, yarısı çalışan bir beyin verilmiş. Bazı insanlar bir sebepten dolayı böyle doğmuyor. Önceki hayattan Karma etkisi bu" ile başlayan birkaç cümle zırvalamış ve "Ne ekersen onu biçersin" diyerek bitirmişti. Ne olursa olsun görevine son verildi. Tartışmalı milli takım kariyerinde çok eleştirilse de hakkını verenler de yok değildi. Rio Ferdinand, Alan Shearer ve Paul Scholes, milli takımda çalıştıkları en iyi antrenörün Glenn Hoddle olduğunu söylüyordu. Birçok İngiliz futbolsever de federasyonun o gün Hoddle'ın arkasında durmayarak uzun süren milli takım krizini büyüttüğü kanısında.

İlham
Hoddle, menajerlik görevine kısa bir ara verdikten sonra yuvası Tottenham'ı, sonra da Wolverhampton'ı çalıştırdı. Eski ivmeden eser kalmamıştı ve 2006'da kariyerine son verdi. Bugün televizyon yorumculuğu ve kendine ait futbol okulunda antrenörlük yapıyor. İnsan ilişkileri ya da hayat görüşüyle tartışılacak bir şahıs olsa da oynadığı futbolu bir kenara atmak çok zor. Onu izleyen birçoklarına göre en yetenekli İngiliz futbolcu olan Hoddle'ın sadece topla olan hünerlerini değil, topsuz oyundaki mücadeleci yapısını da bir 10 numara olmasına rağmen başka bir yere koymak lazım. Çağının ötesinde bir oyuncuyu bugün sadece kupalarla değerlendirmeye kalkanlar için onu yüceltecek pek de büyük başarılar yok. Bunlar, onun umurunda mı? Sanmıyorum. "Bobby Charlton ve George Best, insanlara ilham verdi. Beni izleyip futbolcu olmak isteyen, oynadığım takımları destekleyen insanlar oldu. Bu, madalyalar ya da kupalar kadar önemli benim için."
Tottenham'ın Ajax'ı son saniyede geçip Şampiyonlar Ligi finaline yükseldiği maçta, Lucas Moura'nın son golü sonrasında Rio Ferdinand'la yaşadığı sevinci Twitter hesabında paylaşan Hoddle'a takipçileri geçirdiği kalp krizini hatırlatarak "Dikkat et" diyordu. Bir hayranı Cardiff'ten onu görmek için Tottenham maçlarına geldiğini yazıyordu. Bir Liverpool taraftarı ise "Seni böyle görmek beni çok mutlu etti. Ama umarım finalde sevinmezsin" diyor, QPR'lı bir futbolsever de "1982'de bizi yıkan penaltıyı atsan da senin için sevindim" diyordu. Bilmem kaç bin kilometre öteden hâlâ eski maçlarını izleyen bendeniz için bile büyük şeyler ifade eden bu saf yeteneğin kendi topraklarında iz bırakması elbette normal. Ama sadece basit taraftarların gözünde değil, oyunun hücrelerine kadar kafa yoranların başında gelen Cruyff'un bile ondan etkilenmiş olması, onun sıradan bir ölümlü olmadığını gösteriyor: "Tribünlere keyif vermek en büyük başarıdır. Glenn de bunu yaptı. Futbolu, oyunu görmek istediğim şekilde oynadı."