
Gemileri Yakmak
13 dk
O, 'Kemal' adıyla başladığı hayata ‘Leyla' olarak devam eden unutulmaz bir basketbol antrenörü. Hidayet Türkoğlu, Kerem Tunçeri ve Furkan Korkmaz yetiştirdiği oyunculardan bazıları.
1999 yılıydı sanırım, aylardan Mart ya da Nisan olmalı...
Ortaokullar Türkiye Şampiyonası’nda yarı final grubu maçları oynanıyor Sakarya’da. Biz Bornova Anadolu Lisesi, İzmir ikincisiyiz. Rakiplerden biri de Çavuşoğlu Koleji, İstanbul şampiyonu. Efes Pilsen altyapısındaki çocuklar oynuyor Çavuşoğlu’nda; Valentin Pastal var, Barış Ermiş var... İstanbul finalinde Engin Atsür’ün oynadığı Saint Benoit’yı yenmişler. Bizi de yenecekler, hem de fena yenecekler. Bildiklerimiz bunlardan ibaret, bir de koçları Leyla Çalışkan’dan.
Hidayet Türkoğlu ve Kerem Tunçeri’nin formasını giydiği Çavuşoğlu Koleji ile dünya şampiyonluğu yaşayan Leyla Çalışkan... Kemal adıyla başladığı hayata, Leyla olarak devam eden, bir dönem sırf bu yüzden yaşadığı zorluklar nedeniyle işinden olan ama Savaş Ay’ın programına çıktıktan sonra mesleğe dönen, o meşhur altyapı antrenörü.
DSİ’nin tesislerinde kalıyoruz Çavuşoğlu Koleji ile birlikte. Yemek aralarında, dinlenme saatlerinde karşılaşıyoruz mütemadiyen.
Ertesi gün maçımız var. İki arkadaş, tesisin bahçesindeki kortta tenis oynuyoruz. Bir kadın yaklaştı ağır adımlarla, Leyla Hoca. Yanımıza kadar geldi, "Çocuklar tenis oynamayın, yarın bizle maçınız var, şutunuz bozulmasın" dedi. "Tamam hocam, uyardığınız için teşekkürler" dedik, odalarımıza döndük. Ertesi gün maça çıktık, 30-40 sayı fark yedik. Tam sayıyı hatırlamıyorum. Maçtan sonra tek tek hepimizin elini sıktı, her birimizi ayrı ayrı tebrik etti. Sonra da bir daha karşılaşmadık.
2010 Dünya Basketbol Şampiyonası zamanı... Ev sahibi Türkiye, yarı finalde Sırbistan’ı Kerem Tunçeri’nin son saniye basketiyle mağlup etti ve finale yükseldi. Takımın yıldızı ise Hidayet Türkoğlu’ydu. Leyla Çalışkan’dan haberi olanlar, o dönem röportaj üstüne röportaj yaptı kendisiyle. Saba Tümer’in programına çıktı. Hidayet’in Sırbistan maçından sonraki meşhur "Bu çocuklar maddi-manevi her şeyi hak ediyorlar" açıklaması hakkındaki görüşleri soruldu, "Canlı yayında para istemelerine şaşırdım" diyerek eleştirdi eski öğrencisini. Rivayet o ki o günden sonra bağlar iyice koptu.
O sözlerin üstünden beş, Sakarya’daki maçın üstünden 16 yıl geçti ve Leyla Çalışkan’la yeniden karşı karşıya geldik. Yabancılık çektiğimi söyleyemem, her zamanki dik ama korunmacı tavrıyla karşıladı bizi ve malum olduğu üzere, söze Hidayet ve Kerem’le başladık.
"2010 Dünya Şampiyonası sırasında gazeteciler beni aradılar, röportaja geldiler ve her seferinde, söz döndü dolaştı Hidayet ve Kerem’le görüşüp görüşmediğime geldi. Yalan mı söyleseydim? 'Görüşmüyoruz’ dedim. Niye görüşmediğimizi sordular, ben de 'Onlara sormanız lazım’ diye cevap verdim. Devam ettiler, 'Maçlara gelmeyecek misiniz?’ dediler. Açıkçası, basketbola bu kadar yıl emek vermiş bir insan olarak, bilet alıp o maçlara gitmek bana koyardı. Ağrıma giderdi yani. Sonra konu uzadı, 'Hidayet sana davetiye göndermiyor mu?’ noktasına kadar geldi, ben de 'Göndermiyor’ dedim. Hikâye bundan ibaret yani. Bir serzenişte bulunmadım; soru sordular, cevap verdim. Ne yapsaydım?"
Ne yapsaydım? Bu soru, Leyla Çalışkan’ın hayatının bir özeti gibi aslında. Ama sadece kendisiyle ilgili kısmında, zira konu basketbol olduğunda ne yapması gerektiğini gayet iyi bildi her zaman. Özellikle de hangi çocuğun büyük bir oyuncu olacağını hissetmesi gerektiğinde...
Dünya şampiyonu kadrodaki eski öğrencilerinden Mesut Ademoğlu, ilk tanışmalarını şöyle anlatmıştı:
"Yedi yaşında, abim Ediz’i ziyaret etmek için Çavuşoğlu Koleji’ne gitmiştim. Leyla Hoca beni gördü 'Çocuk, at bakayım şu topu potaya’ dedi. Basketbol kariyerim böyle başladı."
"Bunu nereden biliyorsunuz ya, ben hatırlamıyorum" deyip güldü anlatınca ama Hidayet’i nasıl keşfettiğini dün gibi hatırlıyordu...
"Hidayet’i bir ilkokul maçında izlemiştim. Çelimsiz, cılız bir çocuk, böyle sanki rüzgâr esse sallanacak bir tip. Araştırdık, o bölgedeki (Bayrampaşa) Boşnaklardan olduğunu öğrendik. Bulduk evini, babasına gittik. Yanaşmadı önce, 'Muhasebeci olacak benim oğlum, okutacağım ben çocuğumu, Ticaret Lisesi’ne göndereceğim’ dedi. Neyse, alttan girdik, üstten çıktık, araya birilerini soktuk ve sonunda razı ettik. Öyle başladı hikâye. Son derece yetenekliydi zaten, daha küçük takımda göstermeye başladı kendini."
Leyla Çalışkan’ı tanıyanlar, disipline verdiği önemden bahseder. Bunun için bazen vidaları sıktığından da... "Ben hep altyapıda çalışmak istedim, uzmanlık alanım küçükler kategorisi. O grupla daha iyi anlaşıyorum. Temizler, saflar, bildiklerimi daha iyi aktarabiliyorum onlara. Sert bir hocayım, doğrudur. Öyle idmanda dayak falan yok tabii ama her antrenörün yaptığı şeyler işte, bilirsiniz. Yeri geldiğinde de çocuklarımı korurum ama" dedi sorduğumuzda. Hidayet’i de korumuştu günü geldiğinde, biraz çizgiyi aşmıştı belki ama korumuştu.
"Hidayet bir sabah antrenmana gelmedi. 'Çocuklar, Hidayet nerede?’ dedim, kimseden ses çıkmadı. Neyse, akşam antrenmanına gelir, herhalde mazereti vardır diye düşündüm ama akşam da gelmedi. Çocukları bir daha yokladım, ses yok. Sıkıştırdım bu sefer biraz. 'Atari salonundadır’ dediler bana. Ben de bindim onlarla servise, Bayrampaşa’ya gittim. Atari salonunu sordum, gösterdiler. İçeri girdim, bir baktım, Hidayet kendinden geçmiş, oyun oynuyor. Sonra beni gördü, yanakları kıpkırmızı oldu. Aldım, dışarı çıkardım. Bir tokat attım, neredeyse yere düşecekti. Sonra bir tokat daha attım. Bir daha gitmedi ama, o son oldu."
Hidayet’in hayatındaki sonlardan birinde imzası vardı ama aralarındaki ilişki sonlardan ibaret değildi. Onu ilk kez oyun kurucu pozisyonunda deneyen kendisiydi. Bu belki de Hidayet’in NBA’e uzanan yolunun başlangıcı olmuştu.
"Benim o dönem uzun oyun kuruculara karşı zaafım vardı. Magic Johnson’ı çok severdim. O yüzden Kerem’in (Tunçeri) yorulduğu ya da kendini kaybettiği zamanlarda Hidayet’i çekerdim oyun kurucu pozisyonuna, layıkıyla da yapardı görevini. Kerem’in yedeği Mahir (Bayrak) vardı aslında, ona rağmen Hidayet’i koyardım oraya. Kerem’in annesi bozulurdu hatta bana bu yüzden. Ama benim basketbol felsefeme göre, altyapıda herkes her yerde oynamalıdır. Her pozisyonu bilmelidir. Bir oyuncu post-up da yapabilmeli, oyun da kurabilmeli, her pozisyonun gereklerini görebilmelidir. En azından temel seviyede. Ben de Hidayet’i yıldızlar kategorisine gelene kadar neredeyse her pozisyonda oynattım."
Kerem Tunçeri de onun tedrisatından geçmişti, Hidayet kadar emeği yoktu üstünde belki ama nihayetinde öğrencisiydi.
"Kerem Galatasaray altyapısındaydı aslında, bizde sadece okul takımında oynuyordu ama yaz antrenmanlarını kulübüyle değil, bizimle yapıyordu. İyi şut atan, hızlı hücumu başlatan bir oyuncuydu. Aynı şekilde, bozmadan devam etti. Küçükken nasıl bir oyuncu profiline sahipse sonrasında da o özellikleriyle var oldu.
Annesine bağlı bir çocuktu Kerem ama dışa dönük bir yapısı vardı. Hidayet daha asosyaldi ona göre."
Sonra işler değişti, hayat hepsini farklı köşelere yolladı, Leyla Hoca ile öğrencilerinin arasına uçurumlar girdi. Bugünden geriye baktığında biraz buruk, biraz kırgın anıyor o günleri...
"Ben Çavuşoğlu’ndan gönderildikten sonra doğru düzgün görüşmedik Hidayet’le. Efes Pilsen’de A takıma çıkmıştı zaten o sıralar. Birkaç kez katıldığım televizyon programlarına geldi sadece. Yasemin’in Penceresi biri, diğerini hatırlamıyorum şimdi ama onlardan sonra görüşmedik zaten. Nedenini bilemiyorum, sadece paranın insanları değiştirdiğini düşünüyorum. Ya da mevki, şöhret mi desek... Bilemiyorum."
Bunlar Leyla Hoca’nın anlattıkları... Hidayet’e sorsanız farklı, Kerem’e sorsanız farklı cevaplar alabilirsiniz belki ama her insanın hafızası, ortak olsa da aynı anılara ev sahipliği yapmıyor işte. Bazen sadece olan biteni, bazen görmek istediklerinizi, bazen mutlu edenleri, bazen de canınızı yakanları hatırlıyorsunuz. Herkes gibi...
Hidayet ve Kerem’le bitmedi Leyla Çalışkan’ın serüveni. Mesleğe döndü, oyuncu yetiştirmeye devam etti. 2010’da Saba Tümer "Bugünkü öğrencileriniz arasında Hidayet ya da Kerem gibi olabilecek biri var mı?" diye sorduğunda, "Çok yetenekli bir grup var ama hangisi o seviyeye çıkar diye soruyorsanız, içlerinden tek bir isim veremem" demişti. Onlardan biri Furkan Korkmaz’dı. Beş yıl sonra Eurobasket 2015’te forma giyen en genç oyuncu oldu. "O dönem Furkan’dan daha iyi oyuncular da vardı aslında ama onlar zaman içinde kayboldular. Furkan çok farklı bir yetenekti. Onu ilk gördüğümde, aslında onu izlemeye gitmemiştim. Başka bir oyuncu vardı, onu izlememi istediler. Neyse, gittik, maçı takip ediyoruz. Ben, önerilen oyuncuyu değil de Furkan’ı seyretmeye başladım ve 'Bu çocuğu istiyorum’ dedim. Sonra takıma aldık. 1997 doğumludur ama ben onu 1996 doğumluların oynadığı takımda oynattım. Çok çalışıyorduk o dönem, haftada en az altı gün antrenman... Daha ortaokul 1. sınıfta ona burs verdirdim ki örneği yoktur o yaşta bir çocuğa burs verildiğinin. Orta sona kadar okul takımında beraber çalıştık. Bahçeşehir’deydi antrenmanlarımız, her gün arabamla götürür getirirdim. Şirinevler’de oturuyordu ve Halkalı’ya bırakıp otobüsüne bindirirdim. Cılız, incecik bir çocuktu. 'Bir tane vursan devrilecek’ derler ya, aynen öyle. Ama çok yetenekliydi, belli ediyordu olacağını, oldu da zaten. Hatırlıyorum; Urfa’daki ortaokullar şampiyonasında TOFAŞ altyapısındaki çocuklardan oluşan bir takıma karşı mücadele ediyorduk. 9’da 8 üçlük attı Furkan. Sabah 9’da oynanan maçta hem de... İnanılmaz bir skor potansiyeli vardır hakikaten. O yeteneğin üstüne şimdi fizik de koydu. Antrenörü de iyi, Ivkovic gibi biriyle çalışan oyuncu kendini ilerletmez mi? Elbette ilerletir, yetenekli adam sonuçta. Bence NBA’e kadar gider. En son geçenlerde bayramımı kutladı, iyi bayramlar diledi. Teşekkür ettim, Eylül’de İstanbul’a geleceğimi ve görüşebileceğimizi söyledim ama malum, şimdi o da Avrupa Şampiyonası için yurt dışında. Denk gelemedik. İzmir’den tekrar döndüğümde görüşeceğiz diye umuyorum."
Leyla Çalışkan Furkan’ı ne kadar övüyorsa Furkan da iki yıl önce trendbasket.net’te yer alan röportajında hocasının hakkını veriyordu. "Basketbola Leyla Hoca ile başlamam çok büyük avantaj oldu diyebilirim. Fundamental bilgimi ondan aldım. Beni hep bir yaş büyüklerimle oynattı. Hiç kendi yaşıtlarımla oynamadım, bu sayede oyunum gelişti. O, çok iyi bir altyapı koçu. Şu sıralar pek görüşemesek de kendisiyle irtibatta sayılırım. Katkılarını unutamam, bende büyük emeği var."
Aslında bir zamanlar, o da öğrencileri gibi yetenekli bir altyapı oyuncusuydu. Antakya’da büyüdü, bugün tevazu ile ansa da kariyerinde 98 sayı attığı maçlar dahi vardı. Oyuncu olacaktı, olmadı. Nedeni ise sık sık başvurduğu 'özel durum’ ifadesinde saklıydı.
"Küçükler kategorisinde 98 sayı attığım bir maç var, doğrudur ama karşıdaki takım kötüydü. Çok da benimle alakalı bir durum değildi yani. Sonra İstanbul’a, Haydarpaşa Lisesi’ne geldim. Orada da oynadım ama bırakmak zorunda kaldım bir süre sonra. Nedenini sorarsan, özel durumumdan dolayı diyeyim."
Aslında durumu hayatının her alanında 'özel’di. Antrenörlüğe geçişi de buna dahil.
"Beni Aydan Siyavuş başlattı antrenörlüğe. O dönem sık sık görüşüyorduk zaten, Eczacıbaşı’nın antrenmanlarına gidip geliyordum. Beşiktaş’la rekabet içindelerdi o sıralar. Ben de Beşiktaş’ın bir maçına gidip not tuttum. Rakip analizi yaptım bir nevi, bir hafta sonra Eczacıbaşı ile maçları vardı. Sonra o notları Aydan Siyavuş’a gösterdim. Çok hoşuna gitti, 'Gel ben seni antrenör yapayım’ dedi. 'Olur’ dedim, öyle başladı. Ben daha Haydarpaşa Lisesi’nde ikinci sınıfa gidiyorum o zamanlar. 'Yanımdan ayrılmayacaksın, A takım antrenmanlarının hepsinde seni burada göreceğim’ dedi. Sonra A takımla yolculuklara gider, antrenmanlara katılır oldum. Böyle böyle başladı antrenörlük hayatım. Mehmet Döğüşken vardı; Antakya’dan arkadaşım, beraber gelmiştik İstanbul’a, Moda’da yaşıyorduk. Efes Pilsen’e transfer oldu. O gidince ben de Efes Pilsen’e geçtim. Sonra Aydan Abi tekrar kandırdı beni, Eczacıbaşı’na döndüm. Öyle gelgitli bir dönemim var. Üniversitede yine Efes Pilsen’de çalışırken bırakmak zorunda kaldım, özel durumumdan ötürü. Açıkçası öyle kötü dönemlerim de oldu."
"Bıraktınız ama geri dönebildiniz, o nasıl oldu?" dedim, derin bir nefes alıp anlatmaya başladı...
"Ben her şeyi Savaş Ay’a borçluyum. İşsizdim ve çok kötü durumdaydım. Beni buldu, röportaj yaptı, insanlara tanıttı. Nasıl biri olduğumu gösterdi ve Çavuşoğlu Koleji’nin sahibinden benim için yeniden iş sözü aldı. Onun hakkını hayatım boyunca ödeyemem. Sonra bir Efes Pilsen dönemim daha oldu, oradan da emekli oldum zaten."
Leyla Çalışkan, trans kimliğiyle yıllarca basketbol camiasının içinde var olmayı başardı. Peki, bunu bir özel şirket çalışanı ya da kamu görevlisi olarak yapabilir miydi? Muhasebeci ya da reklamcı olabilir miydi? Kırgın olduğu basketbol camiasının hiç mi katkısı yoktu? Kendini bu açıdan hiç mi avantajlı görmüyordu?
"Bence bu, Türkiye bir yana, basketbol camiası için de istisna. Başka birinin bu fırsatı yakalayabileceğini düşünmüyorum. Yine Savaş Ay diyeceğim ama gerçekten o olmasa kimse beni kabullenmezdi. Basketbol camiasına özel bir durum değil yani. Elbette düzgün bir insan olmam, namusumla çalışmam insanların gönlünü kazanmama yardımcı olmuştur. Ama zaten ben başarılı ve çalışkan bir antrenördüm. Yoksa mümkün değil barınamazdım. Başarılı olmasam kim ilgilenirdi ki benimle? Savaş Ay bile ilgilenmezdi. Sonuçta ortada bir haksızlık olması için benim de işimi iyi yapıyor olmam gerekiyordu. O yüzden durumum istisna diyorum. Diğer sektörleri geç, basketbolda da olmazdı yani. İş bir yana, gündelik hayatta bile türlü türlü zorluğunu yaşadım bu durumun. Şu an çok daha iyi yerlerde olabilirdim. Ben, bulunduğu konuma layık bir insan değilim. Bugün kulüplerdeki, milli takımlardaki antrenörlere bir bakın ve gerisini siz anlayın..."
Kendini sürekli kanıtlamak zorunda olmak, bir insan için büyük bir yük. Bunu, yaşadığı ülkenin 'kabuller ekseni’nden fersah fersah uzak bir cinsel kimlikle yapabilmek daha da zor. Ama o, hayata da bu zorluklarla başlamış. Annesi İncirlik Üssü’nde çalışan bir Amerikalı, babası Türk ama başka bir kadınla evliymiş. Evlilik dışı bir çocuk olarak gelmiş dünyaya. Annesi, görev süresi bitince ABD’ye dönmüş. Babası onu bırakmamış ama ailesine de kabul ettirememiş. Ardından başka bir aileye evlatlık vermiş. Murat Menteş bir kitabında "Tek kelimeyle zor, iki kelimeyle çok zor" der, aynen öyle başlamış hayata. Devamı da kolay geçmemiş. Hiç mi yorulmadığını, bu hayattan hiç mi yılmadığını sorunca yüzüne bir ciddiyet geliyor. Belli ki o başlangıç, sonraki fırtınaları atlatmasını sağlayacak gücü vermiş ona.
"Ben hiçbir zaman yılmadım. Yılmaya meyilli bir insan olsaydım, şu an bu durumda olmazdım. Tutunduğum, çaba gösterdiğim her şeyi başardım. Zor mu oldu, kesinlikle. İçinde bulunduğum özel durum yeterli zaten. Hepsini geçtim, insanlar sizi ilk tanıdığında önyargıyla veya temkinli yaklaşıyorlar. Önce bunu kırmanız gerekiyor."
Velileri soruyorum, "Kimse mi sorun çıkarmadı?" diyorum. "Yok" diyor. "Ama," diyorum, "bu topraklarda insanlar, normalde yolda farklı kimlikte biriyle karşılaştıklarında bile ters davranabilirlerdi" diye üsteliyorum, bu kez daha net bir cevapla geliyor:
"Ben farklı kimlikte değilim, ben kadınım."
Bu noktada aklım 80’lere, Bülent Ersoy’un cinsel kimlik mücadelesine gidiyor. Murat Toklucu, İletişim Yayınları’ndan çıkan Türk Erkeği ve Diğer Mucizeler kitabında anlatır; 31 Ağustos 1980’de Milliyet gazetesinden Mete Akyol, Bülent Ersoy ile bir söyleşi yapar ve "Homoseksüel misiniz?" sorusunu yöneltir. "Ben asla homoseksüel değilim, bir kadınım. Birkaç ay sonra da ameliyat olup kadınlığımı yaşamama engel teşkil eden birkaç fazlalıktan kurtulacağım" der Bülent Ersoy. Sözünü tutar, Nisan 1981’de Londra’da ameliyat olur. Ardından Türkiye’ye döner ve 11 Haziran’da sahneye çıkacağını söyler. O gün gelip çattığında öğle saatlerinde İstanbul Valisi Nevzat Ayaz bir açıklama yapar ve "Homoseksüel şarkıcıların bundan sonra sahneye çıkması yasaktır" der. Darbe dönemleridir ve valinin "Bülent Ersoy kadın olmuş eski bir homoseksüeldir, o yüzden yasak onun için de geçerlidir" minvalindeki –en hafif ifadeyle- garip açıklamalarına itiraz eden olmaz. Bülent Ersoy dışında. O günden sonra eşcinsel değil de kadın olduğunun ispatının peşine düşer. Mahkemeye başvurur, haklı bulunur.
Sonra Yargıtay kararı bozar. Sonra bir daha mahkemeye başvurur, bir daha haklı bulunur, Yargıtay bir kez daha kararı bozar. Sonra bir daha, bir daha, bir daha... Bu kısırdöngü yedi yıl sürer. Ta ki 1988’de dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın eşi Semra Özal tarafından Çankaya Köşkü’ne davet edildiği geceye kadar... Ersoy o gece Turgut Özal’a bir şarkı okur ve ardından, 'üst düzey’ bir emir sonucu yasak kalkar. Ersoy’un kişisel mücadelesi takdire şayandır ama bu mücadele sırasında tercih ettiği yol nedeniyle LGBTİ hareketi ile arası açılır. Hareket, Ersoy’un bireysel çıkarı uğruna kendini onlardan ayrıştırdığını savunur. Bugünden geriye dönüp bakınca çok da haksız olmadıklarını söyleyebiliriz ama yıllar sonra benzer bir yoldan giden Leyla Çalışkan’a sorduğumuzda, o da yaşananları kendi çerçevesinden değerlendiriyor:
"Ben kendimi her zaman kadın olarak gördüm, eşcinsel olarak değil. Bu yüzden, böyle bir düşüncem ya da yorumum olmadı. Aklıma bile gelmedi öyle bir şey. Tabii, Bülent Ersoy’la mesleklerimiz çok farklı. Onun kendi alanında bu şekilde ilerlemesi çok normal. Sahnede yaşıyor çünkü, bir gösteri sanatı icra ediyor. Kabullenilmesi çok normal. Benim durumum ise istisna. Newsweek Türkiye dergisi bile beni 'Türkiye’de umut veren 100 şey’ arasında göstermişti zamanında. Ben, her zaman ekmeğimi kazanmanın gayretindeydim. Kendi işime kavuşmak, kendi ekmeğimi korumak dışında bir gayem olmadı. Kendimi hiç aktivist olarak görmedim, o yüzden de hiçbir zaman oradan (LGBTİ hareketi) bir arkadaşım olmadı. Onlarla bir ilişkim yok."
Sadece kendini açıkça ortaya koyduğu için türlü darbelere ve baskılara maruz kalmış bir insanın, bunların biraz daha azını yaşamak uğruna olaylara bireysel yaklaşmasını anlamak mümkün. Ama bu, belki de kendisinden cesaret alabilecek birçok insanı engelledi. "Belki de" diyorum, zira Leyla Çalışkan aynı görüşte değil.
"Kendimi ortaya koyup durumumu açıkladıktan sonra arayıp takdir edenler oldu ama örnek oldum mu, olmadım mı, açıkçası bilemiyorum. Bizim toplumumuz bu tür şeylere hoşgörüyle bakmıyor, biliyorsunuz. İş bulamazsınız, rahat bir hayat süremezsiniz... Aksi örnekler de var ama bence şöyle; öylelerinin ya çok parası vardır aileden gelen ya da hislerini gizliyorlardır. Onlar da zaten eşcinseller."
Peki, özünde bu kadar ürkek bir insan, nasıl oldu da kendini bu kadar açık ortaya koyabildi?
"Yapacak bir şey yoktu çünkü. Ben artık son noktaya gelmiştim. Zaman zaman topluma uymak için kamufle etmeye çalıştım ama çok zorlandım. Bir noktadan sonra kamufle olmuyor. Saklayamıyorsunuz. Psikolojik olarak dışarı vuruyorsun bir kere. O kadar sakladın, sakladın... Olmuyor yani, belli bir yaşa geldikten sonra dışa vurmama ihtimalin kalmıyor."
"Canınıza tak ettiği bir nokta var o zaman" diyecek oluyorum, sözümü kesip devam ediyor.
"Vardı evet, Çavuşoğlu’ndan kovulmamdı. Ondan sonra gemileri yaktım diyebilirim."
Gemileri yakmak... Yıllar önce Nedim Saban’a konuk olduğu programda "Cehennemde yanacaksam da yanarım, çok zaman hayattan umudumu kestim ama iğne ipliği ile duruyorum. Nişanlılık dönemim oldu; kendi aramızdaydı, uzun da sürdü ama ailesi beni kadın sanıyordu, kabullenmişlerdi. Derken bir gün öğrendiler ve erkek arkadaşıma baskı yaptılar" diyen bir insandan bahsediyoruz sonuçta. Nasıl gemileri yakmasın?
Hele ki yıllar sonra evlendiğini, sonunda boşansa da uzun süreli bir beraberlik yürüttüğünü düşününce... Bu ülkede, bu şartlarda...
Peki, bu cesaret nereden geliyor? Soruyorum, kısa bir suskunluktan sonra cevaplıyor:
"Açıkçası, çaresizliktendir belki. Başka yolumun kalmayışındandır. Ama içimde bir güç var, var yani, mutlaka var."
Neden Guard Yetişmiyor?
Altyapıda iyi fundamental çalıştırmıyoruz. Uzun oyuncu çıkar, yetiştirirsiniz, kısa oyuncu gibi değildir. Potanın altında dönüp atıyor topu sonuçta. Tabii onun da eğitimi başka ama guard yetiştirmek zor iştir. Temel eğitimini kusursuz almalı, oyun vizyonu gelişmiş olmalı, iyi bir organizatör olmalı, şutunu geliştirmiş olmalı... Komple bir oyuncu olmalı yani.
Türk Basketbolu Ne Durumda?
Türk basketbolunun içinde bulunduğu durum çok kötü. 5+1 kuralı varken kimse yatırım yapmaz zaten, niye yapsın? Eskiden oyuncu çıkardı, şimdi herkes gidiyor, parayı basıp Amerikalı getiriyor. Kulüplerinde oynamayacaksa bu çocuklar, altyapıda Avrupa şampiyonu olsalar ne olur? Pınar Karşıyaka şampiyon oldu işte geçen sene. Kaç yerli oyuncusu vardı doğru düzgün süre alan? Barış (Hersek) vardı işte bir tek, onun dışında kimse yoktu neredeyse. Bu şartlarda oyuncu yetişmez. Mümkün değil.