
Gerçek Bir Yazar
6 dk
Gelmiş geçmiş en büyük spor yazarı olarak anılan Frank Deford, geçen ay hayata gözlerini kapadı. Geriye, yazdığı binlerce sayfa kaldı.
Frank Deford, birkaç sene evvel yaptığı bir konuşmada kariyerine temas eden şöyle bir cümle kurmuştu: “Bir spor yazısı güzelse başka bir şey olarak anılır, kötüyse spor yazısı olarak...” Nasıl yani? Ondan dinleyelim: “Her zaman, bir gün büyüyüp gerçek bir yazar olacağım hissiyle dolu oldum. Sonuçta, iyi spor yazarlığı diye bir şey yoktu ortada. Ne zaman spora dair insanlara dokunan bir şey yazsam hep aynı tepkiyi duyarım: Frank, bu çok iyiydi. Hatta öylesine iyiydi ki hiç spor yazısına benzemiyordu."
29 Mayıs 2017 günü 79 yaşında hayatını kaybeden ABD’li yazar, o konuşmada hem alçak gönüllülük yapıyordu hem de gerçeklerden bahsediyordu. Evet, spor yazarları uzun süre boyunca, ne kaleme alırlarsa alsınlar, gerçek bir yazar olarak görülmemişlerdi. Öte yandan, eğer bunu biraz olsun değiştiren biri varsa o da Deford’du. 1960’larda Sports Illustrated kadrosuna katılan Deford, yaptığı röportajlar ve kaleme aldığı yazılarla spora ve sporcuya bakışı değiştirmişti. Bobby Knight’tan Jimmy Connors’a, Wilt Chamberlain’den Bill Russell’a birçok yıldız onun kaleminden geçmiş ve unutulmayacak edebi metinlerin kahramanı olmuştu.
Deford sadece spor yazınını değiştirmemişti, birkaç nesle de bu işin nasıl farklı şekillerde yapılacağını göstermişti. Belki de bu yüzden, öldüğü gece yüzlerce, hatta binlerce yazar “O olmasa ben spor yazarı olamazdım” ifadelerini kullandı. Birçok hevesli insan, Deford’un ayak izlerini takip etmiş ve onun gölgesinde serinlemişti. Tam da bu sebeple, yaşlanmış da olsa vefatı yüreklere dokundu. Biz de efsane yazarı anmak istedik, I’m Just Getting Started kitabında da yer verdiği kısa bir metni çevirdik. Unutmayın; kendi ifadesiyle, o aslında hiçbir zaman spor yazmamıştı. Sadece, hakkında yazdığı insanlar spor yapıyordu, o kadar. Tesadüf işte...
Genç Ölen Sporcular
Şair ve pesimist A.E. Housman, “Asla yaşlanmayan ve gururla ölüme giden” gençlerin ironik ve özel acıları hakkında yazmıştı. Hepimiz erken ölümlerden daha da büyük acı duyuyoruz, hele bir de bizden alınan bir sporcuysa...
Yakın zamanda iki sporcu, yarışma sırasında hayatını kaybetti. Otomobil yarışçısı Greg Moore ve rodeocu Colby Goodwin. Bir başkası, Payne Stewart, mücadeleye giderken geçirdiği bir trafik kazasında yaşama veda etti. Ve şimdi üç kez daha arka arkaya, Housman’ın Genç Ölen Sporcular şiirinde yazdığı dizelerin yankılarını duyuyoruz: “Ve sessizlik daha kötü çınlamıyor alkışlardan / Gezegen kulaklarımızı durdurduktan sonra.”
Ve aslında, sadece kariyerinin zirvesindeki bir sporcunun ölümüyle sarsılmıyoruz; eski bir sporcunun alevinin sönmesi de farklı ve zorlu bir etki bırakıyor üzerimizde. Bu bahar, Wilt Chamberlain ve Walter Payton’ın (eski NFL oyuncusu) ölümleri bizlere aynı hissi verdi.
Bu tip spor yıldızlarının kayıplarıyla karşılaştığımızda verdiğimiz tepki, benzeri bir ünlünün vefatını öğrendiğimizde gösterdiğimiz duygulardan biraz daha farklı oluyor. Elbette bunun bir sebebi de sporcuların inanılmaz üstün fiziksel yaratıklar olması. Onların gidişleri, bizleri -umutsuzca- daha kırılgan biri yapıyor.
Ve bu kırılganlık elbette 21. yüzyıl özgüvenimize dokunuyor. Nedir o? Eğer dikkatli yaşarsak, kötü beslenmezsek, sigara içmezsek, alkol tüketimimizi kontrol edersek ve egzersiz yaparsak elde edeceğimize derin bir inanç duyduğumuz, bizden önceki aptallardan daha uzun bir yaşam.
Çünkü birden Payton; bu muazzam dinamo, bu harika -tatlı- insan, ölümcül bir hastalığa yakalanıyor. Ve Chamberlain; görüp görebileceğiniz en heybetli insan temsili, uykusunda hayata gözlerini yumuyor, daha yetmişine bile gelmeden...
Elbette dünyayı adaletsizliğin yönettiğini biliyoruz ve bunu baştan kabulleniyoruz lakin bunu genellikle bir sigortacının sigorta istatistiklerini okurkenki soğukluğuyla yapıyoruz. Ama ah ki bu erken ölen, büyük ve güzel bir sporcuysa, mesela Payton ya da Chamberlain gibi, daha büyük ve acı bir gerçeği kabullenmek zorunda kalıyoruz: Haksızlık değil bu gerçeğin adı: güçsüzlük.
Bunun yanında, sporcular bizi gençliğe bağlıyorlar, hem kendimizinkine hem de onlarınkine. Zira politikacılarla veya öteki ciddi figürlerle, genelde orta yaşlarını geçtiklerinde tanışıyoruz. Ya da mesela, beraber büyüdüğümüz genç film yıldızlarının birçoğu sinema sektöründe çalışmayı sürdürüyor ve bir noktadan sonra erken yaşlara götürmüyorlar bizleri.
Aslında eğlence dünyasının ünlü figürleri de sporcular gibi, genç yaşta bilincimizde yer ediniyorlar, ardından onların yaşlanmalarını izliyoruz. Gençliklerine takılı kalmıyorlar. Her zaman genç kalacak James Dean’in birçoklarına göre daha tutkulu hatırlanacak olması, belki de bunun en büyük kanıtı.
Yine de hafızamızda daima sporculara ayrılan farklı bir yer var, onları hep ve sadece gençlerin yapabileceği görkemli fiziksel eylemleri yaparken hatırlıyoruz. O yüzden, aniden ölümlerini işittiğimizde, bu bizi dramatik bir şekilde kaçınılmaz sonla yüzleşmeye çağırıyor.
İkinci Dünya Savaşı sonrası doğan kuşak için, çocukluklarının Wilt’i ve ilk gençlik yıllarının Payton’ı, ölümleriyle birlikte bir kez daha güçlü birer sembole dönüştü. Bir sporcunun genç yaşta hayatını kaybetmesi büyük bir trajedi, kendisi için. Bir sporcunun erken şekilde gitmesi büyük bir endişe kaynağı, bizler için.
Derleyen: İnan Özdemir