Glouchkov'dan Glasnost'a

7 dk

Amerikalıların Avrupalı basketbolculara bakışını değiştiren, aslında Soğuk Savaş yıllarındaki ezeli düşmanlarıydı.

Amerikalıların NCAA’in yani kolej basketbolunun incili dediği Blue Ribbon Yıllığı’nı, Chris Wallace 1981 yılında Kansas Üniversitesi’nde öğrenciyken çıkarmaya başlamıştı. Kapakta Indiana State’li Larry Bird’in yer aldığı ilk sayısı elime geçtiğinde saatlerce, günlerce değil haftalarca elimden düşürememiştim. Daha sonra Wallace ile Türkiye’ye geldiğinde tanışmış ve Fast Break dergisini çıkartırken uzun bir sohbet yapmıştık. Blue Ribbon’ın kendisine kazandırdıklarıyla, NCAA’e değil de sürpriz bir şekilde NBA’e kapak atmıştı. Önce Portland, sonra da Miami ile kendini tanıtma şansı yakaladı ve oradan da 10 yıl boyunca genel menajerliğini yapacağı Boston Celtics’e geçti. Tıpkı Blue Ribbon’ın başlangıcında olduğu gibi; Wallace bana hep risk almayı seven, kendi düşüncelerine göre güvenle hareket eden biri gibi gelmişti. Boston’da Rick Pitino denemesi hayal kırıklığı yaratırken, 1998’de seçtiği Paul Pierce, Celtics tarihinin önemli kilometre taşlarından biri olacaktı. Ancak Celtics yılları genelde draft tercihleri, takaslar ve kontrat bağladığı serbest oyuncular açısından eleştiri almaktan pek öteye gitmedi. Nitekim 2007 yılında efsaneler efsanesi Jerry West’in yerine Memphis Grizzlies genel menajeri olduğunda şaşırdım ve yine yakın takipte kaldım.

Memphis’teki ikinci yılında hiç playoff maçı kazanamamış Pau Gasol’ü takas edince eleştiri okları bir kez daha kendisine yöneldi. Gasol için bir diğer Gasol’u; kardeşi Marc’ı ve yanında Lakers’ın iki adet ilk tur seçim hakkını almış ve herkesi şaşırtmıştı. Gregg Popovich bile “Memphis’in yaptığını anlamak mümkün değil. NBA bir komite oluşturmalı ve böyle anlamsız takaslara izin vermemeli” demişti. Gerisini sanıyorum ki hepimiz biliyoruz; ‘Çakma Gasol’ Marc, ‘Hakiki Gasol’ Pau kadar oyuncu oldu ve geçtiğimiz sezon NBA’in en iyi beşine seçilerek ağabeyini sollamayı başardı. Bu açılışı yapmamın nedenine gelirsem; ilk etapta ‘çakma’ gözüyle bakılan Avrupalılar bile, artık NBA’de bundan 30 yıl önce tahmin veya hayal edemeyecekleri yerlere gelebiliyorlar.

Amerikalılar istatistiklere bayılır. Bir sürü radyo ya da televizyon programının ve maç yayınlarının bel kemiği istatistiktir. Bu nedenle, size Amerikalıların (basketbol ve spor izleyicisinden söz ediyorum) takıldığı bazı istatistikleri sunmama izin verin. 1998 yılından bu yana (Dirk Nowitzki’nin draft edilip NBA’e geldiği yıl yani) NBA’de lotaryadan seçilmiş NCAA oyuncularının yüzde 21’i en azından bir kez All-Star olma başarısı gösterirken Avrupalı lotarya seçimleri için bu yüzde, sadece 11’de kaldı. NCAA’liler, bu dönem içinde Avrupalılardan sezon başına yüzde 69 daha çok galibiyet tadarken, kariyerleri için bu fark yüzde 88 oldu. Tabii bu arada, basketbolseverler gözünde NBA’deki Avrupalıların N.Ö. ve N.S. (Nowitzki öncesi-sonrası) diye ikiye ayrıldığını da görüyoruz. Ancak lotarya dışına çıkıldığında, bu istatistiklere Tony Parker, Marc Gasol, Manu Ginobili, Andrei Kirilenko ve Mehmet Okur gibi isimler ağır bir darbe vuruyor. Bunların hepsi All-Star olmuş, Parker-Ginobili-Okur gibileri de şampiyonluk yüzüğü kazanmış isimler.

Lotaryadan seçilmiş bazı Avrupalıları hatırlayınca; Vitaly Potapenko (1996, 12. sıra), Vladimir Radmanovic (2001, 12. sıra), Andris Biedrins (2004, 11.sıra), Sasha Radojevic (1996, 12. sıra), Frederic Weis (1999, 15. sıra), Yaroslav Korolev (2005, 12. sıra), Darko Milicic (2003, 2. sıra) ve Nikoloz Tskitishvili (2002, 5. sıra) gibi isimleri seçen yetkililer bu kararları verirken ne içiyorlardı demekten kendinizi alamıyorsunuz. Bu listeye NCAA’de oynamış Brezilyalı (Rafael Arajuo), Fransız (Jerome Moiso), İngiliz (Michael Olowokandi) ve muhtelif Afrikalı (Yinka Dare, Hasheem Thabeet) isimleri de ekleyebiliriz ve şaşkınlığımız daha da artabilir. Fran Vasquez’i ve ona ABD boykotu uygulayan nişanlısını saymıyoruz bile. Yine ikinci Yao olması beklenen Yi Jianlian’ı ve lotarya olan tüm Senegal kökenlileri halının altına süpürüyoruz.

Aslında, NBA yetkililerinin uluslararası ve Avrupalı oyuncularla ilgili deneme-yanılma metodu halen devam ediyor. Avrupa’yı çok daha iyi taradıkları bir gerçek. Kendi scout değerlendirmeleri, eskiden Avrupalı menajerler ve onların ‘çevreleri’ne güvenerek yaptıkları seçimlerden daha sağlıklı. Emekli NBA Başkanı David Stern’ün globalleşme hayali belki Avrupa veya Güney Amerika’ya bir veya daha fazla NBA takımı yerleştirme idealine ulaşmadı ama bu oyuncu bazında NBA’i çok uluslu hâle getirdiği ve yayınların birçok ülkeye yayıldığı ortada.

NCAA tozu yutmamış Avrupalılar (Swen Nater, Peter Gudmenson, Detlef Schrempf gibi ilk isimler dışarıda kalıyor) NBA ile 1985 yılında tanıştı. 1946 yılında lige katılan İtalya doğumlu Henry Biasatti’yi sayamıyoruz. Çünkü hem NCAA’de oynadı hem de o zaman NBA yoktu. Biasatti 1946-1947 sezonunda BAA liginde forma giydi. BAA, NBA’in ‘babası’ olarak gösterilse de ilk NBA sezonu 1950-1951’de gerçekleşmişti. Biasatti, bugünlerde NCAA’de bir sezon oynadıktan sonra NBA’e gidenler için kullanılan ‘one and done’ tarifine uyuyordu. O da sonra gelen ilk Avrupalılar gibi ‘one and done’ olmuştu. 1985 yılında Phoenix Suns, 7. tur (o zaman draft iki tur değildi) hakkını Bulgar Georgi Glouchkov için kullandı. 1985-1986 sezonu Glouchkov için hiç de fena başlamadı. Phoenix pazarlama makinesi de nispeten iyi başlangıcından dolayı Glouchkov’u pompalamayı hızlandırdı. Ancak sezon ilerledikçe Bulgar oyuncu kilo almaya başladı. Kimine göre Amerika’nın fast-food endüstrisi Glouchkov’u esir almıştı. Kimine göre ise steroidleri keşfetmiş ancak amatörce kullanmıştı. Sonuçta gözden düşen Glouchkov da ‘one and done’ oldu ve Avrupa’ya dönüp İtalya’nın Juvecaserta takımıyla anlaştı.

Böylece, Amerikalıların kafasında Avrupa basketbolunun seviyesi hakkındaki ilk soru işaretleri doğdu. 1986’da bu kez Portland, İspanyol Fernando Martin’i, hem de ikinci turda seçti. Martin ülkesinde bir efsaneydi. Amerikalılar bu kez, Avrupa’nın en iyilerinden birini izlemeye ve ona göre karar vermeye hazırdı. Ancak NBA, hem sezonun uzunluğuyla hem de oyunun sertliğiyle biraz da ‘undersize’ olan Martin için çok ağır geldi. Kendisinden önce gelen Avrupalılar gibi ‘one and done’ olan Martin, NBA’deki tek sezonunu sakatlıklarla boğuşarak geçirdi ve sadece 24 maçta süre alabildikten sonra Real Madrid’e döndü. Amerikalıların Avrupa basketboluna bakış açısı, tam anlamıyla dibe vurmuştu.

NBA’in globalleşmesini ateşleyen olay olarak, 1992 Barcelona Olimpiyat Oyunları ve Rüya Takım gösterilir. Evet dünyanın basketbolu benimsemesi, sevmesi, izlemesi ve gençlerin basketbolcu olma hevesinin tavan yapması açısından Rüya Takım’ın katkısı inkâr edilemez. Ancak bugün gelinen noktayı sadece ona bağlamak ne kadar doğru olur?

Bence biraz daha geriye, yani 1989 yılına gitmek gerekir. 1985 yılında Glasnost başladı ve 1991 yılında Sovyetler Birliği dağıldı. Demir Perde ülkelerinden oyuncu çıkartmak önceleri çok zordu. Hatta Amerika’ya götürmek neredeyse imkânsızdı. Aynı gerçekler tam Demir Perde sayılmasa da komünist olmalarına rağmen Mareşal Tito’nun gücü ve gayretleriyle kendilerine tarafsız bir nokta edinen Yugoslavya için de geçerliydi. Her ne kadar Soğuk Savaş 1991’de sona erse de Glasnost’un başlamasından ancak dört yıl sonra NBA ve Amerikalı basketbolseverler, Avrupa’nın gerçekten en iyilerini görebilme şansını yakaladılar. Kimdi peki bu isimler? Hırvat Drazen Petrovic, Litvanyalı Sarunas Marciulionis, Sırp Vlade Divac, Ukraynalı Alexander Volkov ve Karadağlı Zarko Paspalj.

Hepsi komünist rejimlerde yetişmiş oyunculardı. NBA dört yıl önce Glouchkov ve Martin hamleleriyle Avrupalı basketbolcuları tanımaya çalışırken ve globalleşmede ilk adımları atarken bu oyuncuların hepsi varlıklarını ispatlamışlardı. Hatta listeye NBA’e 1995’te mobilliğini, çabukluğunu ve atletizmini büyük ölçüde yitirmiş olarak giden ancak yine de yedi sezon Portland forması giyen Arvydas Sabonis’i de ekleyebiliriz. Hepsi de Glouchkov ve Martin’den büyük oyunculardı. Açıkçası bu grup olmasaydı NBA ve Amerikalıların Avrupa’ya bakış açısı, hatta Avrupalı ‘yıldızları’ keşfedip bir maden ocağı haline çevirmeleri yıllar sonra gerçekleşebilirdi.

Aslında N.Ö. olmadan, bence P.Ö. (Petrovic öncesi) vardı. Ve tabii sonrası geldi. Ancak Petrovic, bir Avrupalının takımının en skoreri, en temel taşı olabileceğini ve o yükü taşıyabileceğini gösteren ilk isimdi. Belki Sabonis bu grupla gelseydi -hem daha genç hem sakatlıklardan daha az etkilenmiş hâliyle- bu misyonu bir uzun ve bir kısa, el ele gerçekleştirecekti.

Bu nedenle 1985 yılı, NBA’in globalleşmesi açısından ilk Avrupalı Glouchkov’un forma giymesinden öte, Glasnost’un başladığı yıl olması sebebiyle önemli. Çünkü bu reform politikası sayesinde 1989 yılında ABD ve NBA gerçek Avrupalı süper yıldızlarla tanıştı ve bent kapakları o zaman açıldı. Oradan geçenlerin sayısı arttıkça, sadece bir ülkeyi temsil eden birden fazla Avrupalılar karşımıza çıkmadı, aynı aileyi temsil eden birden fazla Avrupalı yıldızla bile karşılaşır olduk.

Socrates Dergi