Gölge Adam

9 dk

Stefan Edberg, 30 yaşında bitirdiği tenis kariyerine çok özel zaferler sığdırdı. Daha da önemlisi zarif stili ve agresif oyun karakteriyle birkaç nesli kendisine âşık etti.

Getty Images

Avustralya Açık, 2017'deki turnuvadan hemen önce logosunu değiştirdi. Kızgın Avustralya güneşini arkasına alarak servis atan bir erkek tenisçi silüetinden müteşekkil eski logo, tenisteki en ikonik görsellerden biri olarak kabul ediliyordu ve resmi ağızdan hiç doğrulanmadıysa da arkasında bir hikaye barındırıyordu. Söylentiye göre, o silüete konu olan tenisçi Stefan Edberg'den başkası değildi. Turnuva, karakteristik özellikleri olarak Avustralya'ya özgü kavurucu sıcağı ve zarafeti öne çıkarmayı seçmişti. Logonun çizildiği 1995 yılında zarafet denince akla Stefan Edberg geliyordu.

Edberg, 19 Ocak 1966 günü İsveç'in güneydoğusunda yer alan küçük Vastervik kasabasında dünyaya geldi. Babası polis memuruydu (Hatta kariyerinin ilk yıllarında basın mensuplarına babasının ne iş yaptığını anlatırken yanlışlıkla "Suçluları yakalıyor" yerine "Babam bir suçlu" diyecekti.) Sıkılgan bir tabiatı olduğu için ailesi bir parça sosyalleşebilmesi adına onu belediyenin açtığı bir tenis kursuna kaydettirdi. Genç Stefan'ın tenisle hemhâl olmaya başladığı yıllarda vatandaşı Björn Borg kortların tozunu atıyor, Roland Garros ve Wimbledon'da kazandığı şampiyonluklarla dünyanın dört yanındaki tenisçi adaylarına ilham veriyordu. Bu durum, Stefan gibi İsveçli bir çocuk için daha özeldi. Başka bir deyişle Borg'u idolleştirmeme gibi bir seçeneği yoktu. Ancak bir farkla; Edberg, Borg'dan ve bir sonraki jenerasyonun büyük İsveçlisi Mats Wilander'dan tamamen farklı bir oyunla onların izinden gidecekti.

Sarışın ufaklık ilk yıllarında, raketi sallamakta güçlük çeken pek çok çocuk gibi çift el backhand kullanıyordu ve Borg etkisiyle o yıllarda çift el backhand'e olan ilgi de artmıştı. Ancak ilk koçu Percy Rosberg onu tek el backhand'e yöneltti ve belki de farkında olmadan tarihin en şık oyuncularından birinin ortaya çıkışına zemin hazırlamış oldu. Bu geçişle beraber oyununda seçenekleri artan ve all-court tenisi oynayabilecek teknik becerilere malik olmaya başlayan Stefan, önündeki iki İsveçli rol modelinden ve onları izleyerek yetişen akranlarından tamamen farklı bir şey koyacaktı sahaya; servis-voleye dayanan agresif bir plan.

1983'e gelindiğinde Edberg artık profesyonelliğe adım atmaya hazırlanıyordu ve o yıl gençlerde dört Grand Slam'in tümünü kazanarak bugün hâlâ tarihte emsali olmayan bir işe imza attı. Bu noktada, o sene Edberg'in sadece bu olağanüstü başarıyla değil bir acı olayla da tarih kitaplarına geçtiğini hatırlatmak gerekiyor. 'Hızlı servisiyle ölüme sebebiyet veren tenisçi' büyük mitlerden biridir ve bilhassa 1990'lı yıllarda, iletişim olanakları bugünkü gibi değilken, zaten oyunun kendisine hayli yabancı olan ülkemizde bu mitin bahsi sık sık geçmekteydi. İşte o mitin merkezinde de tıpkı eski Avustralya Açık logosunda olduğu gibi Edberg yer alıyordu. Elim hadise 1983 Amerika Açık gençler finalinde, Edberg'in Simon Youl ile oynadığı maçta cereyan etti. Edberg'in kullandığı bir servisin kasıklarına isabet etmesi sonucu yere düşen çizgi hakemi Richard Wertheim, kafasını beton zemine çarptı. Ağır şekilde yaralanan hakem hastanede beş gün yaşam mücadelesi verdi ancak kurtarılamadı. Yaygın inanışta olduğu gibi servisin şiddetiyle ölüm olayının doğrudan bir illiyet bağı yoktu, zira ne Edberg ne de Amerika Açık organizasyonu yargılama süreci sonrası kusurlu bulundular. Yine de bu olayın Edberg için büyük bir travma olduğu aşikardı.

Ama genç raket bu görünmez kazanın kendisini yiyip bitirmesine izin vermedi ve 1984'te profesyonelliğe giriş yaparak Milano'da ilk ATP tekler zaferine imza attı. Los Angeles Olimpiyat Oyunları'nda tenis bir gösteri sporu olarak yer alıyordu. Programın temel direklerinden değildi. Ancak Edberg, ülkesini temsil etmek için Los Angeles'a gitti ve turnuvayı kazandı. Üstlendiği misyonla, tenis ve olimpiyat arasındaki buzların erimesine ve tüm önemli oyuncuların olimpiyata gitmek istediği, olimpiyat altınını Grand Slam'ler kadar önemsediği hâlihazırdaki algıya müthiş katkı yaptığı kesinlikle söylenebilir. Zaten daha sonra, kariyerinin zirvesindeyken 1992 Barselona açılış seremonisinde ülkesinin bayrak taşıyıcılığını yapması da bu ilişkiyi bu bağlamda okumamızı mecbur kılıyor.

1985'te, o dönemde çim zeminde, Aralık ayında oynanan ve takvimdeki son Grand Slam olan Avustralya Açık'ı, finalde vatandaşı Mats Wilander'ı yenerek kazanan İsveçli için artık yıldız olmaya giden kapılar ardına kadar açılmıştı. Tenis alemi başarılı İsveçli raketlere alışkındı ancak Edberg'in stili onun daha geniş kitlelerce benimsenmesine imkân tanıdı. Guy Forget, daha mekanik, hata yapmamaya dayanan İsveç tenis ekolünün Edberg'in çıkışıyla tümden sarsıldığını söyleyecekti. Final maçında Wilander'a karşı kazanması da bunun sembolü olarak kabul edildi.

Ertesi sene Avustralya Açık'ta, oyuncuların isteklerine istinaden takvim değişikliği yapıldı ve turnuva Noel sonrasına kaydırıldı. Bu, kupanın tarihinde 1986'nın karşısında bir boşluk görmenizin nedenidir. 1987'nin Ocak ayında oynanan bir sonraki turnuvada Edberg yine finaldeydi ve bu sefer yerel bir ismi, Pat Cash'i devirerek unvanını korudu. O sene aynı zamanda Avustralya Açık'ın çim kortlarda oynandığı son seneydi. 1988 ile beraber turnuva sert kortta oynanmaya başladı. Edberg, çok sevdiği ve her anlamda özel bir ilişkiye sahip olduğu Asya Pasifik Grand Slam'ini sert kortta hiç kazanamayacaktı. Bu onun, kendi ifadesine göre kariyerinde en çok hayıflandığı iki şeyden biridir. Diğeri ise, az sonra bahsedeceğimiz, müzedeki eksik Roland Garros Silahşorlar Kupası.

Ama önce Wimbledon... Öyle ya, tenis denince akla Wimbledon gelir. Hele hele Edberg gibi bir servis voleci için Wimbledon'sız bir özgeçmişi izah etmek çok kolay olmazdı. 1988'de radikal bir karar alarak İngiltere'ye, Londra'nın sessiz mahallelerinden Güney Kensington'a yerleşti. Beraberinde, 1992'de hayatını birleştireceği, Mats Wilander'ın eski sevgilisi Annette Olsen de vardı. Ada'ya taşınma kararında antrenörlüğünü yapan İngiliz Tony Pickard'ın da payı olmalıydı muhakkak. Pickard, Edberg'e kortta duygularını kontrol etmeyi ve poker yüzlü olmayı öğreten, onu profesyonellik seviyesi olarak zirveye taşıyan figür olarak kabul edilir. Wimbledon geldiğinde Edberg bir anlamda evinde oynuyordu. Finale kadar spektaküler görünmese de kupa maçında çimin bir diğer efsane ismi, büyük rakibi Boris Becker'e karşı kompakt bir performansla üç saatten az bir sürede sonuca gitti. Viking, artık bir yıldız değil süper yıldız olmuştu.

Sporda süper yıldızlıktan da öte bir mertebe varsa o da tarihin en iyilerinden biri olmaktır herhâlde. Teniste bu payeye giden yol dört büyük turnuvanın hepsini kazanmaktan geçer. Edberg için de Wimbledon'dan bir sonraki hedef tarihe karşı olan yarıştı. Henüz Amerika Açık'ı kazanmışlığı yoktu ancak oyun karakteristiği dikkate alındığında, New York'un sert kortlarında, bir noktada ellerini kupaya süreceğini tahmin etmek güç değildi. Asıl soru Paris'in toprak kortlarının ona ne kadar cömert davranacağıydı. 1989'daki gaye Paris'in fethi olmuştu. Bu uğurda finale kadar gelmeyi başardı. Karşısında 17 yaşında toy bir Michael Chang duruyordu. Yıldızlar onun için parlıyordu; Paris, bu yabancıyı bir şark insanının misafirperverliğiyle ağırlamış, önüne yağı balı sermişti. Setlerde 2-1 öne geçtiğinde tarihle arasına kimsenin giremeyeceğini düşünmüş olmalı altın saçlı oyuncu. Ancak tarihi yazan o değil, Chang'di. Çin asıllı Amerikalı beş sette kazandı ve tarihin en genç erkek slam şampiyonu oldu. Fransa Açık'ın o zamanki direktörü Patrice Clerc "Hepimiz, bütün Parisliler, o gün Stefan'ın kazanmasını istiyorduk" diyor. Edberg ise finalden sonra kazanmak için daha pek çok başka fırsata sahip olacağı hissiyatıyla çok da üzülmediğini ama emekli olduktan sonra geriye dönüp baktığında o hayal kırıklığının canını giderek daha çok yaktığını itiraf ediyor.

Edberg'in kariyerinde bir başka Roland Garros finali olmadı. Ancak 1990'da Wimbledon'ı yine Becker'i mağlup ederek kazanmasıyla dünyanın en prestijli tenis turnuvasının ölümsüzlerinden biri hâline geldi. Aynı yaz, Cincinnati zaferiyle, profesyonelliğinin tam tamına sekizinci yılında ilk kez dünya 1 numarası olmayı başararak bir başka rüyasını da gerçeğe dönüştürdü. 1991'de Jim Courier'yi 6-2/6-4/6-0 ile yendiği ve nihayet Amerika Açık'ı kazandığı final maçı, Edberg'in, söz konusu şartlar da hesaba katıldığında oynadığı en iyi maç olarak kabul edilir. Maçta sadece dört ya da beş basit hata yapmış ve rakibini sürklase etmişti.

Altıncı ve son slam şampiyonluğunu ise kendisinden sonra servis vole bayrağını taşıyacak, bir sonraki jenerasyonun ve tarihin en büyüklerinden olacak, henüz 21'indeki Pete Sampras'a karşı 1992'de Amerika Açık ile koleksiyonuna ekledi. 1996'da, 30 yaşındayken raketini astığında müzesinde 41 tekler şamiyonluğu vardı. Tenisseverler ona doyamamıştı ancak o doğru zamanın geldiğini düşündüğü için bırakmayı tercih ettiğini söylüyordu. Yıllar yıllar sonra, 2013'te Roger Federer'in koçu sıfatıyla, bir anlamda ismi artık "... ve Stefan Edberg" olarak yazılan bir duayen aktör hüviyetinde kortlara geri dönmesi, 90'lar nostalji rüzgârıyla birlikte o açlığı bir nebze de olsa giderdi. Federer ile iş birliği belki bir slam zaferi getirmedi ancak onun gibi bir ikonu yeniden kortlarda görmek paha biçilemezdi.

Zaafları olmayan bir oyuncu değildi Edberg. Forehand'i ve return'ü mükemmel olmaktan uzaktı. Ancak belki biraz da bu sebeple kendini sevdirmişti. Björn Borg'a "Cyborg", Mats Wilander'a "Sıkıcı" diyenler risk alan, öne gelen, zayıflılıkları olan bu temiz yüzlü İsveçli'nin bunlara rağmen her daim asil kalabilmesine vurulmuştu belki de.

Edberg, bir gölge adam olarak kortlardan geçti. Gürültüsüz, patırtısız, güneş ışıkları altında adeta dans ederek.

Tıpkı Avustralya Açık logosunda yer aldığı hâliyle.

Socrates Dergi