Görev Adamı
17 dk
Bugün, kariyerini İngiltere’de sürdürmüş bir Türk antrenörden bahsedebilirdik; Fethi Demircan, Galatasaray teklifini kabul etmeyip Türkiye macerasına başlamasaydı...
1950’lerde Kore’de, 1960’larda Kıbrıs’ta komando astsubay olarak görev yaparken aklında hep futbol vardı. Askerlikten kendi isteğiyle ayrıldığında da tek isteği futbol antrenörü olmaktı. Kendini geliştirmek adına önce Macaristan’a, sonra İngiltere’ye gitti; Arsenal ile West Ham United’da görev yaptı. Bir antrenman sonrası gelen telefonla Türkiye günleri başlayacaktı. Önce Galatasaray’da, ardından neredeyse tüm Anadolu’da çalıştı. 80’li yıllara iz bırakan Samsunspor’un temellerini attı, altyapı ve milli takımlar için devamlı fikirler üretti. Bugün hâlâ İstanbul’da o hafta oynan maçları stadyumlara gidip takip ediyor. “Önemli olan görevini iyi yapmaktır” düsturuyla yıllarını futbola veren Fethi Demircan ile Büyük Kulüp’te buluştuk. İlk soru ondan geldi:
— Derginin adı neydi?
— Socrates.
— Dünya Kupası’nda izlemiştim onu, Meksika’da. Muhteşem bir orta saha elemanıydı. Meksika, Fransa, Kore...
Dünya Kupalarına kendi imkânlarım doğrultusunda olabildiğince gitmeye çalıştım. En güzeli Meksika’ydı ama; Maradona’nın kupası. O finalde yerimiz çok iyiydi. Rahmetli Gündüz (Tekin Onay) Hoca ile beraber protokolde izlemiştik. Maradona’nın bütün marifetlerine tanıklık ettik orada. 2-0 öndelerdi, 2-2 oldu, bitime de az bir süre var... Karşısında Hans-Peter Briegel, Maradona aldı topu bir kleps çekti, top geri geldi, Briegel ekarte olunca (Jorge) Burruchaga’ya bir top attı... O da gidip golü yaptı. Müthiş bir asistti.
Kore'den İngiltere'ye
1938 Elazığ doğumluyum. TSK’da komando astsubay olarak görev yaptım. Bu görevimle de hep gurur duydum. Kore Savaşı’na katıldım. O zamanlar sefalet içinde bir ülkeydi. 14 ay orada kaldım. Voleybol ve futbol takımlarımız vardı, Korelilerle maçlar yapardık. Daha sonra 1960’larda, gergin dönemde Kıbrıs’ta da görev aldım.
O sıralar Ankara’da Muhafızgücü’nde forma giydim. O dönem askerler ancak o takımda oynayabiliyordu. Fakat ne kadar iyi topçu olursan ol, rütbeliysen oynama şansın çok azdı. Beykoz’dan, Fenerbahçe’den ve diğer İstanbul takımlarından askerlik görevini yapmak için gelen futbolcuların yerini alamazdık, hocalar da vermezdi zaten. Dokuz sene sonra ayrıldım askerlikten. Antrenörlük kurslarına gittim. 1973’te Elazığspor’da çalıştım ama bir süre sonra baktım ki işin temelini, kurallarını tam bilmiyorum, hep gördüklerimle yaşıyorum.
Bir süre sonra ayrıldım ve eğitim alabileceğim yerleri araştırmaya başladım. “Bu işin okulu, Macaristan’daki spor akademisidir” dediler. Ben de kalktım Macaristan’a gittim. O zamanlar Macaristan futbolu daha düşüşe geçmemişti. Akademileri de dünya antrenörlerinin eğitim merkeziydi. İstediğiniz lisanda eğitim alabiliyordunuz. Ben yarı İngilizce yarı Türkçe eğitim gördüm.
Ülkeye döndüm ama dil sorunum vardı. Ben de İngiltere’ye gitme kararı aldım, Lilleshall Hall denen yere… Senior Club Manager’ların katıldığı kursa yazıldım ve spor fizyolojisi ile ilgili eğitim aldım. Sonra İngiltere Futbol Federasyonu’na gittim. Beni eğitim şube müdürüne yolladılar, o da bana Arsenal’de görev verdi. Bertie Mee menajer, Bobby Campbell antrenördü. Orada Bertie Mee için hep şunu söylerlerdi: “Bu adam masörlükten buralara geldi.”
Mee ile idmanlara gidip çalışmaları izliyorduk. Alan Ball takımın yıldızıydı. Müthiş bir oyuncuydu. Çok çabuk ve mücadeleciydi. Çok iyi top kazanır ve harika ortalar yapardı. Bir de Liam Brady vardı; şahane bir adamdı.
Bertie Mee ve Alan Ball
İngiltere’de o zaman 11 futbolcu sahaya çıkar, yedekte de sadece bir oyuncu bulunurdu. Yedek kaleci bile yoktu. Antrenmanlar da bu 12 kişiyle yapılır, geri kalanlar rezerv takım denilen ekiple çalışırdı. Hafta başında antrenör 12 oyuncuyu belirler, haftalık idmana gidecek topçular da kendilerini bilirlerdi. Bizde ise 30 kişiyle idmana çıkılıyordu… Şut çalıştırayım desen beş dakikada bir sıra gelir. Ben de dönünce Türkiye’de aynen uyguladım bu sistemi, futbolculara 30 saniyede bir şut sırası gelmeye başladı.
Arsenal’de çalışırken West Ham United gündeme geldi. Allah rahmet eylesin, Ron Greenwood vardı, bir de John Lyall. Gittim, kulüpte çalışmak istediğimi söyledim. Disiplinimden hoşnut kaldılar ve beni yardımcı antrenör yaptılar. O sene Bobby Moore bırakmıştı, Billy Bonds kaptan çıkıyordu. Trevor Brooking vardı o takımda; çok önemli bir futbolcuydu. Harika bir orta saha ve çok iyi bir insandı. Aynı zamanda Profesyonel Futbolcular Birliği Başkanı’ydı. Milli takımda da oynuyordu. Daha da önemlisi, kariyerine West Ham’da başladı ve orada bitirdi. Gelen tekliflere “Burada başladım, burada bitireceğim” cevabını verdi ve kulüpte kaldı.
Resmen West Ham’da çalışmaya başlamıştım. Hatta o sene FA Cup’ı kazanmıştık. Bir gün idmandayken futbolculardan biri geldi, “Andy, sana telefon var” dedi. Fethi’ye dilleri dönmediği için Andy diyorlardı. Gittim telefona bakmaya…
İstanbul'daki İngilizler
“Ben Selahattin Beyazıt. Galatasaray takımının başkanıyım. Seni antrenör olarak düşünüyoruz, görüşebilir miyiz?” Selahattin Bey, İngiltere’yi iyi bilirdi, bağlantıları çoktu orada. Cambridge mezunu zaten, bir de araba parçası ticareti yapıyordu İngilizler ile...
Beyazıt ile görüştüm ama ilk seferde biraz tereddüt ettim. “Daha sonra bir kez daha görüşelim” teklifinde bulundu. İkinci görüşmede, Turgan Ece’yle birlikte Rapid Wien ile oynanacak Avrupa kupası maçına gitmemi ve karşılaşmayı izleyip rapor yazmamı istedi. Tabii raporu İngiltere’deki gibi yazınca bir gariplerine gitti, çok beğendiler ve Galatasaray’a gelmem için ısrar ettiler.
Futbolcu Tekeli
Bizde takım, futbolcuların tekeli altında. Eskiden de öyleydi, şimdi de… İngiltere’de öyle bir şey yok. Tek hâkim, menajerdir. Hiç unutmam, West Ham’da Bobby Gould diye bir forvet vardı. John Lyall’ın istediklerini yapmıyordu. Bir gün baktım kramponları elinde, vedalaşmaya geldi. Lyall satmış onu. O ara Lyall ile arabayla gelip gidiyorduk antrenmanlara. Sordum durumu, “Söylediklerimi yapmıyordu, onunla mı uğraşacağım?” dedi. Türkiye’de bunu yapamazsın. Mesela (Igor) Tudor’dan şikâyetçiler ama lig daha başlamamış. Antrenörden nasıl verim beklersiniz ki bu durumda?
Maça ya da eve giderken futbolcular kendi elbiselerinden sorumludur İngiltere’de, ortalarda dolanan bir malzemeci yoktur. Bizde genç takımın bile özel malzemecisi var. Genç takımda ‘çırak’ olarak yetiştirmiyorlar futbolcuları. Bir gün Fulya’ya gittim. Orada, Elazığ’dan öğrencim Mehmet Ekşi ile karşılaştım. Bahattin (Baydar) Hoca da oradaydı. O aralar Muhammed Demirci diye bir topçu vardı altyapıda. Bu geldi içeri, havalı havalı “Ooo hoş geldin Baho” falan dedi… Şöyle bir baktım, “Ulan bu da futbolcu olursa ben de adam değilim” dedim. Bana karşı çıktılar. Şimdi nerede Muhammed? Bitti, gitti...
Gelmem, basında çok büyük yankı uyandırdı. “Fethi Demircan diye biri geliyor, komandoymuş” minvalinde haberler çıktı. Başladık çalışmaya… Derken, bir baktım Don Howe geldi. “Bu nedir?” diye sordum. “Fenerbahçe’de Didi var. Basın da senin için ‘Bu kim?’ diyor, ondan dolayı Howe’u getirdik. Sen de onun yardımcısı olursun” cevabını verdiler. Howe da seminerlerden tanıştığım bir arkadaşımdı. Beni görünce “Kısa süreliğine geldim, bir müddet sonra gideceğim” dedi. Hakikaten kısa süre sonra da ayrıldı. Giderken de şöyle bir beyanat verdi: “Fethi Demircan gibi birisi varken burada olmam anlamsız, benim hayalim İngiltere.” Tekrar teknik direktör oldum böylece.
İngiltere'deki antrenörlük kurslarından birinde eğitim sırasında... Fethi Demircan, ayaktakilerden en solda.
Galatasaray’da Türkiye Kupası kazandık. O dönemde Metin Kurt olayı yaşandı işte. Bir maç oynadık, ondan sonra ben Elazığ’a gittim. Döndüğümün ertesi günüydü, yönetim kurulu kadro dışı kararı almış. Araya girmeye çalıştım; yönetimle, Turgan Ece ile konuştum. “Senin görevin sahaya çıkmak ve kazanmak” dediler. Zaten temelde sosyal düşünceleri ve siyasi görüşleri nedeniyle Metin’e kızıyorlardı. Ancak bana sorarsan Metin; çok ahlaklı, namuslu, düzgün, görevini çok iyi yapan bir çocuktu. Ben de istifa edip gidemem ya, kupaya gidiyor takım.
O sezon bitti, kupa kazanmışız ama prim falan ödenmedi. Sadece maaşımı alıyordum. Neyse lig başladı, (Malcolm) Allison diye birini getirdiler. Beni de çağırdılar, gönlümü almak için birkaç laf ettiler ve Allison’ın yanında yardımcı olarak kalmamı istediler. “Olur, görevimi yaparım” dedim yine. Mesele görevi iyi yapmak zaten.
Allison garip bir adamdı. Zampara, alkolik bir herif. Gece hayatı desen öyle... Playboy güzeli sevgilisi vardı Serena (Williams) diye. Kadını kampa filan getiriyordu, striptiz kulüplerine götürüyordu. Enteresan bir adam. Kendi kendine de bir şeyler üretiyordu; yok orta sahasız futbol, çift libero falan… Türkiye’de değer buluyor böyle yabancı insanlar. Türk toplumunun özelliği bu maalesef. Ama hakkını vereyim, görevine sadık bir adamdı. Garipti işte…
'Pele' Mehmet
Fatih (Terim) çok çalışkandı. İdmandan sonra bir-bir buçuk saat çalışırdık onunla. Bir gün olsun idman kaçırdığını görmedim. ‘Büyük’ (Mehmet Oğuz) eğer Fatih’in yarısı kadar çalışsaydı, dünyanın sayılı oyuncularından biri olurdu. Büyük’ün futbolculuğu ile Fatih’in ya da Ahmet’in ölçüsü olmaz… Onun yerine koyacağım bir adam yoktur benim. Fatih, Turgay Şeren’in milli olma rekorunu kırmak için mücadele ederdi mesela, biliyorum bunu. Ama Mehmet’in umurunda olmazdı böyle şeyler; milli takıma gitmiş, gitmemiş... Galatasaray’ın kaptanıydı ama Nihat’ı (Akbay) ya da Gökmen’i (Özdenak) gönderirdi önden, “Sen çık kaptan” diye. Topu ayağına aldığı zaman çalım atar ve birden sprinter olurdu. Normalde futbolcu milleti çalımı atınca duraklar ama Mehmet, aksine daha da hızlanıyordu. Bunun yanında, hiç bencil değildi. En büyük özelliği ve zevki gol attırmaktı. Oyunu kuran adamdı her zaman. Bir gün Dolmabahçe’ye gittik maç için, bir baktık stadın duvarlarına “Pele Mehmet” yazmışlar. Daha iyi yerlerde olmadığı için her zaman kalben üzüntü duyarım. Cemil’e (Turan) bile sorduğunuzda “En büyük futbolcu Mehmet’tir” der.
Türk futboluna gelmiş en büyük adamdır, en karakterli insandır. Büyük, kariyeri bittikten sonra da hiçbir şeye tenezzül etmedi. Hiç kimseye eyvallah demedi. Kimse de onun yanına yaklaşamadı zaten. Galatasaray’dan kaç yönetici gitti, kulübe getirmeye çalıştı ama o gitmedi. Galatasaray tarihinin belki de en büyük hatasıdır Mehmet’i kaybetmek.
Saat 10’da idmana gidiyoruz, Burhan Felek’e… Bunun kolunda da saat falan yok. Antrenman yapılıyor, saate bakıyorum, bitireceğim idmanı… Tam o anda idmanı kesiyor bu. Bir oldu, iki oldu, üç oldu… “Ulan bu herif nereden anlıyor bunu?” diye çıldıracağım. En son uyandım, antrenmanın bitişi ezanla kesişiyor. Ezanı duyunca “Bitti” diyormuş. Film herifti ya!
Allison bir süre sonra gitti. Yine ben geçtim takımın başına. O dönemin unutamadığım olaylarından biri de (Bosko) Kajganic’in vefatıydı. Samsun’da çok iyi bir maç oynamıştı. Ertesi gün bayram nedeniyle tatildeydik. Sabah evden çıktım, gazete aldım. Bir açtım ki “Galatasaray kalecisi Kajganic öldü” yazıyor, yanında da “Samsun maçında müthiş oynadı.” İnanamadım tabii. Daha doğrusu anlayamadım. Ondan sonra telefon geldi, kulübe gittim. Allah rahmet eylesin. Çalışmayı çok seven, iyi bir kaleciydi.
Viski Değil, Cin
Carlton Oteli’nde kamptayız… Allison geldi, “Fethi, futbolcuları alkol alırken gördüm, kamptan göndereceğim” dedi. Büyük Mehmet, Fatih falan var saydıkları arasında. Ben “Olmaz öyle şey” dedim ama ikna edemedim. Gittim Büyük Mehmet’i buldum.
— Mehmet, içki mi içtiniz?
— Yok hocam ya! Uğur Ağabey (Köken) gelmiş, onunla birer kadeh cin içtik.
Ben de içkiden filan hiç anlamam. Cinzano diye bir kokteyl vardı, görüyordum bazı lokantalarda. O kokteylden içtiler sandım. Allison’un yanına gittim: “Sana söylemiştim. Futbolcular viski içmemiş, cin içmiş” dedim. Kahkahayı bastı, “Ya, o daha ağır bir içki” dedi. Bir türlü affettirmek lazım çocukları. Allison’a, “Ben bunu söyleyerek hata yaptım ama çocukları bu seferlik affedelim” ricasında bulundum. Makul karşıladı. Gittim Mehmet’in yanına, anlattım olanları. “Yarın Bursa karşısında kazanın da mahcup olmayayım” dedim. Çıktılar öbür gün, 4-1 kazandılar. Ama sonraki kampta hepsi başladı; “Hocam, birer cin içer miyiz?” demeye.
Kötü gidiyordu takım; biraz toparladık, üçüncülüğe yükseldik. Sonra yönetim beni çağırdı, Coşkun Özarı’nın göreve geleceğini söylediler. “Haydi, eyvallah o zaman” dedim ve ayrıldım Galatasaray’dan.
Şampiyonluğa İnandırmak
1980’lerin başında milli takımda göreve çağırdılar beni. Ayakkabı yok, forma yok, saha yok… Daha da kötüsü kimse milli takıma gelmek istemiyor. Zaten hiçbir antrenör de görevi kabul etmiyor. Bizi topladılar, “İki birinci lig hocası illa ki bu görevi yapacak” dediler. Ama garip olan, kimse yardımcı hocalık yapmak istemiyor. En son dayanamadım, “Bir arkadaş teknik direktör olsun, ben yardımcısı olurum” dedim. Özkan Sümer teknik direktör oldu, ben de antrenör. Özkan arkadaşımız istifa edince göreve getirildim. Ancak birkaç ‘önde gelen’ isim yine kendi aralarında karar almaya, şöyle böyle, şu gelsin, bu gitsin falan demeye başlayınca ayrıldım.
Galatasaray'ın İngiltere kampından... Galatasaray'ı 70'li yıllarda çalıştıran Don Howe, Brian Birch ve Malcolm Allison ile...
Sonra Samsun’a gittim ve dört sene orada görev yaptım. İkinci Lig’den çıktık, aynı sezon 1. Lig’i üçüncü bitirdik. Tanju (Çolak), Rıfat (Benli) gibi yetenekli çocuklar vardı. Tanju; son derece disiplinli, idman kaçırmayan, devamlı çalışan, takımla yaptığının üstüne bir de özel olarak bireysel idman yapan bir çocuktu. Kendine iyi bakardı. Bir tek sıkıntısı var; konuşmalarında itici davranıyor, nerede nasıl davranması gerektiğini bilmiyordu. Samsun’a ilk gittiğimde orta saha oynuyordu ama santrfor özellikleri vardı. Bana göre, ayağının içini dünyada en iyi kullanan oyunculardan biriydi. Şut atmazdı o; yakalarsa ayağının içiyle direkt kalenin içine bırakırdı. Bir de tekrar metoduyla kafa vuruşunu geliştirmiştik. Bir taraftan Rıfat (Benli), öbür taraftan da Zafer (Çabalar) ortalardı. Tanju’ya haftada en az 250 kafa vuruşu yaptırırdım. Tanju’yu böylece santrfor yaptık.
Futbol Atom İlmi Değil
Türkiye’de futbolu çok karmaşık bir hale getirdiler, anormal olaylar olmaya başladı. Futbol, atom ilmi değildir. Bir ara futbolcuların koluna nabız ölçen aletler taktılar. Alay konusu oldu topçular arasında, “Hocam, benim nabız atmıyor” falan diye gırgır yapanlar çıktı. Bir ara Cooper Testi çıkardılar, ABD Ordusu’nda bir komutanın testi falan diye. Onlar bitti; 4-4-2 imiş, 4-5-1 imiş, 4-2-3-1 imiş, bunlarla uğraştık. Akıl var mantık var; futbol, sayı adedine göre oynanmaz. Futbolda, oyuncuların kendi aralarındaki iletişimlerinin ortaya çıkardığı sonuca bakılır ve ona uyumlu bir sistemle oynanır. Yani sistemi, elindeki futbolculara göre belirlersin.
Ertuğrul (Sağlam) da öğrencimdi, ona çok kızardım. Biraz topa ürkekliği vardı. Diğer oyunculara, bilerek “Sert oynayın!” derdim. Ancak antrenör olarak başardığı şeye saygım büyük. Bu ülkede üç İstanbul takımı şampiyon olur, kural budur bir bakıma. Bu yüzden Anadolu takımı futbolcularını inandırmak çok zordur. Bursaspor’u çalıştırdığım sezon (1980-1981) şampiyonluk yarışında çok fazla takım vardı. Galatasaray’ı yenmişiz, Beşiktaş’a beş gol atmışız. Topladım futbolcuları, “Bana bu dünyada en çok istediğim şeyi sorun” dedim. Sordular, cevap verdim: “Bursaspor ile şampiyon olmak, o takımın fotoğrafını evimin duvarına asmak ve torunlarıma bunun hikâyesini gururla anlatmak istiyorum.” Hepsi güldü, “Hocam bırak ya, ne şampiyonluğu” falan… Bu inançsızlık art arda mağlubiyetler getirdi. Çok iyi bir takımımız vardı hâlbuki. Samsun’da da yaşandı. Beşiktaş’ı yenmişsin, Fenerbahçe’yi iki kere mağlup etmişsin ama oyuncuların “Hocam, bizden şampiyon olmaz. Üçüncü olalım iyidir işte” diyebiliyor.
Kadın Milli Takımı ve Taksimspor
Rahmetli Gündüz Hoca bir gün beni aradı, “Senden bir ricam var, Kadın Milli Takımı’na bakar mısın? Çok kötü durumdalar” dedi. “Gündüz Hoca, bırak ya! Dalga mı geçiyorsun?” karşılığını verdim. Sonra en büyük dostum Attila’yı (Gökçe) aradım, o da aynısını söyledi: “Bana da sorsalar senin adını söylerim.” Başladım göreve ama 10-0 falan yenilen bir takım, bir de yanlış ifadeler, zararlı söylemler var. Sonra oradaki arkadaşlarla başladık çalışmaya, sağı solu araştırmaya. Gittiğimizde sadece İstanbul, İzmir ve Ankara’dan oyuncu alıyorlardı, biz onu Türkiye geneline yaydık, altyapıların gelişmesini sağladık. Oyuncuları kamplara çağırdım ve şöyle bir uygulama yaptım; matematiği iyi olan ile kötü olanı eşledim ve onları oda arkadaşı yaptım. Psikolog çağırdım, futbolcular ile seanslar gerçekleştirdim.
Oradaki antrenör arkadaşlar, “Bunlar kız çocuğu, bu idmanlara dayanamazlar” düşüncesindeydiler. Onlara karşı çıktım, “Öyle bir şey yok!” dedim, “Futbol oynuyorlarsa futbolun kurallarını yerine getirmeleri lazım.” Epey bir mücadeleden sonra takımlarımız düzelmeye başladı. 5-0 yenildiğimiz Bulgaristan’ı 3-0 yendik. İlk başta tedirgindim ama sonradan keyif aldım, çocukları yetiştirdim. En sonunda da Şili’de Liselerarası Dünya Şampiyonası’na katıldık. Brezilya’yı, İtalya’yı yendik ama Almanya’ya yenilip üçüncü olduk. Sonra futbol federasyonu değişti ve bizim görevimize son verdiler.
Taksimspor Kulübü bir yemek vermişti. Süleyman (Seba) Ağabey, Gündüz Hoca filan gelmişti… Orada, “Hocam, bir ricamız var. Taksimspor ile ilgilenir misin?” dediler. Ben de çalışmıyorum o aralar. “Olur ama antrenman sahasına her gün nasıl geleceğim, araba kullanmam” cevabını verdim. Her gün aldıracaklarını söylediler, kabul ettim ben de... Garo (Hamamcıyan) ücret sordu, “Ücret alırsam adım Fethi Demircan olmaz” dedim. Altı ay kadar hiç aksatmadan gittim idmana. Türk ve Ermeni çocuklar iç içeydi. Ben hayatım boyunca insan ayırt etmedim ama onlar ilk başlarda biraz ayrı gayrı duruyorlardı. Kaynaştılar sonra, hatta beş-altı topçu yetişti içlerinden. Sezon bitince ayrıldım. O sıralar Ermeniler ile Türkler arasında Fransa’da büyük bir olay olmuştu. Türkiye’de televizyonlara, gazetelere çıktık, “Eski milli takım antrenörü burada Ermeni çocukları çalıştırıyor” diye. İnsanların ırk ve din nedeniyle birbirleriyle bu derece düşman olması anlamsız geliyor bana.