Gözleri Tamamen Açık

19 dk

Mario Jardel, bir dönem gol denince akla gelen ilk isimlerden biriydi. Üç kez Avrupa Gol Kralı oldu ve kısa Türkiye kariyerinde de büyük iz bıraktı. Sırrı mı? Ondan dinleyelim…

Temmuz 2000. "Bir anda Türkiye futbol gündemine bomba gibi düştü" klişesinin hakkını veren bir haber: "Galatasaray, Avrupa Gol Kralı Mario Jardel'i getiriyor." İnananlar, inanmayanlar, hayallere dalanlar derken genel olarak alışık olduğumuz transfer hikâyelerinin aksine sadece birkaç gün içerisinde iş bitti. Jardel geldi, helikopterden inip formayı giydi. Tabii her şey tozpembe değildi. Bir yandan "Bir futbolcuya bu kadar para verilir mi?" tartışmaları, bir yandan da hazırlık maçlarıyla birlikte başlayan "Kötü futbolcu" eleştirileri suyu fazlasıyla bulandırmıştı. Ancak önce ligin ikinci haftasında tam beş gol attığı Erzurumspor maçı, bir hafta sonra ise Real Madrid'e attığı iki golle Süper Kupa'yı Galatasaray'a getirmesiyle birlikte durum değişti. Taraftarların "Süper Mario Jardel" tezahüratları eşliğinde bir süper kahramana dönüşen Brezilyalı, sezon sonuna doğru ise bir krizin öznesine dönüşecek ve hikâye yarım kalacaktı. Yine de aradan geçen yirmi yılda onu golleriyle hatırlayan Türkiye Jardel'i, Jardel de Türkiye'yi özledi. O halde bu özlemi birkaç sayfalığına dindirme vakti…

Brezilya'daki her çocuğun futbol topuyla büyüdüğünü biliyoruz. Sizin için profesyonelliğe geçiş nasıl oldu?

Herkes gibi bir çocukluk geçirdim. Brezilya'daki her erkek çocuğu gibi… Futbolu seviyordum ve 16-17 yaşlarıma geldiğimde Ferroviario takımıyla Rio de Janeiro'daki bir şampiyonada oynama fırsatı buldum. Şampiyonanın ardından Vasco da Gama bana onlar için oynayıp oynamayacağımı sordu. Ve gidip onlarla oynamaya başladım.

Başka bir ülkede doğmuş olsanız yine yolunuz futbola uzanır mıydı?

Brezilya'da doğmuş olmamın işleri kolaylaştırdığını kabul ediyorum. Neticede hangi Brezilyalı çocuğa sorarsanız sorun, futbolcu olmak istediğini söyleyecektir. Çocukluğumda televizyonu açardım, futbol. Haberleri dinlerdim, futbol. Sokağa çıkardım, futbol. İnsanlar sürekli futboldan bahseder, her köşede futbol oynanırdı. Ancak biraz daha kişisel pencereden bakacak olursak ben başka herhangi bir ülkede de yine futbolcu olurdum. Yeteneğimi tanrı vergisi bir ödül gibi görüyorum ve mutlaka bunu açığa çıkarmanın bir yolunu bulurdum.

O günlerdeki Mario Jardel'i biraz anlatır mısınız?

Aslına bakarsanız, bildiğiniz Jardel'den farklı değildi. Özellikle hava hâkimiyetim çok yüksekti ve takım arkadaşlarım "Şu yeni çocuk… Onda farklı bir şeyler var" demeye başladı. Topu ceza sahasına attıklarında ben oradaydım ve golü atıyordum. Son derece başarılı bir takımdık. O sıralarda Gremio'nun teklifi geldi. Gremio, Brezilya'nın en başarılı takımıydı ve benim için büyük bir fırsattı. Sözleşmemde de 1 milyon reallik bir serbest kalma maddesi vardı. Beni önce kiraladılar, ardından bonservisimi aldılar.

Orada kıtanın en büyük kupaları olarak kabul gören Libertadores ve Recopa Sudamericana'yı kazandınız…

Brezilya'daki en iyi sezonumdu. Yarıştığımız her alanda şampiyon olduk. Sırada bir diğer hedefin gerçekleşmesi vardı. Az önce her Brezilyalı çocuğun futbolcu olma hayali kurduğunu söylemiştim. Bu hayalin bir sonraki adımı ise bunu Avrupa'da yapmaktır. Gremio'daki başarının ardından Avrupa'dan teklifler almaya başladım. Benfica gibi birkaç kulüp daha devredeydi ama en iyi teklifi yapan Porto'ya gittim.

Porto'da iki yıl üst üste Avrupa'nın en golcü oyuncusu olduğunuzu düşünerek şunu sormak isterim: Golü nasıl bu kadar iyi kokluyordunuz? Bir sırrı, hilesi, kısayolu var mı?

En büyük yeteneğim neydi biliyor musun? Kafa vuruşları. Bunu gözü açık yapabiliyordum. Instagram sayfama gir ve yukarıdan beşinci fotoğrafa bak. Porto formasıyla bir kafa golü atıyorum ve gözlerim tamamen açık. Pek çok kişi topa iyi kafa vurabilir ama bunu gözü açık, hedefi görerek yapan fazla futbolcu yoktur. Elbette başka özelliklerim de vardı ama ayırt edici yönüm buydu.

Sadece kafa vuruşları değil ki… Galatasaray'a geldiğinizde "Popomla bile gol atarım" dediniz ve attınız da…

(Kahkahalarla gülerek) Bir oyuncu iyiyse topa neresiyle vurduğunun önemi yok. Poposuyla, diziyle, göbeğiyle, baldırıyla; her yeriyle gol atabilir. Bunu nasıl anlatacağımı bilmiyorum, bu benim sahip olduğum bir his. Ama şunu söyleyebilirim. Farklı bir fiziğim vardı ve çok kuvvetliydim. Bütün takım benimle oynuyordu ve bana oynuyordu. Takım arkadaşlarıma verdiğim mesaj şuydu: "Topu buraya yolla. Çünkü ben buradayım. Ve gol benim işim." Tahmin ediyorum hepsi beni böyle hatırlıyordur.

Tüm bu yetenek ve başarınıza karşın Brezilya Milli Takımı'nda fazla oynama şansı bulamıyordunuz…

Nasıl oynayabilirdim ki? Diğer tüm iyi hücumcuları geçtim, ileri ikili Romario ve Ronaldo'ydu. Yine de daha fazla oynayabileceğimi düşünüyorum fakat malesef bazı oyuncular sponsorun isteğiyle takıma çağrılıyordu.

Bu durum size ne hissettiriyordu? Örneğin, filmi biraz ileri sararsak, 2002 Dünya Kupası'nı hangi duygularla izlediniz? Gremio'da birlikte çalıştığınız Luiz Felipe Scolari'ye kızıyor muydunuz sizi kadroya almadığı için?

Hayal kırıklığı yaşadım çünkü başka bir ülke için oynasam kupaya gidecektim, benim kadar gol atan bir futbolcu her milli takımda oynardı. Ama hayır, kimseye sinirli değilim. Felipe ile iyi bir ilişkim var ve dostluğumuz hâlâ sürüyor, sık sık konuşuyoruz. 2002 Dünya Kupası'nı da diğer tüm Brezilyalılar nasıl izlediyse öyle izledim; büyük bir heyecan ve tutkuyla. En sonunda da şampiyonluğun coşkusunu takımdaki bir futbolcu kadar yaşadım.

Kronolojiye geri dönüp Galatasaray'a transferinize gelirsek… Tatildeydiniz, Taffarel aradı ve kendinizi burada buldunuz. Bunu biliyoruz. Peki diğer teklifler? Altın Ayakkabı'nın sahibinin tek seçeneği Türkiye değildi diye tahmin ediyorum.

Birçok teklif vardı ama Taffarel'le olan dostluğumuz, ona duyduğum saygı ve sevgi nedeniyle Galatasaray'ı tercih ettim. Bu kesinlikle hayatımda aldığım en doğru kararlardan biriydi. Aradan geçen yirmi yılın ardından bunu hâlâ hissediyorum. Belki birlikte çok daha fazlasını yaşayabilirdik ancak Türkiye kariyerim beklenenden kısa sürmesine rağmen taraftarlarla aramızda harika bir iletişim var. Beni izleyen, bana ve takıma tezahüratlarıyla yardımcı olan herkese sonsuz teşekkür ederim.

Galatasaray'daki ilk günlerinizde çok eleştiriliyordunuz. "Bu muymuş Avrupa Gol Kralı? Yürüyemiyor bile" yorumları almış başını gidiyordu. Lucescu'nun bile ilk antrenmandan sonra yöneticileri arayıp "Bu adam iyi bir oyuncu değil galiba" dediğini biliyorum. Siz nasıl yaşadınız o günleri?

Bunu ilk kez duyuyorum. Unutmuş olabilir miyim diye düşünüyorum ama hayır, örneğin Porto'da oynarken birebir aynı sözlerin söylendiği zamanları hatırlıyorum. Belki de Türkçe bilmediğim için Türkiye'de konuşulanlardan haberim olmadı, bana da kimse böyle bir şey hissettirmedi. Böyle olduğundan emin misin?

Evet, eminim. Hem haberleri hatırlıyorum hem de yöneticilerden de dinlemiştim. "Acaba yanlış transfer mi yaptık" diye kara kara düşünüyorlarmış.

Hadi ya? Neyse, en azından cevabı vermiş oldum. Benim haberim bile yoktu.

Sizden önceki santrfor, Hakan Şükür, çok farklı tipte bir oyuncuydu. Çok koşuyor, pres yapıyor, savunmayı hücumdan başlatıyordu ve sistemin önemli bir parçasıydı. Sizse pek mücadeleci değildiniz ama inanılmaz bir skor beceriniz vardı. Hatta bir röportajda söylediklerinizi hatırlıyorum: "Benim işim gol atmak. Atamazsam gelin sorun." Takım arkadaşlarınızın bu değişime alışması zor oldu mu?

Benim için çok kolaydı. Zira makine gibi bir takım vardı arkamda; birbirini çok iyi tanıyan ve çok yetenekli futbolculardan kurulu bir takım… Onların da bana alışmakta zorlandıklarını düşünmüyorum.

Belki ilk başta zorluk yaşamışlardır ama sohbetin başından beri söylediğim şey Galatasaray'da da geçerliydi. Benim için durum hep aynıydı ve basitti: "Topu bana atın, gol atayım." Ben gol atmak için doğdum.

"Hagi başkaydı"

Emerson, Deco, Juninho, Hagi gibi çok büyük orta sahalarla aynı takımda oynadınız. En iyisi hangisiydi?

Saydığın isimlerin büyüklüğünü anlatmaya gerek yok. Hepsi çok özel yetenekte oyunculardı. Ancak içlerinden birini seçmek gerekirse, Gica Hagi. Hagi başka bir şeydi.

Takımdaki arkadaşlık nasıldı? Herhangi bir gruplaşma ya da olumsuz etkiyle karşılaştınız mı?

Hayır. İyi bir ortam vardı. Elbette her takımda sınırlarda dolaşan oyuncular vardır ama genel olarak takımda böyle bir faktörden bahsedemeyiz. Hep beraber hareket eden ve sahip olduğunun en iyisini veren bir takımdık.

Vatandaşlarınız Taffarel ve Capone ile yakınlığınızı biliyorum. Peki Türk oyunculardan kimle daha yakındınız?

Takımın geneliyle iyi bir ilişkim vardı ama söylediğiniz gibi en yakınlarım Capone, Taffarel'di. Biri daha var ama onun ismini söyleyemiyorum.

Hasan Şaş ve Ümit Davala ile poker oynuyormuşsunuz…

Hasan Şaş, Ümit, Bülent, Fatih… Ve bet de oldukça yüksekti!

En iyi pokerci kimdi?

(Bir kez daha kahkahalar içinde) En iyisi bendim, Fatih de çiplerimi çalıyordu!

Real Madrid'in belalısıydınız. Hem Porto hem Galatasaray formasıyla hep gol attınız. Bu konuda Iker Casillas ile hiç konuştunuz mu?

Bana karşı bir şanssızlıkları vardı diyelim! Casillas'a gelince, konuşmadık ama bu konuda neler söyleyeceğini duymak isterdim. Ona karşı beş maça çıktım ve beş gol attım.

Peki ya Süper Kupa maçı? Öncesi ve sonrasıyla, ne hatırlıyorsunuz?

Maç öncesi Lucescu'nun bize alışveriş için izin verdiğini ve herkesin kumarhaneye gittiğini hatırlıyorum. Daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim. Öğleden sonra maç için dinleniyorduk, başka bir ülkede böyle bir şey olması mümkün değil. Kupayı aldıktan sonra inanılmaz bir parti yaptık. Detaylarını anlatamayacağım! İstanbul'da ise taraftarların hep birlikte söyledikleri marşlar ve olağanüstü bir atmosfer vardı.

Altın gol öncesi Fatih Akyel'in yaptığı ortayla ilgili… Ya da bilemiyorum, şut mu demeliydim? Kendisi dışında herkes şut olduğunu düşünüyor… Sizce orta mıydı?

Bana sorarsan şuttu. (Gülüyor) Aslında hangisi olduğu önemli değildi, zaten maçı bitiren goldü, hepimiz kutlamak istiyorduk. Ama şuttu yani. Rakipten kurtuldu, önünü boşalttı ve vurdu. Top bana doğru gelince ben de ayağımı uzattım ve gol oldu. Çirkin gol yoktur, çirkin olan gol olmamasıdır.

"Çirkin gol yoktur, çirkin olan gol olmamasıdır."

"Çirkin gol yoktur, çirkin olan gol olmamasıdır."

Lucescu çok detaycı bir teknik direktördü. Onunla çalışmak sizi ileri götürdü mü?

Çok. Benim için büyük bir şanstı. Bana birçok şey söyledi ve birçok şey öğretti. Büyük bir teknik direktör olmasının dışında harika bir insandı. Kendisini büyük bir sevgiyle anıyorum.

Peki her şey bu kadar güzelken neden ayrıldınız? Üstelik son haftalarda oynamadınız bile. Kimin suçuydu?

Kimsenin suçu değildi. Benfica'nın teklifi vardı ama pişman oldum. Zaten Benfica işi de iptal oldu, Sporting'e gittim ancak yapabilseydim tüm bu yaşananları geri alır ve Galatasaray'da ölürdüm.

Sporting'de de gollerinize devam ettiniz, ikinci kez Altın Ayakkabı'yı aldınız. Ancak sonrasında büyük bir düşüş başladı. Çok sayıda ülke gezdiniz ve bir türlü ikinci baharı başlatamadınız. Bunu neye bağlamak gerek?

On yıldan uzun bir süre boyunca hep kazanmıştım. Sürekli gol attım, sürekli kupa kaldırdım. Oynadığım her takımın ana hücum planıydım. Tüm bunların ardından yedek kaldığımda bunu kabullenemedim ve bunalıma girdim. Daha önce karşılaşmadığım bir durumdu ve çıkış yolunu bulamadım. O motivasyonu sağlayamadım. Psikolojik olarak savrulduğum bir dönemdi. O aşamada oynadığım takımları da iyi seçemediğimi düşünüyorum.

Genç Cristiano

Sporting'de genç Cristiano Ronaldo'yla takım arkadaşlığı yaptınız. Bugün geleceği noktayı öngörmek mümkün müydü?

Cristiano'yu her gün görüyorduk, çok ama çok çalışıyordu, kapasitesini sonuna kadar zorluyordu. Tabii ki bir ışığı vardı, onu iyi bir geleceğin beklediğini görebiliyordum ancak bu kadarını tahmin etmek gerçekten imkânsızdı. En azından ben edemedim.

İlişkiniz nasıldı?

Birlikte çok fazla dışarı çıkmadık. Bunun sebebi benim kendi dairemde yaşıyor, onunsa tesiste kalıyor olmasıydı. Ama iyi bir arkadaşlığımız vardı ve iletişimimiz hâlen devam ediyor.

Sizce potansiyelinizin ne kadarına ulaştınız? Daha fazlasına ne engel oldu?

Arkama baktığımda iyi bir kariyer görüyorum, karşımdaki rafta iki tane Altın Ayakkabı ödülü var, bu ucuz bir başarı değil. Ama daha iyisi olabilirdi. Bir dönem geldi, her şeye üzülmeye başladım. Çünkü çok iyi bir futbolcu olduğumu düşünüyordum ve kendimi kulübede bulmak, hayatım boyunca içinde olduğum sahayı kenardan izlemek beni yıpratıyordu. Sen de söyledin, ben çok koşan bir oyuncu değildim. Ceza sahasındaydım ve tüm takım arkadaşlarım bana çalışıyordu, ben işi bitiriyordum. Sporting'de hocalarımız "Endişe etmeyin, topu ceza sahasına atın, Jardel orada" derdi. Sonrasında gittiğim takımlarda bu olmadı. Benim yeteneğime uygun bir futbol oynanmadı. Daha az gol attıkça depresyona girdim. Ve maksimumuma ulaşamadım.

Peki geri dönüp bakınca bir sporcu olarak profesyonel yaşamınıza on üzerinden kaç puan verirsiniz?

Dokuz. Oynadığım istisnasız tüm takımlarda elimden gelenin en iyisini yaptım. Her zaman, her gün, her şeyimi verdim, iyi çalıştım. Daha başarılı olamadım çünkü etrafımda çok kötü insanlar vardı, beni yanlışlara sürüklediler ve yanlış kararlar almama sebep oldular. Kulüp değiştirmek, çok para istemek gibi. Ben de bugünkü olgunluğumda değildim. Etrafımda daha doğru insanlar olsaydı, on üzerinden on olurdum.

Socrates Dergi