Hâkimiyet

9 dk

Yaşlı, yorgun ve doymuş olarak nitelenen Almanya Milli Takımı, Euro 1996’da kupayı nasıl aldı? Bu geleneğin sırrı ne?

1996 ilkbaharı, belki de şimdiki çocukların güçlükle anlayabilecekleri bir tutkuyla biriktirilen resimli futbol kartlarının, ülke çapındaki en büyük vurgununu yaptığı dönemdi. Sadece tarihinde ilk kez Avrupa Şampiyonası’na katılacak Türkiye’nin değil, turnuvadaki diğer ülkelerin kartları da elden ele dolaşıyordu. Bulgaristan yedeklerinin dahi ezbere sayıldığı bir dönemdi, dünyada Macarena fırtınası esiyordu ve tüm Avrupa, İngiltere’deki şampiyonayı bekliyordu. Milli takım, gruplara son torbadan katılmasına rağmen şampiyona vizesi alan ilk takım olarak tarihe geçmişti. Ancak grup maçlarına gelindiğinde işler değişti. Hem gol hem puan anlamında sıfır çeken Türkiye, turnuvaya erken veda etti. Ama evet, dönüşte herkesin bir ağızdan söylediği gibi; tecrübe kazanılmıştı. Aynı sıralarda, İngiltere’deki futbol şöleni devam ediyordu. Ada’nın neredeyse her gün ‘film noir’ çekmeye elverişli, “Bugün de evden çalışayım” hissiyatı veren havası, konu futbol olunca kimsenin umurunda değildi. Fakat Euro 96, İngilizler için hayal kırıklığı ile tamamlandı.

Yarı finalde rakip Almanya’ydı. Maç günü geldiğinde, İngiltere favoriydi. Ev sahibiydi ve rakip Almanya turnuvaya öncekilere nazaran çok daha sıradan bir kadro ile gelmişti. Yaş ortalamaları hayli yüksekti ve üzerlerinde bu turnuvayı daha önce iki kez kazanmış olmanın doygunluğu vardı. İki takım, altı yıl önce Dünya Kupası’nda da yarı final oynamış ve penaltılar sonunda İngiltere elenmişti. Bu da İngilizlere soğuk yenecek bir intikam yemeği fırsatı sunuyordu. 23 Haziran akşamında Wembley maça hazırdı, on binlerce İngiliz, Almanya zaferini izlemek için stadı doldurmuştu. Olmadı. Almanya, İngilizleri -yine- penaltılarla eledi.

O geceye damgasını vuran isimse Andreas Möller oldu. Gareth Southgate’in kaçan penaltısının ardından topun başına geçmişti. Almanların sakatlıktan kaçındığı için ‘kibar’ oynamakla itham ederek ‘Prens’ lakabını taktıkları, 90’ların değeri en bilinmemiş yeteneklerinden Möller’in aklında, penaltı noktasına gelirken tek şey vardı; o da golü atıp takımını finale çıkarabilmek. Başardı da... Ancak maça damgasını vuran, attığı penaltı değil, golden sonraki sevinci oldu. Tribünlere doğru koşusunu bir anda yarıda kesen Möller, İngiliz küstahlığına gönderme yaparcasına; elleri belinde, başı dik, yavaş adımlarla ilerlemeye başladı ve o anda, Almanların zafer geleneğinin sahadaki izdüşümüne dönüştü.

Finale yükselen Almanya’nın rakibi Çek Cumhuriyeti’ydi. Onları da Oliver Bierhoff’un altın golüyle geçtiler ve kupaya uzandılar. Bu, tarihlerindeki üçüncü ve bugüne kadarki son Avrupa şampiyonlukları oldu.

Peki yaşlı, yorgun, doymuş veya kötü olarak adlandırılan Almanaya, nasıl oldu da kupayı aldı? Ya da süper yıldız çıkarma konusunda rakiplerinin bir adım gerisinde olan Almanya, nasıl oldu da Avrupa Şampiyonalarına en büyük damgayı vurmayı başardı ve turnuva tarihinin en başarılı ülkesi oldu? Alman ekolü tam olarak neyi temsil ediyordu? Bu sorulara bilimsel bir cevap bulmak mümkün gözükmüyor ama belki, sıradan ve herkes tarafından kabul edilen bir açıklama yapabiliriz: “Adamlar turnuva takımı.”

Evet, Almanya gerçekten de bir turnuva takımı. Kuruldukları tarihten bu yana katılmadıkları bir uluslararası turnuva neredeyse yok ve hepsinde de elle tutulur başarılar elde ettiler. Katıldıkları turnuvalarda -belki en büyüğü değil ama- her zaman favoriydiler. Bu, genelde ‘Almanlık’ ile açıklanıyordu; bireyselliği ikinci plana atan bir ulus olarak ‘takım oyunu’ ve ‘takım ruhu’ kavramlarına daha çok önem atfediyorlardı. Diğer yandan, futbol Almanya’da ‘volkssportart’ olarak adlandırılıyordu ki bu tam manasıyla ‘halkın sporu’ demekti. Etkilerini yavaş yavaş kaybeden din ve milliyetçilik olgularının yerlerini alıp bireyleri bir araya getiren tutkal olma görevini üstleniyordu.

Öyle ki Alman toplumunun son 70 yılının analizini yapmak için rahatça milli takımlara bakılabilir. 1950’lerin takımları tıpkı moloz yığınlarından ülkelerini yeniden inşa eden halkları gibi, mütevazı ve çalışkan ‘işçi’lerden oluşuyordu. Misal; 1954 Dünya Kupası’nı kazanan milli takımın kendine seçtiği slogan, o zamanın toplumunun neler hissettiğini tam olarak anlamamızı sağlıyor: “Wir sind wieder wer!” (“Bize yeniden saygı duyuluyor.”)

1960’ların sonu ve 1970’lerin başında, futbol da aynı toplum gibi değişim gösterdi Almanya’da. Halk, tekrardan inşa ettikleri ülkede, çalışmanın yanında artık eğlenebileceklerinin de farkına varmıştı. Milli takım da bundan nasibini aldı; Franz Beckenbauer önderliğinde, Gerd Müller ve Uwe Seeler gibi keyif veren isimler ile ‘işçi’ futbolcuları kaynaştırarak başarıya ulaştılar.

Günümüzde ise karşımızda tümüyle yepyeni bir takım var. Tıpkı toplumun karakteri gibi; etnik çeşitliliği zengin, iyi eğitimli, zeki ve hâlâ bazı o eski Prusya geleneklerine sahip futbolculardan oluşmuş bir oyuncu grubuna sahipler.

Aslında Almanlar, tüm dünyada belli klişelerle birlikte anılırlar; dakik, efektif, özenli, disiplinli, gayretli ve sadık bilinirler. Normalde bundan rahatsız oldukları söylenemez ama futbolda, 80’li yıllarla birlikte bu klişenin biraz dışına çıkmak istediler. Öncülüğünü Karl-Heinz Rummenigge’nin yaptığı yeni jenerasyon, bayrağı Lothar Matthaus ve arkadaşlarına devretti. Bu anti-klişe takım, 1990 Dünya Kupası’nda zafere ulaştı ve uluslararası turnuvaların en iyisi olduğu tespitini bir kez daha perçinledi.

Günümüz Almanda bu klişe/anti-klişe ikileminin sınırlarında gidip geliyor. Evet disiplinliler, evet çalışkanlar ama aynı zamanda yaratıcı ve rahatlar. Sadece kendilerini değil, seyircileri de eğlendirerek futbol oynamanın yolunu bulmuş gibiler ki son Dünya Kupası’nda zafere ulaşarak bu karışımın değerini gösterdiler.

Şimdi sıra, son olarak 20 yıl önce; 1996’da kazandıkları Avrupa Şampiyonası’ndaki kupa hasretlerini gidermek. Başarıp başaramayacaklarını zaman gösterecek ama en azından bir şeyi biliyoruz; ellerinden geleni yapacaklardır. Her zamanki gibi...

Socrates Dergi