Halim Selim

19 dk

1950'lerin başında Galatasaray Kulübü'ne adım attı ve 1973'te futbolu bırakana kadar başka bir forma giymedi. Brian Birch'ün tabiri ile "Türkiye'nin Bobby Charlton'ı" Uğur Köken, o günleri anlatıyor.

Heybeliada İskelesi'ne inince hemen sağ çaprazınızda bir kahvehane takılır gözünüze. Sait Faik kitaplarından fırlamış, o havayı muhafaza etmiş bir mekân… Futbol oynadığı dönemde sakinliği ve gösterişten uzak mütevazı tavırlarıyla 'her arkadaşının sevdiği' topçu olan Uğur Köken ile burada buluşacağız. Dışarıdaki masaların birinde oturmuş, bana doğru el sallıyor. Birch'ün Galatasaray'ının kaptanı, unutulmaz sol açığın yanına doğru yürümeye başlıyorum…

Ben 15 yaşına kadar inşaatlarda çalıştım, Heybeliada'da… Sonra arkadaşlarımla top oynarken bir adam geldi, "Seni Gündüz Kılıç'a götüreceğim" dedi. İstanbul'a gidecek param yoktu, her masrafımı karşılayarak beni Gündüz Kılıç'a emanet etti. Gündüz Kılıç'ın adını duymamıştım bile. Uzun süre Gündüz Kılıç'ın odasına bile girmeye çekindim. Huyumu bilirdi, kapının arkasında beni görür görmez içeri çağırırdı. Çok içine kapanık bir çocuktum.

Gündüz Abi hakiki bir Galatasaraylı, harika bir insandı. Takımın başına geçtiğinde ben daha Heybeliada'dan idmanlara gelen pısırık bir çocuktum. Koca Galatasaray'da oynuyordum ve yırtık olmam gerekiyordu biraz. Gündüz Hoca bana şunu dedi: "Her gün buraya geleceksin ve ben senin ne durumda olduğuna dair not vereceğim." Her gün diyorum bak… Neyse, başladım her gün odasına gitmeye… Öyle kafana göre de gidemezsin oraya. Tıraşlı olacaksın, üstün başın düzgün olacak. Onlara bile dikkat ederdi. Bir gün gittiğimde bana "Kapıcı 'Cin Ali'yi döveceksin" demez mi! Kulübe her sabah girerken adamı görüyorum, selamlaşıyorum, neden döveyim adamcağızı? Meğerse aklında başka bir şey varmış. Benim kabuğu kırmam, çekingenliğimi atmam için çözümler arıyormuş. Her idmanda üzerime büyükleri salmaya başladı. İdmanların her anında hırpalanmaya başladım.

Heybeliada'da oturduğum için antrenmanlara geç kaldığımda en büyük mazeretlerim lodos ya da sisti. 10.00'da idmanda bulunmam gerekiyordu, Ali Sami Yen'de… 8.35 vapurundan iner, Karaköy'e giderdim. Oradan dolmuşa binersin ancak Şişli'ye kadar gidersin. İkinci bir vasıtayla da Mecidiyeköy'e… Mecidiyeköy diye bir yer yoktu zaten o zaman. Durum böyle olunca neredeyse her antrenmana geç kalırdım. Sahaya vardığımda Gündüz Abi ve Coşkun Abi bir kenarda durmuş, oyuncular koşmaya başlamıştır… Tabii hemen sahaya girip katılmak olmaz. Gidip mazeretimi söylerdim önce: "Gündüz Abi sis vardı" ya da "Gündüz Abi lodos vardı…" Bir gün yine geç kaldım, tam Gündüz Abi'nin yanına gideceğim, beni görür görmez bağırdı: "Anlaşıldı anlaşıldı. Ya sis vardır ya da lodos!"

Hava şartları kötü olursa Ada'ya dönemezdim bazen. İstanbul'da kalacak yer bulmam gerekirdi. Bir gün Ankara dönüşünde yine lodos vardı sanırım, İsmail Kurt dedi ki "Gel bizde kal." Ya otele gideceğim ya da İsmail'e… Başka çarem yok. "İyi, gidelim" dedim. Mecidiyeköy'ün ilerisinde Subay Evleri vardı, orada oturuyorlardı. Gittik eve, bir kanepeye yattım. Hemen ötemde de İsmail'in kardeşi uyuyordu. Metin Kurt'tu o çocuk. Benden yaklaşık on yaş küçüktü. O olaydan on yıl sonra da aynı takımda oynamaya başladık. Ben sol açık oynuyordum, Metin sağ açık.

"Adalı, hadi gel!"

Lefter, benim Heybeliadalı olduğumu duymuş. Ben onu tabii ki tanıyorum. Çok gençtim daha, bana tavsiyelerde bulundu: "Dürüst ol, çalış, sakın hakemlere karşı gelme" falan… Hâlbuki kendisi hakemlerin anasını ağlatırdı. Bu olaydan bir hafta sonra Ankara'da Fenerbahçe-Galatasaray oynuyor. Suat da ceza almıştı altı ay, onun yerine sağ hafta ben oynuyorum. Maç başladı, Lefter sağ açık oynuyor, Can da santrfor. Bir süre sonra Lefter, Can'ı çağırıp "Sol açığa söyle benim buraya geçsin" dedi. Lefter sol açığa kendini atınca bizim sağ bek Candemir (Berkman) bunu gördü ve delirdi. Çünkü Lefter beklerin hayatını bitirirdi. Acayip bir şeydi. Bugün Messi izliyorsun ya, Türkiye standartlarında o ayarda bir adam var, düşün… Candemir "Sakın buraya gelme" demeye başladı Lefter'e; kavga ediyorlar sahada. Ben de bu ikisinin ortasında kaldım, daha yirmi yaşındayım. Sonra bir pozisyon oldu, Candemir ve Lefter piste savruldular… Hakem geldi, Lefter'e "Çık dışarı!" dedi. Lefter hiç itiraz etmeden soyunma odasına doğru yürümeye başladı. Sonra hakem Candemir'in yüzüne baktı, Candemir'in ağzından köpükler çıkıyor… Atma cesareti gösteremedi resmen. Ben de 20 metre ötede geziniyorum. Bir baktım, hakem bana doğru bakıyor, "Delikanlı, sen de çık dışarı!" Haydaaaa! "Yemin ederim hiçbir şey yapmadım" diyorum. Bir de Lefter gelip, "Adalı, gel hadi!" demez mi. "Ya," dedim, "geçen hafta tavsiye veriyordun, ne oldu?"

Turgay Şeren çok güçlüydü. Yüz metre koşularda herkesi geçerdi. Kaç kaleci bunu yapar ki… Metin Oktay ise çok büyük figürdü. Bir kere onunla diğer oyuncular arasında bir mesafe vardı. Kâğıt mı oynayacağız, Metin Oktay'dan kaçardık ve ona yakalanmayacağımız bir yerde oynardık. Gündüz Abi kadar çekinirdik ondan. Otoritesi vardı. Beyoğlu'na çıkarız, Taksim Meydan'dan dolmuşlara bineceğiz misal… Mağaza çalışanları tek tek çıkar ve Metin'in peşine düşerdi. Takım bir yanda, Metin bir yanda yürüyor gibi olurdu böyle olunca. Tüm takım oradaydı ama herkesin gözü Metin'in üzerindeydi. Bir odada basın toplantısı olur, bütün gazeteciler Metin'e yoğunlaşır. E diğer futbolcularda da "Biz de Milli Takım oyuncusuyuz, biz de Galatasaray oyuncusuyuz" demeye başlamıştı. İsmail Kurt bu yüzden ayrıldı Galatasaray'dan, Suat Mamat da… Suat Mamat, ülkenin en büyük oyuncularından biriydi üstelik.

Metin Oktay, Turgay Şeren ve Gündüz Kılıç'ın kavga ettiğini görmedim, duymadım. Ama birbirlerine cephe alırlardı zaman zaman. Takımda 'Metinciler' ve 'Gündüzcüler' vardı. Aramızda konuştuğumuz ve yalnızca futbolcular arasında kalması gereken şeyleri Gündüz Kılıç'a yetiştiren insanlar türemeye başlamıştı. Hatta Ergün'ün (Acuner) mahkemesi yapıldı bir kere… Gündüz Kılıç'a laf taşınıyor ama orada da Metin ve Turgay'ın adamı var… Ergün'ün Gündüz Abi'ye laf taşıdığı haberi geliyor Metin'in kulağına. Metin çok sakin bir adamdı ama haksızlığa karşı tepki gösterirdi. Ergün'ün yaptıklarını öğrenince bir yumruk atmıştı.

Bobby Charlton

1963'te Avrupa'da Milan'la eşleştik. Altafini, Rivera falan vardı Milan'da. Rivera'yı 1960 Olimpiyat Oyunları'nda izlemiştim. Zaten bizim dönemimizin en büyük beş oyuncusundan biriydi. Ama o adamları ayrı yapan başka bir şey daha vardı. Maça çıktık İstanbul'da… Hava, sıfırın altında on derece. Biz de bir maç önceden iyi netice aldıysak aynı formaları giyerdik. Kısa kollu, konçlar ve şortlar zaten kısacık… Uğurlu geldi diye onları giyiyoruz. Milan bir çıktı… Formalar soğuk hava için ayrı forma, konçlar öyle, çoraplar da… Maçın sonunda da odalarında kanyak içiyorlardı. Düşünsene bizim odada kanyak şişesi bulunsa… Kadro dışısın… Çok amatördük o adamların yanında. Yenmeyi geçtim, gol atmamız bile tesadüftü.

Kaloperovic dönemi… Kızım bir gün bir kutu antibiyotiği yutmuş, daha küçük… Biz de Çınar Oteli'nde kamptayız, Beşiktaş maçı var. Bir haber geldi, "Kızını hastaneye kaldırdılar" diye. Apar topar hastaneye gittim ve iki gün Numune Hastanesi'nde sabahladım. Neyse kendine geldi, Kadıköy'de annesiyle ikisini bindirdim vapura, yolcu ettim. Ben de Üsküdar'a doğru yola koyuldum, maç başlayacak bir saat sonra. İnönü'ye gittim, doğru soyunma odasına indim… Kaloperovic bana "Oynamak ister misin?" diye sordu. Kimse "İstemem" demez ama yürüyecek hâlim yok. Neyse çıktım sahaya… Oyun bitmek üzere, sağ tarafa deplase oldum… Havadan bir top geldi, kontrol etmek istedim ama önümde sekti… Öyle bir sekti ki Beşiktaş'ta sağ bek oynayan Erkan ekarte oldu bir anda. Tam 18'in köşesinde… Topa bir çaktım, doksana takıldı… Herkes tepeme çıktı tabii.

Metin futbolu bıraktıktan sonra bana takım kaptanlığı teklif edildiğinde yönetim toplantısına girdim ve "Bunlar benim yakın arkadaşlarım, onlara kaptanlık yapamam" dedim. Söz geçiremem, kaptanlık -hele de o zaman- büyük sorumluluktu. "Sana bir gün mühlet veriyoruz" dediler. Metin de oradaydı. Yönetim bana o sözü söyledikten sonra "Gel, seninle Boğaz'a gidip bir yemek yiyelim" dedi. Gittik ve o yemekte beni ikna etti. Takımdaki oyuncuların beni ne kadar sevdiğinden bahsetti. Haklıydı da; beni çok severdi arkadaşlarım, ben de onları çok severdim. Böylece de kaptan olmuş oldum işte…

Kaptanlığımın ilk yılında Spartak Trnava ile Avrupa Kupası'nda eşleştik… Penaltılara gitme yoktu o zaman. Eşitlik bozulmadı ve para atışıyla turu geçen takım belli olacak. Oraya, takım kaptanları gider. Hakemler, ben ve Trnava'nın takım kaptanı… Gayet normal bir görüntü ama ilginç olan en az yüz kişilik bir grup da bizim etrafımızda… Hakemin elinde bir bozukluk, İtalyan liretiyidi sanırım. Bir yanında at, diğer yanında da üzüm vardı. Ben atı seçtim. Para, öyle bir duruma geldi ki hafif yan yattı… Bu esnada atın başının bir tarafını gördüm ve havaya zıpladım. O yüz kişi paranın durumuna bakmak için birbirini yerken ben havada kutlamaya başlamıştım. Çeyrek finale çıkmıştık…

"Can, nasılsın?"

Can Bartu çok çok iyi futbolcuydu ama kariyeri o kadar istikrarlı değildi bana göre. Ben, Can'ı bambaşka bir sebepten dolayı çok takdir ederim. Futbolu bıraktıktan sonra köşesine çekildi; ne antrenörlük yaptı ne de yöneticilik. Aynı ilgiyi ölene kadar gördü insanlardan. Oturduğu yerde, futbolu bıraktıktan 40 yıl sonra bile baş tacı edildi… Souness'ın bayrak diktiği maçta Can Bartu'yla beraberdik. Gazeteciler var, öbür yanda da şeref tribünü; orada da bir milletvekili… Can'ı görünce bağırdı: "Can, nasılsın?" Şimdi herhangi bir insana milletvekili öyle seslense kimisi yanına gider koşa koşa, kimisi ayağa kalkar, en azından cevap verir. Can adamı hiç tınmadı bile; döndü, elini hafiften bir kaldırıp selam verdi… O kadar! Herkes şaşırdı. O 'Sinyor' sıfatını biraz da böyle kazandı bence. Kendini çok iyi muhafaza etti. Metin bunu yapmadı. Biraz dağıttı futbolu bıraktıktan sonra. Yoksa dünyanın en mükemmel insanıydı Metin. Biz transfer parası alalım diye adam Palermo'ya gitti ya!

Kaloperovic'ten sonra Brian Birch geldi. Bana "Bobby Charlton" derdi, severdi beni. Üç sene art arda şampiyon olduk Birch'le. Ama bıkkınlık gelmişti, doyuma ulaşmıştık. Sonraki sene takımda sanki "Şampiyon olsak ne olacak" gibi bir hava vardı. Yönetim de bunun önüne geçemedi. Yalnız Birch geliyor kampa, Çınar Oteli'ne… Onun dışında bütün sorumlu benim. O zamanın çocuklarını, 'Büyük' Mehmet'i, Metin Kurt'u, Tuncay'ı, Gökmen'i, Yasin'i Çınar Oteli'nin etrafında kontrol altına almak o kadar zordu ki… Havuzda hatunlar dolu. Ben artık çileden çıkıyorum; onu çağır, bunu uyar… Ortada yönetici falan yok. Eğer yöneticiler takımı iyi takip etseydi, birkaç yıl daha şampiyonluğu vermezdik bence zaten.

Birch'ün yaptırdığı idmanlar, bugün yapılan idmanlardı. Çok ağırdı o döneme göre. Dolayısıyla maçlarda gücümüz çok belli olurdu. Ben 30 yaşına gelmiştim ve o dönemin şartlarına göre 30 yaşına gelmiş bir futbolcunun o idmanları kaldırması zordu. İlk zamanlar Birch'ü kollardım, sağa sola bakındığı anda merdivenlerin oradan kaçardım. Çok zorlanıyordum. Ama o da sonra uyandı, dikilmeye başladı merdivenlerin başında.

Bir gün Birch'ün oğlu taksi tutmuş, idmana gelmiş ama taksiciyle tartışmışlar. Şoför, Birch'ün çocuğuna bir tokat atmış. Çocuk geldi bizim yanımıza, durumu anlattı. Tabii biz Türk milleti olarak bu olaylara topyekûn gideriz sanki adamı öldürecek gibi… Koştuk, çıktık dışarı. Taksici de bizim sokağın şoförü, tanıyoruz. Biz "Ne oldu" falan durumu anlamaya çalışırken Birch oğluna devamlı "Hücum et" diye söyleniyor… Çocuk bir çabaladı, bir debelendi, adama saldırdı, iki tane patlattı, araya girdik derken Birch'ün sesi geldi: "Bırakın tamam, hırsını aldı. Yeter artık!"

Mehmet'e (Oğuz) çok kızarım, inatçı herifin teki. Sırf inat uğruna Fenerbahçe'ye gitti. Yoksa kulübün en büyük simgelerinden. Ama orada bitti olay, bileti kesildi. İnatçı diyorum ya… Mehmet'i Kadırga'dan almak istiyordu bizim yöneticiler, daha 18 yaşında bile değildi. Transfer zamanında ona Bakırköy Yenimahalle'de bir daire aldılar. Turgan Ece, ben, Mehmet ve ablası ile gittik hatta daireyi görmeye. Ama adam Kadırga'dan vazgeçemez. Bir iki ay sonra sattı orayı, Kadırga'ya döndü. Ben nasıl Heybeliada'yı bırakamıyorsam o da semtini bırakmaz asla. Şimdi bakıyorsun kimlerle çalışmış diye; Fethi Demircan falan nasıl kontrol edecek Mehmet'i. Ben o zaman ziyaretlerine gitmiştim, bir baktım Mehmet'in arkasında viski şişesi. Birch bile o zaman daha genç olmasına rağmen Mehmet'e bir şey söyleyemezdi ki. Gelirdi yanıma, "Uğur, şu Mehmet'e söyle iyi oynasın, şampiyon olacağız" derdi. Giderdim Mehmet'e "Bu maçı almamız lazım" derdim. Sonra fırtına, fırtına! Kendine kıymet verse çok çok büyük bir yetenekti…

"Sonrasını düşünmedik"

Ben, oynayabileceğim futbolun yüzde yirmisini oynadığımı düşünüyorum. Neden? Bir kere topu aldığımda bir an önce Metin'e atma mecburiyetinde hissediyordum kendimi. Kaldı ki bugün sağ bekin, sol bekin bile gol şansı var. Bizde "Kaldır kafanı, Metin'e at" mantığı vardı. Bugün ters ayaklı kanat oyuncuları var, bunun nedeni ne sence? Tabii ki o adamların kaleyi karşısına alma çabası ve onları gole yaklaştırmak. Ben sağ açığa deplase olduğumda gazete yazardı: "Uğur, bölgesini bıraktı ve sağ açığa gitti" diye. Bunları nereden öğreneceksin? Bizi altyapıda çalıştıran adam Galatasaray Lisesi'nin jimnastik hocasıydı. Gerçi hâlâ iyi genç takım antrenörümüz yok. Sen kalkıp da adama aylık iki bin lira verir ve verim beklersen olmaz da zaten…

Futbolu bırakınca ya içinde kalırsınız ya da ben veya Mehmet gibi çekilirsiniz. Ama benim ondan farkım, kulüpten kopmamam. Hâlâ kurullara giderim, röportaj veririm. Ha antrenörlük dersen, onu yapamam. Herkesin bir mizacı, kişisel özellikleri var. Ben antrenörlüğe uygun biri olarak görmüyorum kendimi. Bir gün antrenörler kampına katıldım. Benim jenerasyonum oradaydı ve beni de davet ettiler. 60-70 tane A Sınıf diploması olan antrenör vardı ama bir tanesi bile o dönem görevde değildi. O anda kendi kendime "Sen antrenör olsan ne olur, olmasan ne olur. Nasıl olsa yapamayacaksın" dedim.

Şimdiki futbolcuların bir avantajı var aslında. Dünyanın her köşesinden örnekler var karşılarında. Bir futbolcunun saha içinde, dışında neler yaptığını görebiliyorlar, ulaşabiliyorlar. Bizim dönemimizde şunu düşündük birçoğumuz: Sahadaki günlerimiz ilelebet devam edecek. Sanki bu futbolculuk dönemi hiç bitmeyecek gibiydi bizim için. Futbol hayatı bitince, boşlukta kalıyorsunuz. Misal bizimle deplasmana gelen, Beyoğlu'nda iki tane üç tane mağazası, dükkânı olan adamlar vardı… Biz onlarla alay ederdik, cebimizde onlardan fazla para var ya, ünlüyüz ya…

— Ne iş yapıyorsun?

— Beyoğlu'nda ayakkabı mağazalarım var.

— Gel o ayakkabıların parasını vereyim yanımda dolaş, boş ver o işi…

Böyle espriler yapılırdı, tanık oldum. Ama şimdi tamamen terse döndü. Çocuklar faal futbol oynarken yatırımlar yapıyorlar, paralarını mantıklı harcıyorlar. Bizim dönemimizde "Ben koca Galatasaray topçusuyum, ayakkabıyla mı uğraşacağım" derdik. Ama 30 yaşında futbolu bırakınca, boşlukta kalıyorsun… Sağa git, sola git, bir şey yapmaya çalışıyorsun ama nafile. Enflasyon ne demek, paranın değerinin düşmesi ne demek, öğrenmeye başlıyorsun…

Bizim jenerasyonun yüzde 95'i bu hayatı yaşadı. Bir idarecimiz vardı, emlak işiyle uğraşırdı, Mecidiyeköy'de de bir yazıhanesi vardı… Bize transfer parası verecek, 35 bin lira. "Size bunun yerine buradan bir arsa vereyim" diye bir teklifte bulundu. Rahmetli Ergün "Ya baba, bırak ya, ver parayı sen" dedi. O zaman dut ağaçları vardı sadece orada ama şimdi o arsa kim bilir kaç 35 bin eder… Ama düşünemiyorduk ki işte. Eğitim yoktu. Bizim kuşakta on belki de yirmi futbolcudan biri parasını harcamasını bilirdi.

'Büyük' Ahmet misal… 'Kambur' Ahmet de denirdi. Bence ülkenin en büyük futbolcusu oydu. Her bölgede oynardı, bir de o yaşantıya rağmen o futbolu oynaması çok büyük olaydı bana göre. 60 bin liraya transfer olan adam, iki ay sonra cebinde parası yoktu… Bir gün Ahmet Berman'a dedik ki, "Abi hep geziyorsun, bir gün bizi de götür." Ben, Mustafa, Talat… Üçümüzü aldı ve Tepebaşı Gazinosu'na gittik. Ama biz hâlâ korkuyoruz, "Aman Ahmet Abi, arkalarda bir yerde oturalım da Gündüz Abi'nin kulağına gitmesin" diyoruz. Ama adam gitmiş en önden ayarlamış masayı. Afişe olduk tabii. Ertesi gün Gündüz Abi'nin karşısına çıktık, "Ayak uydurmayın onlara" diye bir fırça kaydı bize. Ama Ahmet Abi'ye kızmadı. Onlar her şeyi yapar ama bizimkiler göze batar işte.

Tabii istisnalar da vardı. Muzaffer Sipahi bunlardan biridir. Galatasaray'a gelmesinde payım olan bir arkadaşımdır. Çok kişilikli bir insandı. Çok iyi futbolcuydu, çok da mükemmel, akıllı bir insandı. Metin Kurt da öyleydi. Bize geldi, genel futbolcu âleminin yaptıklarının hiçbirini yapmazdı. Başına buyruk bir insandı. Üniversite talebesiydi zaten. Biz her türlü şeyi yaparken, o bizim yanımıza gelmez, kendine göre doğruları yaşardı. Onun dezavantajı, sağ-sol mevzularının yükseldiği dönemde 'solcu' damgası yemesiydi. İnsanlar ona paye verdi, kampa gelip Metin'le konuşan insanlar olurdu. Bunlar, politik hareketler içerisindeki insanlardı. Sonra da zıvanadan çıktı. O akıllı çocuk gitti, bambaşka bir çocuk geldi. Yoksa tüm futbolcuların hakkını savunan tek isimdi o dönemde. Avrupa kupaları oynadığımızda elde edilen gelirden futbolcuların pay alması gerektiğini savundu. Fakat ona destek olan kimse çıkmadı, hâlâ da yok… Metin Kurt da bütün bunlar sonunda kendi kendini yedi ve kaybolup gitti.

Bugün bakınca kendimi eleştiriyorum ama değişmem çok zor. Her zaman içime kapanıktım. Galatasaray'da oynadım, takım kaptanlığı yaptım, 80 yaşıma geldim ama hâlâ öyleyim. Bankaya girdiğimde, alışveriş yaparken hep tedirginimdir. Para sayarken bile "Uğur, çok dikkatli olman lazım" derim kendi kendime ama bir bakmışım ki banka cüzdanını unutmuşum… Bu huylarım hiç değişmedi maalesef. Değişemedim. Eğitim olmadıktan sonra değişmen de imkânsız zaten.

Socrates Dergi