
Hanedan Yıkan Kavga
7 dk
NBA’e damga vurmaları bekleniyordu ama bir gecede dağıldılar. Indiana Pacers ve o kavga tarihi nasıl değiştirdi?
Larry Bird bu takımı uzun vadeli bir plan çerçevesinde büyük bir dikkatle, özene bezene kurmuştu aslında. 2000'de kendisi koçluk yaparken finale çıkan Indiana Pacers takımının artık miadını doldurduğunu zamanında teşhis ederek yeni rolü genel menajerlikte doğru hamlelerle yepyeni bir çekirdek yapı oluşturmuştu. Şimdi o çekirdeğin büyüyüp meyve vermesini izlemeye kalmıştı işi. Öyle ya; 2000'lerin ortasından bahsediyoruz. Üç sayının bu denli oyunu domine etmediği, fizik kuvvet, oyun sertliği ve savunmanın egemen olduğu dönem. Jamaal Tinsley, Stephen Jackson, Ron Artest, Jermaine O'Neal merkezindeki takımda Fred Jones, Anthony Johnson, James Jones, Jonathan Bender, Reggie Miller, Austion Croshere, Jeff Foster vardı. Say say bitmeyen geniş bir kadro. Sakatlıklar olmasa NBA'in en büyük yıldızları arasına girebilecek özel yetenek Bender hariç hepsi de ‘bitirim çocuklar’. Takımın kadro genişliği, yetenek tavanı gibi konular bir yana, Pacers’ta her şey bu genele yayılan karakter üzerine kurulmuştu. NBA'in en bitirim, en kabadayı, en bıçkın kadrosuna sahiplerdi. Hani hava karardıktan sonra sokakta denk gelseniz gayriihtiyari karşı kaldırıma geçme içgüdüsü uyandıran tipler. Basketbol sahasında da karşılarına gelen oyuncular genelde sahanın uzak kıyılarına doğru seyirtiyorlardı. Pacers'la oynamak hem fiziksel, hem zihinsel bir eziyetti. Sahada rakiplerini boğan, pestillerini çıkaran, oynamaktan hatta hayattan bezdiren fiziksel bir savunma. O takımdan Ron Artest bir dış oyuncu için inanılmaz nadir görülen bir başarı kazanmış, 2004'te 'Yılın Savunmacısı' ödülünü almıştı. Onun korkunç acı kuvveti ve inatçılığı tüm takımın kimliğiydi aslında.
Larry Bird takımın başına da eski takım arkadaşı olan, koçluk kariyerine Detroit'te başlayıp özellikle yarattığı savunma kimliği ile övgü alsa da henüz daha tam kendi kariyeri olgunlaşmadığı için kovulan Rick Carlisle'ı getirdi. O bitirimliklerinin beraberinde getirdiği öfke kontrolü sorunlu kadroyu en iyi Carlisle'ın yönetebileceğini düşünüyordu. Aklındaki şey gerçeğe dönüştü. O Pacers çekirdeği 2003-04 sezonunu NBA birincisi olarak tamamladı. Doğu Finali’ne kadar çıktılar ama orada Carlisle'ın temelini kurduğu Detroit'e 4-2 yenilerek elendiler. Serinin ikinci maçında Tayshaun Prince, Reggie Miller'a playoff tarihinin en görkemli bloklarından birini yapmasa sonuç farklı olur muydu bilemeyiz ama sonuçta Pistons finale yükselen taraf oldu. Sonra o Detroit, Los Angeles Lakers'ı da 4-1 ile devirerek şampiyon oldu zaten.
2004-05 sezonu başlarken başarı için her şey hazırdı. Kurulan temel oturmuş, takım bir yıl daha tecrübelenmiş, 1-2 kritik ekleme yapılmış, bir önceki sezonun da etkisiyle aç ve istekli olarak start vermişti. Sadece o sezon için değil, gelecek 4-5 yıl için en iddialı takımlardan biriydi Indiana. Sezona 6-2 ile başladılar. Her şey toz pembe (ya da kan kırmızısı belki daha uygun olur) gidiyordu Pacers için. Ta ki 19 Kasım akşamındaki o maça kadar.
NBA ortamında kusursuz bir fırtına için gereken koşulların hepsi vardı maç öncesinde. Ligin en sert iki takımından bahsediyoruz. İki ağır abiler grubu karşı karşıya gelecekti. Indiana zaten malumunuz. Ama karşılarında da Rasheed ve Ben Wallace, Chauncey Billups gibi isimlerin başını çektiği, asla geri adım atmayan, başka bir bitirim ekip vardı. Detroit Pistons da savunma sertliği ve boğuculuk üzerine bir oyun kurmuş, sahadaki oyunun dinamiğini sık sık fizik mücadele ağırlıklı bir stile evirmeye çalışıyordu. Atletizm yerine güreş seven iki anormal kuvvetten bahsediyoruz. Buna bir de fiziksel baskınlığı, zihinsel baskıyla harmanlayan ve rakibe diklenmeyi seven yapıyı ekleyin. Tehlikeli bir kombinasyon potansiyeli zaten ortadaydı.
Üzerine bir önceki sezon Doğu Finali’nin anılarını eklerseniz; öfke, gıpta, kıskançlık, intikamla semirmiş rekabetin hayli patlayıcı bir duruma geldiğini anlarsınız. Sezona Pacers kadar iyi giremeyen Pistons bu devlerin kapışmasında son şampiyon olarak daha yüksek bir mesaj verme ihtiyacıyla sahaya çıktı. Indiana büyük bölümünde üstün olduğu maçı rahat şekilde kazanmaya gidiyordu. Son dakikaya 97-82 önde girdiklerinde maçın “Bitse de gitsek” bölümüne çoktan gelinmişti. O ana kadar da iki sert takımın standart itiş-kakışları dışında pek gerilim olmamıştı karşılaşmada. Bu tehlikeli karışımın sıcaklığını arttıracak, alev alma eşiğine yaklaştıracak bir ortam pek oluşmamıştı. Ama daha sonra olanlar zincirleme bir reaksiyonla NBA tarihinin gördüğü en büyük patlamaya dönüştü.
Aslında herkes olan biteni biliyor. 45 saniye kala Ron Artest, Ben Wallace’a sert bir faul yaptı. NBA’in aslında biraz sessiz ama en sert adamlarından olan Wallace’ın bir anda sigortaları atıverdi. Belki yenilgiden belki de aylardır beyin kanseri ile yaptığı mücadeleyi birkaç gün önce kaybeden ve hayata gözlerini yuman ağabeyinin acısı ile üzerine yürüyerek Artest'i iki eliyle sert bir şekilde itti. Buraya kadar aslında fazla anormal bir durum yok. Sonrası ise hâyli karışık. Artest karşılık vermek yerine hakem masasına gidip uzandı ve kulaklıklardan birini alarak röportaj yapıyormuş gibi davrandı. İçindeki pek mücadele etmeyi bilmediği öfkeyle boğuşuyordu. Ve o büyük patlamayı yaratan tetikleyici, işte tam bu anda geldi. John Green adında bir taraftar elindeki dolu kola bardağını Artest’e fırlattı. Zaten çıldırmanın eşiğindeki Artest tribüne fırladı, Green yerine yanlışlıkla bardağı attığını sandığı Michael Ryan isimli bir taraftarı yakaladı. Bu arada oyunculara yabancı madde yağmaya, iyice gerilen ortamda küfürler, tacizler artmaya başladı. Stephen Jackson da tribüne dalıp William Paulson isimli bir taraftara yumruk attı. Sonrası tam bir kaos. Sahaya koltuk dahil her şey yağdı. Her yerde irili ufaklı kavgalar çıktı, kıyamet koptu.
Bir Avrupalı için olan bitenlerin ne anlama geldiğini idrak etmek biraz zor aslında. Misal, o zamanlar Seattle forması giyen Vladimir Radmanoviç’e bu olay sorulduğunda verdiği yanıt “Amma büyüttünüz, ben bunlardan fazlasını her hafta Belgrad’daki lise maçlarında görüyordum” olmuştu. Haklı da aslında. Bu okyanusun iki tarafındaki spor kültürü ile alakalı bir durum. Birleşik Devletler’de spor belki bu yakadakinden de daha büyük bir ilgiyle izleniyor. Ancak bunu bir eğlenceden öte götürmüyorlar. İşin içine tutkuyu belli oranda koysalar da hayat-memat meselesi gibi bakmıyorlar. Onur-gurur değil eğlence-keyif ekseninden yaklaşıyorlar spora.
Nitekim kavganın ardından Indiana Pacers’a en büyük tepki ve ceza nereden geldi biliyor musunuz? Kendi taraftarından. Evet, NBA yönetimi çok ağır cezalar verdi. Artest sezon boyunca ligden uzaklaştırıldı. Jackson 30, O’Neal 25 maç ceza aldı. Toplam para cezası 10 milyon doları aştı. (NBA’de kontratlar maç başına bölünerek hesaplandığı için maç cezası otomatik olarak o sezonki kontratın 1/90’ı kadar para cezası oluyor) Yine gerek oyuncular gerek olaya karışan taraftarlar için geniş kapsamlı kriminal soruşturma ve davalar açıldı. Hemen herkes mahkemelerden değişik para ve gözaltı cezaları aldı. Olayların merkezindeki seyirci Green 30 gün hapis cezasına bile çarptırıldı. NBA bir daha tekrarlanmasın diye tüm güvenlik yönetmeliklerini yeniledi. Dördüncü çeyreklerde alkol satışını yasaklamaktan, gerekli güvenlik görevlisi sayısına kadar pek çok değişikliğe gidildi.
Ama Pacers taraftarının yaptırımı en ağırı oldu. Takıma sırtlarını döndüler. “Saldırgan ve hazımsız pis Detroit seyircisi şehrimizin evlatlarını taciz etti” diye bakmadılar olaylara. Taraftarlar ‘tamamen keyif için yapılan bir oyunu şiddete dönüştürdüğü için’ takımına sırt çevirdi. Rakip taraftara değil, kendilerine ve oyuna atılmış olarak gördüler o yumrukları. Sürekli kapalı gişe oynayan takım o günden sonra yıllarca ligin en az doluluk oranına sahip ekibi oldu. Yaklaşık 10 yıl sürdü bu hasarı tamir etmek. Daha geçen sene seyirciyle barışabildiler. Baştan aşağı örnek karakterlerle dolu, inatçı, savaşçı ve başarılı bir takım yaratmaları gerekti. ABD’de profesyonel spor bir eğlence ve seyirci için yapılıyor. Seyirci yoksa takım da yok. Zaten takımların her biri kâr amaçlı birer şirket. Rekabet izlence üzerine kurulduğu için, takım var olma nedenini kaybediyor.
10 yıl boyunca kaybeden bir takımda bireysel tahribat olmaması da düşünülemez elbette. Kadronun öne çıkan isimleri; Tinsley, Jackson, Artest ve O’Neal kariyerlerine devam ettiler ama bir daha aynı seviyede olamadılar. Asla tam olarak o lekeyi üstlerinden atamadılar. Her maçta, her yerde, her röportajda, aldıkları her nefeste bu kavga gündeme geldi.
2004-05 sezonu başlarken takip eden 4-5 sezona damga vurması beklenen Indiana Pacers takımı, bir kavga sonucu belki de sadece sezonu değil koskoca bir hanedanı kaybetti.