
Hasret
15 dk
Denver, Oklahoma, Chicago ve San Antonio... Joffrey Lauvergne'in uzun süredir 'evim' diyebildiği bir yer olmadı. Yaz döneminde Spurs'le olan kontratından vazgeçip Fenerbahçe'yi tercih eden Fransız pivotla buluştuk...
Lille'de bir otel lobisinde Dejan Bodiroga'yla buluşmayı bekliyorum, 2015 sonbaharı... Bir gün önceden, "Ne konuşacağız?" sorusuna, "Panathinaikos, Barcelona; ve tabii, eğer mümkünse, az biraz NBA de olabilir..." cevabını verip "Olur olur ya, rahat ol" onayını aldığımdan beri rahatım. Baba tüm karizmasıyla gelip, "CV'ye yazılsın diye NBA'e gidilmez. Bugünkü gençleri hiç anlamıyorum. Kardeşim, tamam gidiyorsun da, kendi şartlarını kabul ettiremiyorsun ki?" dediğinde yelkenleri suya indirmiştim bile...
Joffrey Lauvergne'in kariyer gelişimini takip ederken hep bu sözleri düşündüm. Partizan sonrası Khimki ve hemen akabinde apar topar gidilen NBA... Arada Khimki yerine bir Panathinaikos, Real Madrid ya da Fenerbahçe yapmış olsa, hikâyenin sonu nasıl biterdi acaba? Ataşehir'in yeni sakiniyle zor geçen son yıllarını, basketbol oynamaya duyduğu özlemi ve geleceği konuştuk.
Profesyonel sporcu adaylarına iyi şartlarda eğitim veremeyen pek çok ülke için INSEP hâlâ bir mit. Tony Parker, Boris Diaw ve Nando De Colo gibi mezunların yanında ismi yazılı biri olarak, oradaki işleyişi nasıl anlatırsınız? Enstitü sana neler kattı?
Ben 2009 mezunuyum. 1991-92 jenerasyonundan Leo Westermann ve Evan Fournier'yle birlikteydim. INSEP, profesyonelliğe geçiş yapmadan önce her atlet için ideal durak; çünkü bir yandan okula devam edip, eşzamanlı olarak da yarı-profesyonel sporcularla rekabet edebiliyorsunuz. Eskrim, kano, judo gibi sporlardaki işleyişe tabii ki çok hâkim değilim ama basketbolda, Fransa Basketbol Federasyonu'yla 'küme düşmeme/yükselmeme anlaşması' yaptıkları bir takımları var. Üçüncü ligde oynuyor bu takım.
2007'den itibaren, akademiden çıkana kadar üçüncü ligde forma giydim. Kampüste her gün idmanımı yaptım, liseye devam ettim... Fransız basketbolunda bunlar ihtilaflı konular değil zaten. Bizim sorunlarımız, profesyonelliğe geçtikten sonra başlıyor.
Nasıl yani?
Şöyle ki; kulüpler berbat yönetiliyor. 18-19 yaşındaki Fransız bir basketbolcunun kendi ülkesinde gelişimini sürdürebilmesi mucize. Evet, her biri NBA'e gitmek istiyor ama bu durum biraz da başka alternatiflerin yaratılmamış oluşundan kaynaklı. Mesela düşünelim, Fransa Basketbol Ligi denildiğinde aklımıza ne geliyor? İkinci sınıf ABD'lilerin cirit attığı, Euroleague'e 80 yıldır rekabetçi takım yollayamayan, saçma sapan bir lig değil miyiz? Bak işte ben 2009'da Gregor Beugnot'nun çalıştırdığı Chalon'la kontrat yapıp profesyonel oldum. Birinci sezonda, takımda altı ABD'li vardı. Küme düşme hattından birkaç basamak üstte, play-off'tan birkaç basamak altta bitirdik ligi.
İkinci sezon geldi, kadrodaki ABD'lilerin beşi takımdan ayrıldı. Sadece Blake Schilb ki onun da çok büyük bir istisna olduğunu söylemeliyim, çünkü perspektif olarak diğer ABD'lilerle alakası yoktu, takımda kaldı. Yine düşük kontratlara üç-dört ABD'li aldık, yola devam ettik. Sezon bitti, takım tekrar değişti... Bu kez Malcolm Delaney kadroya katıldı. Blake Schilb, Alade Aminu ve Malcolm Delaney üçlüsüyle 2011-12'de Fransa'da bütün kupaları kazandık. Lig şampiyonluğu elbette Euroleague'e katılım bileti anlamına geliyordu ve bu durum kulübün daha stabil bir yapı kurmasını sağlayabilirdi.

Ama takım yine dağıldı...
Evet. Malcolm Delaney, Ukrayna'ya gitti. Kadrodaki yabancılar sil baştan yenilendi. Euroleague'de ben yaklaşık 13-14 dakika süre alıyordum, takımın üçüncü pivotu Clint Capela'ydı ve o da yedi dakika oynuyordu. INSEP'ten çıktığımda, 18 yaşındayken Chalon'un parçası olmak güzeldi ama üç yılda sorumluluğum hiç artmamıştı.Yerimde sayıyor, her ay başında maaşın yatıp yatmadığını kontrol etmekten başka hiçbir şeye önem vermeyen yabancıların rotasyonda önüme geçişini izliyordum. Takımda daha iyi bir yer için mücadele ettiğimde de koç Greg Beugnot, benim için daha erken olduğunu, sabretmem gerektiğini söylüyordu. Bunlar fazla geldi. Chalon'un Euroleague macerası kısa sürünce de ayrılmayı kafama koydum.
Baban Stephane'ın eski bir basketbolcu oluşu bu süreçte nasıl bir rol oynadı? Geçmişine baktığımda, onun ülke dışında hiç oynamadığını gördüm. Belki biraz da pişmanlık duygusuyla, seni Fransa'dan başka bir yerde oynaman için teşvik eder miydi?
Bir açıdan öyle. Tam olarak pişmanlık diyemem ama örneğin ben televizyonda NBA maçlarını izlemek için çok hevesliyken Euroleague seyredeyim diye uğraşırdı. Doksanlardaki basketbolu; damga vuranları, Bologna'yı, Panathinaikos'u, Partizan'ı anlatırdı. "Oğlum, kendi kıtanın kültürünü öğrenmelisin" derdi ve açıkçası tüm bunlar Avrupa basketboluna dair algımın daha erken açılmasını sağladı, "NBA dışında başka yerlerde de gelişim kaydedebilirim" düşüncesini tetikledi.
Babam 1968 doğumlu, o yüzden kariyerinin ancak son yıllarına yetişebildim. Benim doğduğum sene Kobe Bryant'ın babası Joe'yla takım arkadaşıymış. 1999-2000'de çeyrek finalde Efes'e kaybeden ASVEL takımında olduğunu biliyorum, o sezondan sonra da bıraktı zaten. Benim kariyerim başladığında, karar anlarında hep yanımda oldu.
Chalon-Valencia-Belgrad geçişini iki aydan daha kısa sürede yapmak zorunda kaldığında, bilhassa Valencia'da Velimir Perasovic seni takımda tutmayı hiç düşünmedi mi?
Aslında istedi ama Sergiy Lishchuk ve Vitor Faverani'nin sakatlandığı dönemde takıma dâhil olduğum için, kontratı olan oyuncuların geri dönüşüyle birlikte garanti kontratlı yeni bir oyuncuya yer açamıyordu. Bana karşı o kadar iyiydi ki kulüpten kontratı alamayacağını anladığında, Partizan koçu Dusko Vujosevic'le telefonda konuşup, "Jo'yu kaçırma" demişti.
Aralık sonu Valencia'yla bir aylık sözleşmem sona erince ayrıldım, menajerim Misko Raznatovic beni Partizan'a götürdü ve hayatım sonsuza kadar değişti...
Paris'teki 2010 Euroleague Final Four'u Leo Westermann'la birlikte Bercy tribünlerinde izleyip, "Leo, bir gün Partizan forması giymeliyiz" demen Partizan taraftar grubu Grobari'nin tüm zamanlardaki favori hikâyelerinden biri. Partizan sempatin ne zaman başladı?
INSEP'e ilk girdiğim yıllarda diyebilirim. 15-16 yaşlarında, işte Leo'yla da o dönemden beri çok yakın arkadaşız. Final Four'u da birlikte izlemek üzere sözleşmiştik. Grobari'yi ağzımız açık izledik maç boyunca. Tribün videoları izlediğimiz dönemlerdi. Çıldırıyorduk, canlı görünce de tüylerimiz diken diken olmuştu. Tabii ki biraz şakayla karışık, "Fransa'da çürüyeceğimize gidelim de Partizan'da oynayalım" dedim Leo'ya.
Aradan iki yıl geçti, 2012 yazında Partizan'a imza atan o oldu. Çok kıskanmıştım. Ben Chalon'da şut idmanı yaparken ribaundumu biri alsın diye cepten para veriyordum, Leo ise hayalimi yaşayacaktı. "Joffrey, burası şöyle güzel. Bak bugün şunu çalıştık" diye anlatıyordu bir de... Yıl sonunda ben imzaladım; bir yaz sonra da üçüncü Fransız, Boris Dallo katıldı Partizan kadrosuna.

"Tribün videoları izlediğimiz dönemlerdi. Canlı görünce tüylerimiz diken diken olmuştu. Tabii ki biraz şakayla karışık, 'Fransa'da çürüyeceğimize gidelim de Partizan'da oynayalım' dedim Leo'ya."
Partizan'a imza atışının üzerinden altı ay geçmeden draft edildiğini ve Fransa Milli Takımı'na çağrıldığını hesaba katacak olursak; bu dramatik değişimi neye bağlıyorsun?
Dule... Dule'ye borçluyum. Kendime güvenim hep vardı ama dürüst olalım, Partizan ve koç Vujosevic bana inanmasaydı kariyerim muhtemelen Fransa 2. Ligi'nde devam ederdi. Her konuya dair asgari bilgisi olan, olağanüstü bir adamla birlikte çalışma şansı yakaladım. Hayat derslerini, özlü sözlerini asla unutmayacağım. Anadilinde çok sevdiği kitapların Fransızca çevirilerini bulamadığı için hâlâ üzgünüm...
Kitaplar ve özlü sözler demişken...
Bölüyorum ama en az 200 defa şu cümleyi duyduğuma eminim: "Çocuklar, takım bir denizaltı gibidir. Öyle düşünün. Biriniz hata yaparsa, hepimiz ölürüz..."
Ben aslında Belgrad gece hayatına karşı açtığı savaşa değinecektim. Aklında bir hikâye var mı?
Bir tane anlatayım. Ama isim vermeyeceğim. Zaten belki tahmin edenler olur, söyleyen ben olmayayım. Neyse, bütün kupaları kazanmışız. Sezon bitmiş. Takımdan bir arkadaşımız Dule'nin yanına gidip, süklüm püklüm, "Koç, bu gece dışarı çıkabilir miyiz? Biraz eğlenmek için..." diye sordu. Konuşma şöyle devam etti:
— Olabilir, ama kaçta geri döneceksin?
— Sen ne zaman istersen koç.
— En geç 3?
— Tamam.
Bu arkadaşımız Dule'den izni aldıktan sonra Belgrad'daki kulüplerden birine giriş yaptı. Takımdan birini daha yanına alarak... Sonra o iki kişi, kulübe iki kız davet ettiler. Sonra... İki kız, iki erkek, planın organizatörü olan arkadaşımızın evine doğru yol alıyorlar. Gülüşmeler, şakalaşmalar... Saat de 03.30'a gelmiş. Kapının anahtarı çevriliyor, salonun ışığı açılıyor ve... Dusko Vujosevic, bacak bacak üzerine atmış, koltukta bekler vaziyette. Kızlar gönderiliyor, keza diğer takım arkadaşımız da evine gidiyor. Organizatör ve Dule başbaşa. Konuşma bittiğinde saat 5'i geçiyormuş. Öyle işte.

"Saat de 03.30'a gelmiş. Kapının anahtarı çevriliyor, salonun ışığı açılıyor ve... Dusko Vujosevic, bacak bacak üzerine atmış, koltukta bekler vaziyette."
Partizan'dan arkadaşım Vlado Sibinovic, o dönem Nikola Milutinov'la gizli bir anlaşmanızın olduğunu ve senin Sırpçanın gelişmesi için ikinizin hiç İngilizce konuşmadığını söylüyor...
Partizan'dan arkadaşım Vlado Sibinovic, o dönem Nikola Milutinov'la gizli bir anlaşmanızın olduğunu ve senin Sırpçanın gelişmesi için ikinizin hiç İngilizce konuşmadığını söylüyor... konuşmak beni zorluyor. Belgrad da öyle bir yer ki ufacık dükkanları işleten amcaların, teyzelerin bile yabancı dili var. Zorunda değilsiniz Sırpça öğrenmeye. Mesela işte Leo'yla aynı sürede kaldık Belgrad'da. 'Hvala'yı (Teşekkürler) biliyor. Fazlası? Emin değilim.
Dünyanın En Mutlu İnsanı: Boris Diaw
Boris Diaw, benim idolüm. Şanslıyım ki onunla basketbol sahasının dışında da vakit geçirebildim. Mesela tekneyle denize açılmayı bana Boris öğretti. Daha önce ne kıyıdan o denli uzaklaşmıştım ne de tekneye binmiştim... Onunla alakalı beni en çok etkileyen şey, nerede olursa olsun kendini izole edebilmesi. Diyelim ki milli takım kampındayız, önemli bir maç arifesi. Zor geçen günü daha iyi hâle getirebilecek, özel bir yemek bulur. Boris'in zoruyla kaç çeşit farklı yemek denedim, hatırlamıyorum bile. Paraşütle atlama, tüplü dalış, yönetmenlik deneyimleri, uzay merakı... Dünyaya yaşamaya gelmiş, vakit doldurmaya değil. Bu açıdan çok özel biri. İmreniyorum.
Partizan'ın en büyük mali krizlerinden birinin yaşandığı dönemde, takımdan ayrılan oyunculara dair Dusko Vujosevic, "Hepsi benim evladım. Bazıları hayırsız, çünkü kulübe para kazandırmadan gittiler" demiş ve okların Davis Bertans'a çevrilmesini sağlamıştı... Khimki'ye geçerken kulübe 600 bin dolardan fazla bonservis getirdiğini düşünürsek; Partizan'a para kazandırmak senin için öncelik miydi?
Khimki'ye gitmemin birçok sebebi var ama tabii ki kulübe para kazandırmak istiyordum. Partizan çok zor bir dönemden geçiyordu ve biz de iki sezonda üç-dört maaş anca alabilmiştik. Bana daha sezon devam ederken Khimki iyi bir teklifle geldi. Gerçekten, çok para verdiler. Kariyerim boyunca asla kazanabileceğimi düşünmediğim bir paraydı o an için... Partizan da bir sonraki yıl 'Feda' sezonuna girecekti ve onlara da yük olmak istemiyordum, üzerine bir de özel hayatımda önemli gelişmeler olmuştu. Kız arkadaşım hamileydi... Birçok sebepten ötürü, Khimki'nin teklifini kabul etmek en doğrusuydu. Tabii, bazen ister istemez, "Keşke" diyorum. "Partizan sonrası ikinci adımım daha farklı olabilirdi" diye iç geçiriyorum.
Mesela?
Boşver, bu konuda neyi söyleyip neyi söyleyemeyeceğimden emin değilim. Uygunsuz kaçabilir.
Zeljko Obradovic ile menajerin Misko Raznatovic arasında o dönem sürmekte olan anlaşmazlık (Vassilis Spanoulis'in 2010 yazında Panathinaikos'tan Olimpiakos'a geçişiyle ikilinin arasındaki bağlar kopmuştu) mı etkiliydi?
Bilmiyorum... Dediğim gibi, bu konuda bana söylenmiş bir şey yok. Ama Zeljko'nun beni Partizan sonrası Fenerbahçe'ye getirmek istediğini ben de duydum. Belki Misko'yla aralarında yaşanmış bir problemden ötürü gerçekleşmedi, belki başka sebeplerden ötürü olmadı... Bilemiyorum.
Peki neden Fenerbahçe'yi seçtin? CSKA ve Barcelona başta olmak üzere birçok Avrupa kulübü senden haber bekliyordu. San Antonio Spurs'le devam eden bir kontratın vardı, oyuncu opsiyonunu kullanabilirdin...
Bir kere şunu netleştirmek isterim, eğer Fenerbahçe'den teklif almamış olsam kesinlikle NBA'de kalacaktım. Herhangi bir Euroleague takımıyla görüşmedim, Fenerbahçe'de Zeljko'nun benimle ilgilendiğini duydum ve harekete geçtim. Dedim ya, hâlâ zaman zaman düşünüyorum... Acaba, Partizan'dan sonra direkt buraya gelsem, Zeljko'yla çalışsam ve ardından NBA'e gitsem nasıl olurdu? Bundan biraz pişmanlık duyuyorum. Khimki'den sezon ortasında ayrılıp Şubat'ta Denver'la imzalamak kolay değildi; rotasyonu belli, en az altı aydır birlikte çalışan bir oyuncu grubunun arasına girmiştim. NBA deneyimim hiç yoktu.
Avrupa'ya Fenerbahçe için döndüm. 17-18 yaşından beri basketbol kariyerime dair iki hayal kurdum. NBA'de oynamak, bir tanesiydi... Diğeri ise Euroleague'i kazanmak. Zeljko'yla, Fenerbahçe gibi bir takımın parçası olduğumda bu hedefi gerçekleştirebileceğimi hissettim. Buraya geldikten sonra bir kez daha gördüm ki, Fenerbahçe kusursuz bir organizasyon. Salonu, taraftar kitlesi, hedefleri, teknik ekibi... Hepsini en üst düzeyde aynı çatıda toplayabilen kaç kulüp var? Taraftar kitlesi de benim için önemliydi. Boş salonda basketbol oynamak istemiyorum. Her açıdan cazipti Fenerbahçe.

"Herhangi bir Euroleague takımıyla görüşmedim, Fenerbahçe'de Zeljko'nun benimle ilgilendiğini duydum ve harekete geçtim."
Bogdan Bogdanovic'le NBA'e gitmeden önce konuştuğumda, koç Zeljko Obradovic'le anadilde anlaşabilmenin bir avantajdan ziyade, dezavantaj oluşundan bahsetmiş ve "Eğer daha geniş yelpazede azar yemek istiyorsanız koçla Sırpça iletişim kurabilirsiniz" demişti. Jan Vesely'nin bu boşluğu doldurduğunu biliyorum.
Hayır, hayır... Daha geleli haftalar oldu ama şimdiye kadar hep İngilizce azar işittim. Benim açımdan sorun yok. Şimdilik en büyük tedirginliğim hücum setleri. Odaklanmaya çalışıyorum, her şeyi dinliyorum, soruyorum... Ekstra önem göstermem lazım çünkü bu takımın yüzde doksanı birkaç yıldır birlikte oynuyor. Telepatik bir iletişime sahipler. Onlara ayak uydurmam gerek, üstüne üstlük Zeljko'nun 4-5 numaradan çok fazla oyunu, seti var. Umarım şimdiye kadar iyi iş çıkartmışımdır...
Gran Canaria maçında Jan Vesely'ye yaptığın asist koçu memnun etmiş olsa gerek...
Fenerbahçe'ye geldiğim ilk günden itibaren gelişim kaydettiğimi hissediyorum. Zeljko'yla ilk konuşmalarımız şutumla alakalıydı. Doğal bir şutör olmadığımı; skor üretebileceğimi ama boş kalsam bile her zaman başka opsiyonların farkında olmam gerektiğini anlattı bana. Boş kalsam bile drive edebilirim ya da topu benden daha iyi bir şutöre aktarabilirim. Şut atmak biraz kilometre işi çünkü. Bunun üzerine gideceğim, tekrarları artıracağım. Bundan kastım sadece, "Salona gel ve şut at" değil... Maç içinde, bu özgüveni yakalamam lazım. Zamanla olacak bir şey. Zeljko'nun felsefesiyle Gregg Popovich'in düşünceleri bu açıdan çok benzeşiyor. Alan yerleşimini tamamlamak, şut tehdidi olarak görülmek elbette büyük avantaj. Ama her boş kaldığınızda aklınızdaki tek opsiyon, "Şut atmalıyım" olmamalı. Ta ki şutunuzu mükemmelleştirene kadar...

"Daha geleli haftalar oldu ama şimdiye kadar hep İngilizce azar işittim. Benim açımdan sorun yok."
Canal Plus'taki Leo Westermann belgeselinde, koç Dusko Vujosevic'in yaz aylarında ikinize toplam 50 seanstan oluşan, antrenman başına 1000 üçlük kullandığınız ek bir program yaptırdığı bahsediliyordu. NBA'e gittikten sonra rutinin ne oldu?
San Antonio'da takım hâlinde antrenman diye bir kavram yok. Gregg Popovich, asla normal sezon içinde bir araya gelmeyi talep etmez ve topla çalıştırmaz. Pau Gasol, Tony Parker, Manu Ginobili gibi oyuncular bu işleri aşmış artık. Takımın geri kalanı da bireysel çalışıyor. Her iki günde bir maç var, kalan süre size ait. Hangi alanda gelişim kaydetmek isterseniz; ekipman, antrenör, altyapı her şey hazır. Şut atma konusunda zaten 'doğuştan yetenekli' olan belki yüzde 1'lik bir kesim vardır, yani Bogdan Bogdanovic gibiler... Gerisi tamamen çalışmaktan, tekrardan ibaret. Ben de kusursuz hâle getirmeye çalışıyorum. Deniyorum.
"Ah, erken tanıyabilseydim..."
Dusko Vujosevic, Gregg Popovich, Ettore Messina ve Zeljko Obradovic... Böyle antrenörlerle çalışmanın değerini, boşluğa düştüğünüzde anlıyorsunuz. NBA'de kendimi kabul ettirmeye çalıştığım ilk yıllarda eğer Gregg Popovich'le çalışabilseydim her şey daha farklı ilerleyebilirdi. Denver ile Oklahoma City, gerçekten çaba göstermeme rağmen saygı kazanabildiğim yerler olmadı.
Chicago... Chicago'yla zaten kanımız hiç uyuşmadı. Önce, beni takımda düşünmediklerini söylediler. Sonrasında, "Takımda tutacağız" dediler ama bu bir yalandı. Kontrat opsiyonunu geri çekip beni serbest oyuncu pazarına bıraktılar. Neyse, şanslıyım, karşıma koç Popovich çıktı...
NBA'de daha ilk yaz kampın sonrası normal sezona Denver Nuggets ilk beşinde başlarken; işler neden planladığın gibi gitmedi? Sorun neredeydi sence?
NBA'de formasını giydiğim hiçbir takımı, "Bana yeterli şansı vermediler" diye suçlayamam. Denver'da ilk yaz kampım 2015'teydi. Sezon öncesi çok çalıştım, koç Mike Malone da beni ödüllendirdi ve hazırlık maçlarındaki iyi oyunum sonrası Nuggets'ın ilk beş pivotuydum. Houston maçına ben başladım, Nikola Jokic & JJ Hickson ikilisi bench'teydi. Jusuf Nurkic de diz sakatlığından dönüyordu. İlk tam sezonumda elde ettiğim bu fırsatın farkındaydım. Normal sezonun ilk üç maçında neredeyse double-double ortalamaları yakalamışken sakatlandım ve yedi maç oynayamadım. Döndüğümde, rotasyonda önümde üç oyuncu vardı; ve dürüst olalım, Nikola Jokic'in böyle bir oyuncu hâline geleceğini kim tahmin edebilirdi?
Denver'a gelene kadar hayatımda bir kez bile 5 numarada oynamamıştım. Jokic'in kariyer başlangıcı, beni daha vazgeçilebilir bir oyuncu yaptı. Oklahoma City'ye takas oldum. Orada kendimi kanıtlamaya hazırdım, iyi oynuyordum ve kendimi bir anda Taj Gibson takasının parçası olarak sezonun bitmesine 20 maç kala Chicago'da buldum. Gelecek sezon orada olmayacağınızı bilerek maça çıkmak, takımın parçası gibi gözükmek o kadar zor ki... Bulls'ta bunu yaşadım.
Ardından San Antonio geldi. Beklemiyordum. Hatta, Gregg Popovich bana o kadar pozitif yaklaştı ki böyle bir şans bulacağımı tahmin etsem mevcut kontratımın 10'da biri paraya imza atardım. Sezona çok iyi girdim... Ayak bileğim döndü. Parmak sakatlığıyla birlikte toplam 12 maç kaçırdım. Bazen şans yanınızda olmuyor işte.
Bu sakatlıkları Euroleague'de yaşamış olsam, geri döndüğümde rotasyondaki yerim hazırdı. Fakat NBA'de düzen farklı, hele ki kendinizi sadece çok kısa bir periyotta kanıtlayabilmişseniz... Rotasyondan bir kere çıkarsanız, geçmiş olsun.
Peki ya bundan sonra?
Fransız pasaportuna sahip olmama rağmen aidiyet duyduğum ilk yer Belgrad'dı. Bunu sesli söylemekten de hiçbir zaman çekinmedim. Hiç utanmadım. Partizan, benim için herkesten daha çok emek harcadı. Şimdi, Fenerbahçe'de buna benzer bir hava yakalayabileceğimi, insanlarla bağ kurabileceğimi hissediyorum. Bunun garantisi yok, hissiyat işte. Basketbol oynarken tekrar eğlenmek, keyif almak istiyorum. Basit istekler, değil mi?
Basketbol oynamak dışında hiçbir şeyi dert etmemeyi özledim.
Sevilmeyi, beğenilmeyi özledim.