Haxball Günleri
5 dk
Socrates ofisinde türlü türlü oyunlar oynandı. Koridorbol, rafbol, kapıbol gibi kendi üretimlerimiz de oldu ama Haxball'un yeri ayrıydı.
Bb.
"Baybay" demekmiş.
Ruhat Akkuş'tan öğrendim. Kısa hayatının üçte birini Haxball odalarında geçirdiği için sinir bozucu derecede iyi oynadığı bu oyunda attığı gollerden sonra alttaki küçük chat bölümüne bu iki harfi yazar ve daha da uyuz bir karaktere dönüşürdü. Çoğunlukla eşzamanlı olarak aynı ifadeyi sesli de dile getirirdi. Kısa hayatı dedim ama düşündüm de şunun şurasında yedi sene sonra 30'una gelecek, yıllar nasıl geçiyor, bacak kadar çocuk... Neyse.
2010'lu yılların başında çıkan ve bilmeyenler için "Yön tuşları ve space ile oynanan iki boyutlu bir futbol oyunu" diye özetleyebileceğimiz Haxball, bir zamanlar Socrates ofisinin önemli ritüellerindendi. Pandeminin tarihe gömdüğü şeylerden biri de Socrates ofisimizdeki bu rekabet oldu. Fakat kâh boş zamanımızı değerlendirmek kâh dergi sonu yoğunluğunda kafamızı boşaltıp nefes almak için oynadığımız bu oyunun izleri hiçbir zaman silinmeyecek. Ünlü sözü bilirsiniz; bir insanı tanımak için onunla ya yola çıkmanız ya da Haxball oynamanız gerekir. Biz de bu oyun sayesinde birbirimizi daha yakından tanıdık. Ruhat'ı keşke tanımasaydık mesela.
Sonra; İsmail Yasin Yılmaz var. Kendisi gelecekte çok önemli bir tasarımcı olacak ama zaten biz ona "Tasarımcı olamazsın" dememiştik. Sizi temin ederim, bu kadar itici bir oyuncu ile ömrünüz boyunca karşılaşmamışsınızdır. Stajyer olarak Socrates ofisinden içeri adım attığında çekingenliğin uç sınırlarında gezen bir arkadaşımızdı. Günün birinde bize mobbing davası açıp bu satırları da mahkemeye kanıt olarak sunmayacağına inanarak söylüyorum, bu çekingenliği bizim için büyük bir eğlence kaynağıydı, çok uğraştık. Hele Aras Yetiş'in yaptıklarını keşke burada yazabilsem... Siz sataşmadıkça sesi soluğu çıkmayan, birazcık üzerine gitsek utanıp kızaran, yüzünü aşan tebessümünü saklayamayan bu arkadaşımızla bir gün Haxball oynama gafletine düştük. İçinden bir canavar çıktı. Bir trash-talk'lar, bir sataşmalar... O günden sonra durduramadık. İşindeki başarısıyla gitgide yükseliyor ama kalbimizde düştü bir kere, dönüşü yok.
Beni de Aras sevmez mesela. Çok hırslı buluyor. Keyfi çıksın diye yapıyorum diyorum ama inanmıyor. Benimle aynı takımda olmak istemezdi, rakip olunca da beni yenmeyi çok isterdi. Yeteneği biraz az olduğu için de genellikle kaybeden tarafta olurdu. Bu yazıya rastladığında durumun böyle olmadığına iddia edecek, belki biraz kızacaktır. Kızmak demişken İnan Özdemir'den de bahsetmek gerek tabii. Her zaman söylerim; kendisinin yalnızca arkadaşı değil, hayranıyım da. Gelecekte "Ben İnan Özdemir'le şu kadar sene birlikte çalıştım" diye övüneceğim. En sevdiğim yönlerinden biri de sakinliğidir. Yalnızca günlük hayatta değil; en ateşli durumlarda bile bu özelliğiyle öne çıkar. Bir gün, fazlası zararlı bir içeceği biraz fazlaca tüketirken tüm iyi niyetiyle beni uyarmış, "Şu kadarcık şey mi beni öldürecek?" cevabıma çok sinirlenmişti. Onu öfkeli gördüğüm ilk an buydu. Sonrasında defalarca gördüm ve hepsi de Haxball'daydı. Birkaç kez bana -Aras'la aynı sebepten- kızdığını hatırlıyorum fakat kulağımda asıl çınlayan "Kaaaaaaaaannn!" diye haykırışları.
Yalnız pasın hiç ön planda olmadığı Haxball'da nasıl egoist bir imaj yaratılabilir, işte bu sorunun cevabı Kaan Demirel'den başka kimsede yok. İddia ediyorum bu oyunda bunu başaran bir kişi daha yoktur. Hadi on kişi olsun dünya çok büyük, on birinci yoktur. Futbolda en azından yetenekli, Haxball'da o da yok. Yazarken ben de aynı takımda olduğum zamanları aklımdan geçirdim ve İnan gibi sinirlendim.
Benim takım arkadaşı olmaktan en keyif aldığım kişi İlhan Özgen'di. Birbirimizin dilinden çok iyi anlıyorduk. Dostluğumuzu Haxball odalarında pekiştirdik. Oyun zekâlarımızın böylesine uyumlu çalıştığını fark etmek beni ona yakınlaştırdı diyebilirim. İnan'la Buğra'yı da hemen arkasına yazarım. Sanırım Socrates FC ekibinin nasıl oluştuğunu şu anda fark ediyorum...
Bir de akılda kalan 'nick'ler var. Arhan Ata Pilavoğlu'nun Şenol Güneş'ten aldığı Şegü'sü, İnan Özdemir'in Haxball ve bisiklet gibi iki önemli disiplini tek potada erittiği Panache'ı, benzer bir korelasyon seçen Başak Can'ın Nadal'ı, Aras Yetiş'in Boduri'si... İlhan Özgen'in Giannini, Netzer, Overath gibi eski 10 numaralar arasında yaptığı nick rotasyonu, gündeme göre değişen nick'lerimizle biz diğerleri... Tazemeta nick'li Murat Gül'e de bir parantez açmak gerek. O dönemde henüz fikir aşamasında olan YouTube kanalımızın hazırlıkları için gelen ve uzun süre hiçbir şekilde kaynaşamadığımız Murat'ı da birçoğumuz bu oyun ile sevdik. Şimdi kaybettiğimiz zamanlara yanıyoruz.
Bazen görüyorum, dışarıdan bakıp Socrates'e elit, romantik gibi birtakım yakıştırmalar yapıyorlar. Eleştiriye çok açık biri olarak bunları komik buluyor ve nedenlerini de görebildiğimi düşünüyorum ki bu yazının konusu değil. Ama özellikle elit dendiğinde aklıma hep Haxball seanslarımız geliyor ve beni bir gülme tutuyor. Tasarımcımız Alptuğ Uslu'nun "Baba bi' hax mi atsak?" demesiyle ofisteki tüm havanın bir anda değişmesi ve bazen küfür kıyamet bir saat klavye eskitmemizin bir kaydı olsun isterdim. Yeni ofiste ve arkasından pandeminin getirdiği yeni düzende Haxball'un yerini langırt aldı. Stüdyo tarafının büyümesiyle aramıza katılan pek çok arkadaşımızla bu defa langırt sayesinde kaynaştık, bir maç kader ortağı olup beş dakika sonra rakip takımlarda düşmanlaştık ama Haxball günlerine olan özlemimiz sürüyor.
Bu arada sanırım Socrates'teki en hızlı yazımı yazdım. Girdisi çıktısı 20-25 dakika sürdü. Umarım bu tür yazılarla daha çok görevlendirilirim. Bb.