
"Hayal kurmak bu işin her şeyi"
12 dk
Kadın basketbolunda Galatasaray'la elde ettiği başarılardan sonra Ekrem Memnun milli takım ile yeni ufuklara koşuyor. İşini şansa bırakmaktan nefret eden tecrübeli koçla geçmişi, bugünü ve hayallerini konuştuk.
Kulüp takımının ardından ulusal takımda çalışmak nasıl bir tecrübe? Haftada iki maçla geçen takvim yılından sonra rekabet eksikliği çekiyor musunuz?
Şimdi onu öngöremiyorum hakikaten. Ama kendimi biliyorum. Mükemmeliyetçi bir adamım. Hep en iyisi olsun isterim, sürekli talep ederim. Oyuncunun bir hareketi yapabilme kabiliyeti var mı? Daha fazlasını, durmadan o hareketi yapmasını isterim. Rekabetten uzak olmak falan, bunlar bana ters. Karakterimde yok. Böyle bir ortam oluşmasına izin vermem.
Kulüp takımıyla fark, orada tamamen profesyonel bir ortam olması. Yapılan işler belli. Karşılığı ne, plan nasıl, ne kadar zaman var… Bunların hepsi belirlenmiş. Şimdi Türkiye Milli Takımı’nda da bir hedef konuldu ama ben kendi açımdan bu oyuncuların bu uğurda ne kadar odaklandığını bilmiyorum. Şu anki izlenimlerim beni çelişkide bırakıyor. Bazı oyuncuların “Milli takımda mı yoksa kulüp takımında mı oynuyorum?” ikilemi yaşadığını düşünüyorum. Bana kalırsa buraya geldikleri anda “Ben artık Türkiye Milli Takımı’nın oyuncusuyum” demeleri gerekiyor. İnanın, ben kampa katıldığım günden beri Galatasaray’ın koçluğuyla alakalı bir şey düşünmedim. Daha transfer yapamadık orada. Sadece işime konsantreyim. Milli takımın, Türkiye’nin koçuyum şu anda.
Belki kulüp takımlarında hâlâ sözleşme imzalamayan oyuncular hâlâ geleceklerini düşünüyor. Belki bekledikleri transferler gerçekleşmedi. Anlayabiliyorum bunu. Anlıyorum da… Saygı duyuyor muyum, duymuyor muyum, o konuda bir şey söylemek istemiyorum. Ben dediğim gibi, hedef odaklı bir insanım. Yaptığım işi en iyi şekilde yapmaya çalışıyorum. Bunun için de oyunculara ihtiyacım var. Kendi başıma yapmam mümkün değil ki? Onlar oynamalı ki kazanalım. Ben onları galibiyete inandırıp motive etmekle yükümlüyüm. Gerisi oyunculara kalmış. Onların tasarrufunda.
Kısa süre önce “Ben optimist bir adam değilim” demiştiniz….
Bu hususta sevdiğim bir söz var. Bobby Knight’ın Power of Negative Thinking kitabından alıntı yapacağım konuyu açıklamak için. Ben bu kitabı elime aldım, başlığa baktım ve dedim ki: “Ya beni anlatıyor bu!” Cümle haline getirememiştim daha önce. Sağ olsun Bobby Knight yapmış. Buna inanıyorum. Kimseye kalıp “Hadi aslanım ne iyisin sen, bravo” demem. Derim ki: Şunu şunu yaparsan iyi olur. Bunu bunu yaparsan güzel olur. Bunu bunu yapmazsan iyi olmaz.
İşi şansa bırakmaya inanmıyorum. Mesela kızın hasta diyelim, “İyi olacaksın kızım ama ilaçlarını alırsan, doğru beslenirsen. Uykunu alırsan” demek doğru. Sadece “İyisin iyi” demeye inanmıyorum ben. Basketbolda da doğruları bıkmadan usanmadan yapmaya devam edilirse iyi olunabilir. Bazı oyuncular ve kendim için gördüğüm şey: “Hep aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar elde etmeyi nasıl bekleyebiliriz ki?” Yani sen vasat bir oyuncuysan-antrenörsen, aynı şeyleri yapmaya devam edip hayatta süperstar olmayı bekleyemezsin. Bütün oyuncular ölecek bir sen mi kalacaksın? Nasıl olacak bu iş? Olmaz öyle. Bana derseniz ki bu düşündüğün yüzde 100 doğru mu, onu da bilmiyorum. Benim doğrum bu sadece. Böyle çalışabiliyorum, böyle rahat ediyorum. Kendimi daha iyi ifade etme olanağı buluyorum. Başarı reçetesi bu mu? Bilmiyorum.
Bu hususta ‘konfor alanı’nda kalmak büyük tehlike, değil mi?
Hiç istemem. Konfor alanı benim en nefret ettiğim kelimelerden biri. Hatta hep Işıl’la alakalı hikâyeyi örnek veriyorum. Onunla daha yeni, Galatasaray’da tanıştıktan sonra kafamda birçok şey klik etti. Hayata bakışı, oyuna dair görüşleri bana da farklı perspektif kazandırdı. Bir gün bana hediye almış. Bir defter. Kapağında “Life begins at the end of your comfort zone” (Hayat konfor alanından çıktığında başlar) yazıyor. Ben o kadar sevdim ki… Işıl’ın kafasına o konfor alanını zorlamayı, onun dışında hareket etmeyi yerleştirdiğimi gördüm. Bir sürü mücadele, kavga, problem var. Normalde oyuncuya gidip “Yetmez, yetmez, yetmez” dediğinde “Eeeh” diyorlar. Whiplash durumu var biraz. Vardı ya orada konservatuar hocası Fletcher. Onun gibi. Ama John Feinstein gibi de olmayın. Kitapta Bobby Knight’a diyor ya, “Hiç yazmayacağım senin ettiğin küfürleri” diye. Sonra bütün küfürleri koyuyor kitaba. Öyle de olmayın bak. Whiplash örneği verdim işte, adam bütün hayatı boyunca kendi Charlie Parker’ını aramış. Bird’ü bulmaya çalışmış. Ben de kendi Drazen Petrovic’imi bulamadım. Arıyorum hâlâ. Belki ileride bulurum.
‘Kendi Drazen’iniz’i bulma umudu her geçen gün artıyor mu, azalıyor mu?
Umudum hep var. Ne kadar süre antrenörlük yapacağım, enerjim nereye kadar devam edecek onu bilmiyorum. Bazı gün geliyor “Lanet olsun, yapmayacağım” diyorum. Ama 25 senedir buradayım işte. Çeşitli seviyelerde çalıştım. Ve gerçekten, çok yoruldum. Yoruldum abi. Ağır bir iş bu. Bir mücadeleden çıkıyorsun, başka mücadeleye giriyorsun. Kazanmışsın. Herkes mutlu. Eve gidiyorsun bir anda mutsuz oluyorsun. Niye? Maçın içinde üç beş tane pozisyonu takmışsın kafaya. Böyle iş olur mu? Mesela Letonya’yı yendik sabaha kadar uyuyamadım. Hatta yardımcı antrenörüm Aziz Akkaya’nın beynini ütüledim sabaha kadar. Ertesi gün Çek Cumhuriyeti’ne kaybettik. Çok mutluydum. Böyle meslek mi olur?
Hayal kurmak bu işin neresinde?
Hayal kurmak, bu işin her şeyi. Bu mesleği başka türlü yapamam. Sezon boyunca birkaç antrenörü seçip takip ediyorum. Onların maç içindeki hamlelerine eğiliyorum. Sezon başında nasıl oynatıyordu, şimdi ne durumda? Bunlara bakıyorum. Baştan bir hayalin olacak. Etkileneceksin. Larry Brown’dan etkileniyorum. Rick Pitino’yu seyrediyorum. Meraklıyım çok. Tabii kopyalamıyorsun onların yaptıklarını ama böyle büyük koçların maçın hangi anlarında, hangi çözümleri ürettiğine bakıyorsun. Zeljko Obradovic işte. Nasıl çıkıyor o sıkıntılı durumlardan? Ettore Messina ya da. Rakibe ne yapıyor da problem yaşatıyor? Bunlar ufkumu açıyor. Kimi lego yapmayı sever, ben bunu seviyorum.
“Oyuncuların bazen hayallerini kırmak, yutkundurmak, onlara bir şeyleri yapamayacaklarını açıkça söylemek önemli” sözünüzü biraz açmanız mümkün mü? Olumsuz bir hava yaratmaz mı bu bakış açısı?
Ben doğruyu söylerim. Başka bir rüya kurdururuz o zaman. Power of Negative Thinking felsefesi güdüyorum burada da. Oyuncunun rüyası o kadar başka ki belki de hiçbir şey yapmadan oraya ulaşacağını düşünüyor. Ben ona “Oraya gidebilirsin, böyle gidebilirsin, bu görevi üstlenerek ulaşabilirsin” diyorum. Senfoni orkestrasını düşünün. Orada üçgen var ya, demir. Vururlar dın diye. Virtüöz o adam. Ya, üçgenin virtüözü mü olur? Ben meraklıyım klasik müziğe. Bazı senfoniler oluyor, o üçgene sadece bir kere vuruyor adam. İki buçuk saat başka bir şey yapmadan bekliyor orada. Oyuncu için de böyle. Bir adam var diyelim, bekler bekler ama sonra girip bir şey yapar bütün oyunun şekli değişir. Ve belki bu şekilde rüyasına ulaşabilir. Herkes Michael Jordan olmayacak. Herkes Dennis Rodman da olmayacak. Ama herkesin bir görevi olacak.
Ben kendi çapımda bir araştırma yaptım, bir iki tane araştırma buldum bu konuyla ilgili. Bazı üniversitelere göre Formula 1 pit ekipleri ve o meşhur SWAT’lar dünyanın en iyi takımları kabul ediliyor. Şimdi SWAT’ları genelde altı kişiden kuruyorlar. Hepsinin görevi belli ve hepsi o görevi doğru zamanda, kusursuz şekilde yerine getirmek durumunda. Yoksa insan ölecek. F1’de o pit ekibi kaç kişiyse, aylarca çalışıyorlar. Atılan adım sayısı belli. Duracağı saniye, döneceği yer. Belki alınan nefes sayısı bile… Ben de mükemmel takım olma düşüncesi üzerinden gidiyorum. Bu da baskı kuruyor. Sürekli talep ediyorum onlardan. Baskı, baskı, baskı... Bazen yolda patlayanlar, isyan edenler oluyor. “Allah belasını versin Ekrem’in” diyenler çıkıyor. Ama geriye kalanlarla bugüne kadar bir şeyler yapabildim. Belki her zaman olmadı ama hep buna inandım. Kolay mı? Değil. Hem de hiç değil. Evine gidiyorsun, yorgunsun, mutsuzsun, üzgünsün. Bir gün Darüşşafaka’da çalışırken antrenmandan eve geldim, kızım iki buçuk-üç yaşında. Kapının sesine geldi koridora doğru. “Eko” dedi. “Yine mi mutsuzsun, mutlu ol artık” diye seslendi. 2.5 yaşında kız ya. O akşam istifa ettim.
Kadın takımıyla erkek takımı çalıştırmak arasında ne gibi mental farklar görüyorsunuz? Oyuncu reaksiyonları ayrışıyor mu?
Bence hiçbir fark yok. Sadece kadınlarda duygusal kırılmalar çok oluyor. Ben ona ‘Zeki Müren kültürü’ diyorum. Böyle Türklerde çoğunlukla bir eziklik, boynu büküklük vardır. O tip insanlarla iş yapmayı sevmiyorum. Daha dik durmak gerek. Enseye vur, ağzından lokmayı al tarzı kişilere uzak durmaya çalışıyorum. Ama bozuk karakterleri tamir etmek güzel. Bir uğraş veriyorsun, onun üzerine giderek test yapıyorsun sürekli. Kim nerede kırılacak? Kırıldığı zaman biraz daha üzerine gidip ayağa kaldırabilecek misin? Öyle oyunlar oynamayı seviyorum. Yani soruya cevap olarak, kadınlarda biraz daha zor oluyor mental konular. Erkeklerde daha çabuk reaksiyon alınabiliyor. Başka fark görmüyorum.
Türkiye uzun yıllardır büyük yatırımlara rağmen henüz bir takım sporunda ‘ekol ülke’ olamadı. Belki sadece kadın voleybolu burada farklı bir konumda, lokomotif rolünde. Kadın basketbolunu da gruptan ayırmanın vakti geldi mi?
Politik mi konuşayım, gerçek düşüncelerimi mi söyleyeyim? Tamam, dürüst olayım.
Ekol falan olmadık. Bana söylesenize dünya çapında kaç Türk kadın basketbolcu var? Kaç kişi sayabilirsiniz? Sorunun cevabı burada. Bence bu sayı artırılabilir. Burada başta kendimin de içinde bulunduğu grubu suçluyorum. Galatasaray’da yetiştim büyüdüm. Antrenörlüğe de orada başladım. 25 yıl basketbol okuluyla uğraştım Galatasaray’da. Her sene 500 kişi gelse, 25x500’den siz hesap edin. 12 bin 500 kişi yapıyor. Hepsinin birer arkadaşı olsa, 25 bin kişi. Annesi babasıyla 75 bin kişi. Yani 100 bin civarında insana ulaşabildik. Biz bu insanlara ne öğrettik? Sağ turnike, sol turnike. Sonra paralarını aldık. Biz bunlardan, Galatasaray kadın basketbol takımı için seyirci kitlesi olabilecek bin kişi bile üretemedik. Bu kültürü veremedik. Böyle bir müfredat oluşturmadık. Çok büyük hata. Şimdiki aklım olsa ve aynı işi yürütsem, sağ-sol turnikeden önce ilk bunu öğretirdim. Düzgün basketbol taraftarı, seyircisi ve takipçisi olabilmeyi öğretirdim.
“Galatasaray’ın Euroleague şampiyonluğu 25 yıllık hayalim” açıklamanızı hatırlıyoruz. Milli takım için bir idealiniz var mı?
Ben aslında antrenörlüğe Sultanahmet’te arkadaşlarla sohbet ederken başladım. Genç takım oyuncusuyduk o dönemlerde. Arkadaşlarla “Türkiye’den niye Avrupa şampiyonu çıkmıyor?” konusunu tartışarak bir şeyler içiyoruz.
-Oğlum bunlar yapamıyor, hadi biz yapalım.
-Ya bize erkek takımı vermezler.
-Hadi kız takımı çalıştırmayı deneyelim o zaman.
Böyle başladı her şey. Oyunculuğu bıraktığımda gittim, Betsy Bailey geldi. 1989’da Betsy’nin yardımcısı oldum. Bir hayaldi. Denedik, ucundan döndük. 1999’da üçüncü senemde Final Four oynadık. Ama 30 yaşında Final Four oynuyorsun işte, çocuksun daha. Ama o gün rüya gibi bir şeydi. Şimdi yalan geliyor. Final Four ne abi? Oraya gittin mi kazanacaksın. Bugünkü aklım başka. Ben şampiyon olmak istiyorum. Bu takım uzun süre underdog’du ve başarılıydı. Artık favori olduğumuzu falan duyuyorum. İspanya’yla hazırlık maçı oynadık, iki uzatmada bitti. Bir anda hop, “Türklere ne oluyor, İspanya’yı mı yeniyor bunlar?” diye bir algı oluştu. Bu baskı da 15 günde olmadı. Geçmişte elde edilen baskılar bunu yarattı.
Rick Carlisle’ın alan savunmasıyla kazandığı 2011 NBA şampiyonluğu sonrası ‘oyunun değişeceği’ söyleniyordu. Adam adama savunmaya inanan bir koç olarak, etkinliği artan eşleşmeli alan savunması hakkında öngörüleriniz neler? Basketbol nereye gidiyor?
Mesela ilginçtir ki, ben de alan savunmasıyla şampiyon oldum. Bence bugün oynanan füzyon. Alan değil, adam adama değil. İkincisinin arası bir şey oynanıyor. Match-up zone diyorlar ama bence tam olarak öyle değil. Bir sürü değişik taktik var. Bazı takımlar bu füzyonu yapacağım diye konfüzyona giriyor. Kendileri karışıyorlar. Tabii, öbür takım da karışıyor bir yandan.
Carlisle’ın söylediğini David Blatt da söylüyordu. Maccabi döneminde böyle başarılı oldu zaten. Bir konfüzyon yaratıyor rakipte. Maç içinde bir şey oluyor, oyuncu “Allah allah ben niye boş kalmıyorum burada” diye düşünmeye başlıyor. Öyle olunca da avantajı diğer takım alıyor. Maçtaki işleyişi ele alalım. Ben maç yapıyorum, sen rakip takımın antrenörüsün. Tercihin bire bir savunma yapmak. Yani benim takımımdaki oyuncuyu, hangi oyuncunla tutacağına sen karar veriyorsun. Süper değil mi? Alana döndüm. Şimdi her şeye ben karar veriyorum. Diyorum, Ayşe’yi Fatma tutacak. Koyuyorum Fatma’yı iyi olduğu yere, match-up yaptırıyorum… Al sana problem. Yani bugün klasik alan savunması teorik anlamda aptallık. O yüzden alan savunmalarının tamamı match-up’a evrildi. Sürekli savunmada adam değiştirme var. Ben nasıl şampiyon oldum? Füzyonla. 1999’da Final Four’a da aynı alan savunmasıyla kalmıştım. Biz hep 2-3 gösterip 1-3-1 yaptık. Anlayamadığım şekilde Ekaterinburg buna çare bulamadı. Valla anlayamadım. Kenarda “Oğlum şapşala döndüler” falan diyorum. Bekliyorum bir şey, gelmiyor. En sonunda Candace Parker bana pas attı.
Yabancı pasaportlu bir oyuncunun milli takımda forma giymesine dair düşünceniz ne? Kadın takımı ABD’li oyuncu devşiren Sırbistan’ın tercihi Milos Teodosic, Sasha Djordjevic gibi isimlerce çok eleştirildi...
İhtiyaç varsa, ülke basketbolu için iyi olacaksa neden yapmayalım? Kural var, neden faydalanmayalım ki? Lara Sanders inanılmaz mücadele eden, karakterli ve takımı sahiplenmiş bir oyuncu. Her antrenmanın, her saniyesindeki performansını görünce açıkçası Lara mı, diğerleri mi milli takıma daha çok önem veriyor kestiremiyorum. David Blatt, Rusya'yla şampiyon oldu. JR Holden vardı. İspanya, Avrupa şampiyonu oluyor en iyi oyuncusu Sancho Lyttle. Bir şey midir? Evet. Basketbola ilgiyi artırabilir. Tabii abartırsan iyi değildir. Ölçüsünü federasyon ayarlayacak. Benim açımdan, takımım için iyi. Herkes yapıyor. İyi bir şey olmasa yapmazlar herhalde.
Birbirinizle oynama anlamında telepatik bağlar kurdunuz mu artık?
Işıl Alben: Yani zaten sahaya çıktığımızda artık “Sen 1 numarasın, ben 2 oynarım” gibi konuşmalar yapmıyoruz. Topu alınca zaten o pozisyon gereği ne gerekiyorsa onu yapıyoruz. Bu jenerasyon yıllardır beraber oynuyor. Artık aile gibi olduğumuz için bir bakıştan sonraki pozisyonun gelişini anlayabiliyoruz. Birsel’le, özellikle Nevriye’nin olduğu zamanlarda böyle. Hücuma giderken bakıyoruz karşı tarafın neresi zayıf. O hücumu nasıl oynayabiliriz diye seçenekleri değerlendiriyoruz. Nevriye guard gibi düşünen bir oyuncu. Hücuma giderken onunla göz göze geliyorum, mesela bir ters eşleşme varken bakıyorum, aynı şeyi düşündüğümüzü görüyorum. Ben ona “O tarafa geç” demeyi planlıyorken bir bakmışım ki Nevriye o tarafa doğru yönelmiş.
Sizi rol model kabul eden çok fazla kadın sporcu var. Süreyya Ayhan büyük başarıları kazandığında da atletizme yönelme çok olmuştu mesela. Bu konuda ve kadınların spordaki fırsat, genel eşitlik sorunlarına dair ne düşünüyorsunuz?
Birsel Vardarlı: Ülkemizde kadınlar -1’den başlıyor. İş hayatında, spor camiasında hep böyle. Ne kadar başarılı olsak da basit örnek işte, medyada ne kadar yer kaplıyoruz? Malum. Çok fazla başarılı olamasa da erkek spor kültürü daha ön planda. Nerden kaynaklandığını bilmiyorum. Biz elimizden geleni yapıyoruz. Bu anlayışı değiştirmeye çalışıyoruz. Biraz etkimiz oluyor belki de.
I.A: Kadın basketbolunda ilgi daha çok başarı odaklı oluyor. Ancak başarılı olmalısınız ki reaksiyon gelsin. Burada da bize iş düşüyor. Birsel’in basketbol okulu var. Benim de bir basketbol okulum açıldı. Uzun vadede tüm branşları içerebilecek bir oluşum. Kız çocuklarına, ileride kadın basketboluna fayda sağlamak için gençlerimizi yetiştirmeyi, onların önünü açmayı hedefliyoruz.
WNBA? Takip ediyor musunuz? Gitme hedefiniz var mı?
B.V: Saati uysa da izlemem herhalde. Ben sevmiyorum. Savunma yapılmıyor ki? Orada her şey artık güce dayalı olmuş durumda. Avrupa basketbolunda ise çok daha fazla zekâ var.
I.A: Ben de Avrupa basketbolundan daha çok keyif alıyorum. Bu yaz bir de WNBA ihtimali belirdi benim için. Orada gidip oynamak gibi bir düşüncem var. Ama ya milli takıma hiç gelmemek gerekiyor, ya da 10 gün önce katılmalısınız. Burada da böyle bir hedef, konsantrasyon olduğu için açıkçası kendimi parçalara ayırmak istemedim. Ama WNBA benim hedefim. Bir yerde duruyor. Bu kadar yaklaşmışken orayı da denemek istiyorum.
Işıl sen Nevriye’yle olan iletişiminden bahsettin. Onu Türkiye'nin kadın basketbol tarihinde özel kılan ne?
B.V: Gün geçtikçe basketboluna bir şeyler ekliyor. Zaten 20 yaşından beri çalışma disiplini çok üst düzeyde. Sakatlıklar yaşamasına rağmen hep meydan okudu. Belinden ameliyatlar geçirdi. Hâlâ en üst seviyede basketbol oynuyor. Neden? Çünkü bu oyunu çok seviyor. Son yedi-sekiz senedir oyun zekâsı olarak bir oyun kurucudan hiçbir farkı yok bence.
I.A: İşini çok seviyor. Bir de bazı insanlar çok ister, işini çok sever ama gerekli saygıyı göstermez. Nevriye’de böyle bir durum da yok. Ben bugüne kadar onun bir antrenmanda bile kaytardığını görmedim. Bir şey yaptığı zaman gerçekten onun hakkını veriyor. Bunun karşılığını da hak ettiği şekilde alıyor.
Basketbol sonrası kafanızda antrenör olmak gibi bir düşünce var mı?
B.V: Ben kadınların hem antrenörlük hem de yöneticilik yapmalarını çok istiyorum. Kadın basketbolu için bu çok önemli. Ama bireysel anlamda bu ihtimali kendime biraz uzak görüyorum. Planlar dahilinde olması mümkün değil gibi.
I.A: Tabii, antrenörlük çok farklı bir olay. Ben de Birsel gibi tecrübelerimi koç olarak değil de spor okullarına gidip biraz eğlence biraz birikim aktarma gibi paylaşmak istiyorum. Çok fazla içine girmeden, böyle dışarıdan gibi. Çünkü çok ciddi antrenörlerimiz var ve büyük emekler harcıyorlar. Benim planım farklı.