Hayal ve Gerçek

12 dk

2022 Fransa Bisiklet Turu 11. etabı, modern bisiklet tarihinin en unutulmaz günlerinden biriydi. Jonas Vingegaard’nun zaferi, bir rüyadan çıkmış gibiydi.

Her şeyin bittiği yerdeydim ve aklımda bir roman adı vardı: Toza Sor. 2022 Fransa Turu beşinci etabında, Arenberg Ormanı’nın son zorlu noktasında, Pont Gibus’ta bekliyordum ve etrafımı ateşli bisiklet seyircisi sarmıştı. Fransızlar, Hollandalılar, Kolombiyalılar… O anlarda “Hakkını ver” diyordum kendi kendime. Durduğun eşiğin, basın odasında midene indirdiğin patates püresinin, bitiş çizgisinden son arnavut kaldırımlı yola yaptığın beş kilometrelik yürüyüşün, arada daldığın kahvehanede bisiklet yarışı seyrederken bira içen dayıların… En çok da Tadej Pogacar’ın hakkını ver.

İtiraf edeyim, zaten bütün tatil planımı Paris-Roubaix etabının geçileceği o güne göre yapmıştım ama bir önceki Calais etabı da beklediğimden güzeldi. Yakıcı güneşin altında üç kişilik bir Team Jumbo-Visma atağı gelmiş, Wout Van Aert da pastanın üzerindeki mumu üflerken dünyanın en iyisi olduğunu kanıtlamıştı. Yarış sonrası Hollandalı takımın otobüsü önünde zaman geçirmek, Tiesj Benoot’un tebrikleri kabul edişini seyretmek, bitmek bilmeyen röportajlar içinde ekip üyelerinin koşuşturmasını görmek, Van Aert’ın anne ve babasının mutluluğuna şahit olmak… Hepsi çok özeldi ama hiçbiri, beşinci etabın görkemine sahip değildi. Pogacar, 20 kilometreyi bulan 11 arnavut kaldırımlı sektörün aşıldığı günün sonunda bir kez daha zirvedeydi. Belki etabı almayacaktı ama genel klasmandaki bütün rakiplerinin önünde olduğunu yeniden kanıtlamıştı.

Benim için de ölümsüzleştirmem gereken bir an vardı. Bu sezon, 2022 Ronde van Vlaanderen klasiğinde Pogacar’ın bir başka büyük atağına şahit olmuş, Paterberg yokuşunda hafıza defterime ve kamerama özel bir anı kaydetmiştim. Şimdi, Kuzey Avrupa’nın bir başka önemli bisiklet noktasında, yine “Aha Pogacar” deme zamanıydı. Bir yandan da her şeyin bittiği yerde olduğumu düşünüyordum. Primoz Roglic kaza yapmış, Jonas Vingegaard ise komedi filmlerini andıran bir sorunlar yumağı neticesinde geride kalmıştı. İnternet bağlantımdan ötürü zaman farklarını görmek zorlaşmıştı, dolayısıyla Pogacar’ın üstümü başımı toz içinde bırakmasını isterken bunun 2022 Fransa Turu’nun düğümünün çözüldüğü yer olduğuna kanaat getirmiştim.

Etap sonrası tren istasyonuna yürürken ayakkabılarımın geleceğini ve bisikletin geçmişini düşünüyordum. Bir Pogacar portresi yazmak için başvurabileceğim en iyi duraklar hangileriydi? Eski Merckx ya da Hinault kitaplarını tozlu raflardan indirmem gerekebilirdi. 23 yaşındaki Sloven yıldız, üçüncü Fransa Turu şampiyonluğuna yaklaşırken elimden gelen, yeni yazılar düşünmekti. Sadece kalbimi değil, aklımı da sürece dahil etmeye; pusulama bisiklet tarihini almaya çalışıyordum. Ki aslında o kadar geri gitmeme de gerek yoktu. Sadece birkaç senelik bir yolculuk kâfiydi.

Bisikleti bıraktığı günden beri Chris Horner’ın sivri dilli üslubunu daha yakından tanıdık. Eski bisikletçi, 2017 Fransa Turu 9. etabı sonrasında da kızgındı. Richie Porte’un kaza yaptığı günde, Mont du Chat inişinde Romain Bardet atak yapmış ve sarı mayoyu Team Sky’dan almaya uğraşmıştı. O an Rigoberto Uran, Fabio Aru ve Jakob Fuglsang gibi öteki genel klasman adaylarının aklında ise kendi amaçları vardı ve bütün çalışmayı Froome’a bırakıp onun yıpranmasını sağlamak yerine Froome ile beraber pedal çevirerek Bardet’yi yakalamışlardı. Yani birinciliği alamayacaklarını düşünüp ilk üçteki yerleri için ter dökmüşlerdi. Küplere binen Horner, Twitter’a şunları yazmıştı: “En temel bisiklet yarışı taktikleri: 1- Lideri izole edin. 2- İzole edilen liderle birlikte çalışmayın. 3- Zaman kazanmak için izole edilen lidere saldırın: Eğer o lider daha önce üç kez Fransa Bisiklet Turu’nu kazanan biriyse ikinci ve üçüncü adımlar çok daha kritik hale geliyor.”

Haksız değildi ama söylediklerini kâğıt üzerinden yola geçirmek de kolay değildi. Team Sky’ın bütçesinin yakınından geçmeyen rakiplerinin en zorlandığı alan da buydu. Richie Porte, Geraint Thomas, Wouter Poels, Michal Kwiatkowski, Mikel Landa gibi alanlarında dünyanın en iyileri arasına girebilecek pek çok isim, seneler içinde Froome’un hizmetine girmişti. Zaten 2013 Ax-3-Domaines, 2015 La Pierre-Saint-Martin gibi etaplar, Britanyalı yıldızın bacaklarındaki gücün nişanesiydi. Her şampiyon gibi onun da sıkıntıya düştüğü anlar yaşanıyordu lakin hep bir şekilde krizden çıkabiliyordu. Bazen kendi yeteneğiyle, bazen de ekibiyle. 2015 Alpe d’Huez’de Nairo Quintana’nın çılgın denemesine dayanmış, 2016 Mont Ventoux’da bisikletini bırakıp koşarak (Tur organizatörlerinin hatalı kararının da yardımıyla) imparatorluğunu korumuştu. 2017 Peyragudes gibi iyi hissetmediği günlerde ise rakiplerinden sadece 20 saniye yemişti.

Hem Froome’un hem de 2011’den itibaren yedi Fransa Turu kazanan Team Sky’ın dehası, güçlü oldukları günler kadar zayıf oldukları etaplarda da kendisini gösteriyordu. Tabii ki fark yarattıkları alanların başında devasa bütçeleri, muazzam kadroları, teknolojik olanakları yatıyordu. Fakat yeterince hakkı verilmeyen bir özellikleri, herhangi bir kaos karşısındaki çözüm üretme becerileriydi. Daha ilk saniyesinde Garmin ile Movistar’ın havai fişekleri patlattığı 2013 Bagneres-de-Bigorre etabı, bir başka örnekti. O gün Eurosport mikrofonlarına geçtiğimizde saat daha 12’yi bulmamıştı. Froome ilk kilometrelerden itibaren birçok domestiğini kaybetmiş, tek başına kalmıştı. Yayında kurduğum hayaller dün gibi aklımda. Bir imparatorluğun başında olduğumuzu hissediyordum ve duvarların su almasını izlemekten keyif alıyordum. Mesele, bireylerden çok daha ötesiydi. Bir anlığına, bisikletin gerçekleriyle hayallerimiz arasındaki mesafe kapanıyor gibiydi. En nihayetinde, gerçekler galip geldi. Froome dayandı ve ikinci Fransa Turu zaferine yürüdü.

O hayalim hiç bitmedi. Yalnız değildim. Yol bisikletine yıllarını veren herkes benzer bir hisse sahiptir. Bu sporla haşır neşir olmak, anlamlı bir serüvendir. Fakat iki teker, bir yandan da talepkârdır. Sizden yalnızca saatlerinizi, günlerinizi değil; hayallerinizi de ister. Koca imparatorlukların dağlarda kurulmasını seyrederken bir gün her şeyin bitebileceği ihtimalini de düşlersiniz. Tarih kitaplarında okuduğunuz, bisiklet filmlerinde gördüğünüz siyah-beyaz destanların benzerleriyle karşılaşmak istersiniz. Belki de bir gün yıldızlar, son tırmanışa kadar beklemeyecektir, en unutulmaz Coppi zaferlerini anımsatacak şekilde bitime 60 kilometre kala öne çıkacaktır. Belki yeni bir Hinault çıkacaktır, demir yumruğuyla rakiplerini korkuya sevk edecektir. Belki bir Merckx gelecek, büyük turların yanında klasikleri de süpürmek isteyecektir. Tabii ki bütün bunları aklınızdan geçirirken kendinizi kandırırsınız. Kısa bir sürede modern bisikletin böyle işlemediğini anlarsınız, üstelik belki de böylesi daha iyidir. Makineleri değil, insanları izliyor olmanın rahatlatıcı bir yanı vardır. Ama hayat zinciri içinde sürekli aynı duyguya ve kandırmacaya kapılırsınız. Ya bugün o tür bir dağ etabı olursa? Ya bugün bisikletçiler her şeyi 5 kilometreye sığdırmak yerine 70 kilometreye taşımaya çalışırsa? Umut hiç bitmez.

O yüzden 2022 Fransa Turu 11. etabını izlerken birçok yerde kahkahayla karışık çığlıklar attım. Arenberg’deki tozlu yollarda Pogacar’ın gücünü gören, her finişte Sloven yıldızın birkaç saniye kapmak için bile nasıl mücadele ettiğini en yakından takip eden Jumbo-Visma, büyük planını Alplere saklamıştı. Mitik Col du Galibier’nin çıkılacağı, Col du Granon tırmanışıyla bitecek gün, Fransa Turu’nun en güçlü ekibinin hayallerini süslüyordu. Takım yetkilileri, Pogacar’ın iki zayıflığını tespit etmişti: Rakım ve sıcaklık. 2600 metrelere çıkılan, aldığınız nefesten içtiğiniz suya kadar her şeyin farklı hissettirdiği Galibier yokuşu, 40 dereceye yaklaşan sıcaklıkların da etkisiyle, o zayıflıklara saldırmak için ideal bir noktaydı. Jumbo-Visma umutluydu. Gerekirse Roglic’i bile serviste kullanacak, Vingegaard’nun esas yumruğu için herkesi seferber edeceklerdi.

Her şey yolunda gitti. Ve aslında gitmedi. Jumbo-Visma’nın kâğıt üzerindeki taktiği, ilk kilometreden başlamıştı. Başta Van Aert öne çıktı, sonra Laporte devreye girdi. UAE Team Emirates, koronavirüs nedeniyle iyiden iyiye eksilmişti ve Pogacar’ı savunacak bir yapı kuramamıştı. Sloven yıldız, etabın bitmesine 70 kilometre varken yalnız kalmıştı. Col du Telegraphe yokuşunun başında Benoot ile Roglic, pedallara asıldı. Daha sonrasında ise bir Roglic kaçmaya çalıştı, bir Vingegaard... Takım arkadaşı kalmayan Pogacar’a sürekli “Bizi tek başına savunabiliyorsan savun” mesajı veriyorlardı. Beni daha da heyecanlandıran, genel klasmana bakışlarıydı. Jumbo-Visma ikinci ya da beşinci olmak arasında fark görmüyordu. Birinciliği kafaya takmışlardı ve bu uğurda öteki rakipleri hesaba bile katmadılar. Mesela ellerinden geleni yapmalarına karşın Col du Galibier’den inilirken hâlâ Pogacar’ı incitememişlerdi. En azından dışarıdan göründüğü kadarıyla. Sloven yıldız kameralara gülümsüyor ve kendisini son derece iyi hissediyordu. 2020’den beri neredeyse girdiği her cepheden galip çıkan, sadece büyük turlarda değil, tek günlük klasiklerde bile şov yapan Tadej, Jumbo-Visma yetkililerine “Acaba emeklerimiz boşa mı gitti?” diye sorduruyordu. Her halükârda cesaretleri, benim için takdir edilesiydi. Jumbo-Visma, son tırmanış öncesi geriye düşen Roglic’i getirmek için Van Aert’ı görevlendirmiş, onlar liderler grubuna gelirken de genel klasman rakiplerini taşımakta beis görmemişlerdi. Hollandalı ekip, başkalarıyla ilgilenmiyordu ve Pogacar’ı yenebilmek adına her türlü riski alıyordu. Hedefleri ilk üç değildi, sarı mayoydu.

Ve başardılar. Son 10 kilometrede önce Nairo Quintana’nın, sonra Romain Bardet’nin atağına yanıt veremeyen Pogacar; Danimarkalı rakibi Vingegaard selesinden kalktığında çaresizdi. Belki yeterince beslenmeyi unuttuğu için şeker eksikliğinden ötürü duvara çarpmıştı, belki sıcaktan dolayı dehidre olmuştu, belki de Jumbo-Visma’nın total bisiklet taktiğine karşı bitap düşmüştü. Benim bunları o an bilmem imkânsızdı. Ama bir bisiklet aşığı olarak o anlarda başka bir rüyanın gerçeğe dönüşmesini görüyordum. Ortada bireylerden büyük bir durum vardı. Hollandalı takımın Pogacar’ı izole etmesi, sonra da sağlı sollu bir şekilde onu yormaya çalışması, Sloven şampiyonu tutmaktan ya da tutmamaktan daha büyük bir anlam ifade ediyordu. Zaten bu rüyanın gerçeğe dönüşmesindeki keyfi büyüten, en başta Pogacar’ın gücüydü. O bu kadar iyi olduğu için kaybetmesi de şaşırtıyordu. Sarı mayo ellerinden giderken dilim tutulmuştu.

1990’ların başında Miguel Indurain hâkimiyetine giren, 2000’lerin başında Lance Armstrong’un olan, sonra Alberto Contador’un eline geçen, 2010’larda Chris Froome’un yönettiği peloton, hep yıldızların etrafında kurulan trenlerin denetiminde ilerlemişti. Büyük hükümdarları yıkmanız zordu, imparatorluklara karşı çıkmanız da… Andy Schleck’in 2011’deki efsanevi Galibier atağı, bir ara dönem nostaljisiydi. Pogacar gibi bisikletçiler nadiren böylesine devasa zayıflıklar gösterirdi. Eğer son nefeslerinde değillerse... Bernard Hinault’nun 1986 Col du Grannon’da, Eddy Merckx’in 1975 Pra Loup’ta kaybettiği günler bu açıdan değerlendirebilirdi. İki efsane de artık son duraklarındaydı ve karşılarında çok daha diri, genç rakipler vardı. Ama 23 yaşındaki Pogacar’ın 25 yaşındaki Vingegaard’dan tek bir tırmanışta yediği 2 dakika 51 saniyelik fark, başka türlü bir şeydi.

Jonas Vingegaard’nun tırmanışını izlerken herkes son 15-20 seneyi gözden geçiriyordu. Sarı mayo savaşında böylesine heyecanlı bir etabı en son ne zaman seyretmiştik? Cevaplar çok fazla değildi. 2016’da Froome’un bisikletsiz şekilde Mont Ventoux’da koşması jeneriklere girmişti bile. 2019’da Thibaut Pinot’nun gözyaşlarından birkaç saat sonra Egan Bernal’in şampiyonluğa yürüdüğü anlar dramatikti. 2020’de Pogacar’ın Roglic’i geçtiği son zamana karşı da 1989 göndermeleriyle tarihe geçmişti. 2008 Alpe d’Huez, yalnızca Carlos Sastre’nin atağıyla değil, takımının Schleck Kardeşler önderliğinde sağlı sollu çalışmasıyla da hafızalara kazınmıştı. 2003 Luz Ardiden artık karanlık sayfalar arasında kalsa da, Lance Armstrong’un bisiklete bıraktığı en unutulmaz eserdi.

Ve en çok da az önce andığım 2011 Galibier etabı. Team Jumbo-Visma’nın yazdığı sayfa, en çok o günkü Leopard-Trek ile kıyaslanıyordu. O sene Andy Schleck, işini sonuna kadar götürememiş, Grenoble’daki zamana karşıda Cadel Evans’a mağlup olmuştu. Fakat Galibier’deki planı, bir başka rüyanın gerçeğe dönüşmesiydi. Yarışın başında iki farklı takım arkadaşı kaçış gruplarına girmiş ve parkurun içinde Schleck’le farklı noktalarda buluşmuşlardı. Kısa süren bir havai fişek gösterisi gibi değil, üç saatlik bir aksiyon filmi gibiydi yaşananlar. En güzeli de, daha etap başlamadan bir takım arkadaşının söyledikleriydi. Maxime Monfort, taktiklerini ilk kez gördüğünde şüpheciydi. Yıllar sonra Richard Moore’un Etape kitabına anlatacağı üzere herkesin ortasında şöyle demişti: “Bu PlayStation taktiği, PlayStation bisikleti. İşe yaramayacaktır. Takımımın heyecanını görmek harikaydı ama biraz abarttıklarını düşünmüştüm. Modern bisiklette böyle bir şey işlemezdi.” Ne mutlu ki yanıldı ve o büyük yanılgının içinde büyük bir rol oynadı.

2022 Fransa Turu 11. etabını izlerken her şeyin bittiği yerde olduğumu düşündüm bir kez daha. Bu sefer evdeydim. Beş kilometre yürümemiştim, güneş tepemde değildi, her şeyin fotoğrafını çekmiyordum. En önemlisi de Vingegaard’nun tozuyla kirlenemezdim. Yine de yaşananların hakkını vermeye çalıştım. Son 70 kilometrede sürekli yerimden kalktım, Jumbo-Visma’ya şapkamı çıkardım. Şimdi aynı şapkayı Tadej Pogacar için saklıyorum. Biliyorum, aynı yarışta birden fazla rüya görmek iyi değildir. Biliyorum, bisiklet yarışları da genelde 11. etaptaki gibi işlemez. Daha çok, bir gün sonra geçilen Alpe d’Huez gibi etaplar gerçektir. Beklersiniz, beklersiniz ve hiçbir şey olmaz. Yine de bazen kendini kandırmak da rüya görmek de güzeldir. Ben biraz daha toza soracağım.

Socrates Dergi