Hayaller Bitmez

12 dk

Avrupa ve Türkiye basketbolunda rekabetin kızıştığı, bütçelerin zirve yaptığı dönemde Pınar Karşıyaka nasıl lig şampiyonu oldu? Başarının aktörleri, kendi şampiyonluk öykülerini Socrates'e anlattı. İlk söz, koç Ufuk Sarıca'nın.

"Karşıyaka özel bir yer" dedi gülerek. Burada kendini bulmuştu. Kısa sürede taraftara, kulübe ve oyunculara karşı aidiyet hissetti. Potansiyele inanıyordu. Takıma geldiği ilk sezonda alınan 23 galibiyet kulüp rekoruydu ama… Daha fazlasını yapabilirdi.

"Bir hayalim var" dedi durup dururken. Önce kendini inandırdı. Ardından etrafındakilere inanmaları için geçerli sebepler sundu. Türkiye Kupası bir başlangıç, Cumhurbaşkanlığı Kupası'ndaki şampiyonluk ise mesajdı. Artık telaffuz edilebilir miydi?

Hayır. Hedef Euroleague'di. Hatta Nisan'da kaybedilen Darüşşafaka maçından sonra "Üç senedir söylüyorum, bu takımı EuroLeague'e götürmek tek amacımız. Şimdi büyük bir avantajı kaybettik" demişti.

Ufuk Sarıca, yarı finaldeki Fenerbahçe Ülker serisinin son maçına kadar hiçbir zaman 'şampiyonluk' kelimesini telaffuz etmedi. Oyunu kuralına göre oynadı. Ve kazandı.

Yerel liglerde üst üste iki turda Zeljko Obradovic ve Dusan Ivkovic'i eleyerek kupayı kazanan başka bir antrenör yok. Şampiyonluğa hiç bu açıdan baktınız mı?

Ellerindeki imkânlar malum. Bunları görmezden gelmek mümkün değil. Bizim olanaklarımıza sahip takımlar Fenerbahçe Ülker'i, Anadolu Efes'i sezonda bir-iki kez yenebilir ama biz eze eze geçtik bu iki takımı. Mesela Cumhurbaşkanlığı Kupası'ndaki şampiyonluk… Hadi o bir maçlık hadise. Ya play-off yarı finali ve finali? 3-1 ile 4-1.

Bambaşka bir şey bu. Başarıyı bireyselleştirmek istemem. Sevimli olmaz. "Birlikte ne yaptık?" sorusunu cevaplamak daha çok hoşuma gidiyor. Üç senedir beraber çalıştığım oyuncular var. Onlar daha ilk günden bu yana benim değişken müdafaalar oturtmaya çalıştığımı biliyor. Baskılı oynamaya gayret ederek, "Bu takım altıncı dakikada pres yapıyor, 40. dakikada nasıl ayakta kalacak?" gibi saçma bir algıyı yıkmaya çalışıyorum. Sezon başındaki tempomuz, çalışma düzenimiz bunları sağladı. Farklı fiziksel metotlar uyguladık. Devamlı enine boyuna sıçrayarak oynanan, fiziki güce bu denli dayalı bir sporda alan daraltman şart çünkü. O adamı potadan uzaklaştırmalısın. Bunu yapmak için de çok güçlü olman gerekiyor. Baskılı savunma için denemelere üç sezon önce başladık, her yaz dönemini de iyi idman yaparak ve çalışarak geçirdik.

Peki 20 milyon euro barajını aşmış bütçelere sahip iki takım neyi çözemedi? Hem Obradovic hem de Ivkovic'in suçu zaman zaman hakemlerin maç yönetimine yıktığını gördük...

Yani, normal şartlarda herkesin beklentisi Fenerbahçe'nin yarı finalde kazanıp bizi tatile göndermesiydi. Ama biz onları yenmeye çok önceden başlamıştık. 3+2 kuralı varken de kazanmıştık Fenerbahçe'ye karşı. Zeljko Obradovic iki senede kimseye karşı bu kadar mağlubiyet almamıştır herhalde. Belki onun siniriyle yapıldı bu açıklamalar. Ivkovic "5'e karşı 8 kişiyle oynadık" demişti final serisi esnasında. Olur yani, olabilir. Zaman zaman ben de hakemlerle alakalı açıklamalar yapıyorum. Obradovic ilk geldiği sene bir hareket yaptı. (Bir pozisyon sonrasında Sarıca'nın üzerine yürümüştü) Sonrasında özür diledi. Bence yapmaması gerekirdi. Bu konunun tekrar gündeme gelmesini de istemiyorum. O da eminim üzülmüştür.

Türkiye'de alabileceği tüm kupaları aldı bu takım. Karar maçlarından, finallerden hep galip çıktı. Finalde Efes'e karşı arka arkaya dört maç kazandı. 16 sayı geriye düştü, kazandı. Son 45 saniyeye 4 sayı geride girdi, kazandı. Sezon başında "Bu takım play-off yapamaz" dendi. Şampiyon oldu. Şimdi "Acayip yapışıyorsunuz rakip takıma. Bırakmıyorsunuz, gidemiyorlar" diyorlar. Bu takım winner. Aynı ideolojiyle, düşünce yapısıyla üç yıldır devam etmenin mükâfatını alıyor. Her maça değer vermenin, sıkı çalışmanın ödülü işte burada. Bugün bu takım Türkiye şampiyonu.

Sezonun kırılma ânı, dönüm noktası neydi?

Ocak ayının ilk haftası diyebilirim. Seyircisiz bir TED maçı oynamıştık. Kazandık ama ben çok memnun değildim takımdan. Hücumda birtakım değişiklere gitme kararı aldığımızı hatırlıyorum. Eurocup'taki Beşiktaş maçına da dört gün vardı. İstanbul'da oynayacaktık. Akatlar dönüm noktasıydı. 30 sayıyla kazandık. Ondan sonra 13 maç arka arkaya galip geldik. Hücum ederken çok eğleniyordu takım. Herkes katkı vermeye başlayınca birbirlerine daha da sıkı bağlandılar.

Ayrıca sezon başındaki Cumhurbaşkanlığı Kupası maçını sayabilirim. Kenny Gabriel takıma yeni gelmiş. Keza Juan Palacios, DJ Strawberry aynı şekilde. O bahsettiğim "Bu takım play-off yapamaz" konuşmalarını duyduğum dönemler. Palacios için, "2.03 uzun mu olur? Ne biçim adam bu?" denilen zamanlar. "Avrupa sizi konuşur, rezil olursunuz" diyen insan tanıyorum ben. O sebeple, bahsi geçen oyuncuların değerlerine bugün geldiğimiz noktadan bakmayalım. Çok modern basketbol oynadık. Şimdi telefonum çaldığında "Juan gibi oyuncu arıyoruz" lafı geçiyor. Demek ki oyuncusundan genel menajerine, bazı şeyler çok doğru yapılmış.

Soyunma odasından aktarabileceğiniz ikili diyaloglar, sezon içi konuşmalar var mı?

Bazı maçlarda devre arasında ya da maçlardan önce oyunculara tahmin veririm. "Şu kadar farkla biter bu maç" diye söylediğim ve öyle çıktığı olmuştur. Mesela final serisinin ikinci maçından önce yapılan toplantıda, "Üçüncü periyodun sonunda 15 sayı geride olacağız" dedim. Daha maç oynanmamıştı. İnsanın içine doğuyor bazen. Bambaşka bir his.

Yine Diebler'la benzer bir olay oldu. İlk yarı üçlüğün gerisinden 0/4 atmış, morali bozuk. Soyunma odasındayız. Ben aldım Jon'ı yanıma, "Sen şimdi oyuna küsüyorsun ama eminim ki ikinci yarıda dörtte dört atacaksın. Rahat ol" dedim. İkinci yarı çıktı sahaya, beş atışın dördünü soktu. Oyuncu da şaşırıyor. Sıfır çekmiş, dönüp bana bakıyor. "At kardeşim" diyorum. Onun inisiyatifi, tahammülü bana ait. Ben sana bugün maçın gidişatına göre sekizde sıfır atma hakkı da verebilirim. Yarın bu, iki şut kaçırdığında kenara gelmenle de sonuçlanabilir. Önemli olan doğru pozisyonu bulmak. Öyle olduğunda atacaksın. Çünkü senin işin bu.

Efes arka alanının direnç göstermekte zorlandığı final serisinde, Thomas Heurtel'e hakemlere tepkisi nedeniyle verilen iki maçlık ceza size ne düşündürttü?

Sezon boyunca Efes'in ya da ligdeki diğer takımların enerji ile agresiflik konusunda bizimle yarışması da pek mümkün olmadı; top çalmada Eurocup'ta ikinci, ligde birinciydik. Bu konuda fark yarattığımızı, yaratabileceğimizi biliyorduk. Ama Heurtel'in ceza haberi geldiği gün oyuncularla toplantı yaptım ve "Şimdi işimiz daha zor" dedim. Efes'in ekstra enerji kazanacağı aşikârdı. Doğuş'un oynaması bizi savunmada rahatlattı ama onun yaptığı baskı, takıma getirdiği dinamizm… Çok zorlandık. Bakın işte Krstic'le Heurtel'in beraber oynadığı maçların birinde 86 diğerinde 90 küsur sayı attık. Heurtel'in cezalı olduğu ilk maçta 70'lerdeydik. Onun yokluğu daha zor hale getirdi seriyi.

Maç sonlarında kaptan İnanç Koç'un oyuna dahil olup rakip takım topu çıkarırken çizgiye bastığı bir kenar oyunu var. İnanç çizgiye basıyor, siz rakip takımın sahaya nasıl yerleştiğini görüyorsunuz ve hakemden gelen uyarıyla oyun devam ediyor. Bu ritüelin sezon boyunca dikkat çekmemesi çok garip değil mi? Fikir size mi ait?

Bu kuralı değiştirteceksiniz şimdi. Koraç'ı kazandığımız sene de basketten sonra süre durmuyordu. Milano'yla burada yedi sayıyla yenmiştik, deplasmanda fark üç sayıyken Gentile bir üçlük attı. Bitime beş-altı saniye kalmıştı. "Topu ellemeyin, bana bırakın" dedim. Yerde iki-üç saniye sekti. Topu elime aldığımda süre bitmişti. Ben de havaya fırlattım. Sonra o kuralla ilgili bir şeyler yazıldı. Yani çok fazla tartışma konusu olmadı ama yine de bu muhabbetin bir yerlerde geçtiğini hatırlıyorum. Hop, kuralı değiştirdiler. Şimdi bu çizgiye basma olayına da elveda diyeceğiz galiba.

Aslında üzerinde çok fazla konuşmadık. İnanç çok tecrübeli, yıllardır oynuyor malum. O pozisyonlar esnasında göz göze geliyoruz, "Hadi yapalım mı?" diyor birimiz, sonra yapıyoruz. Yani biliyorsunuz play-off esnasında dört maç uzatmaya gitti. Aşağı yukarı da hepsi denk geçti işte. Bunlara ihtiyaç oluyor. Tabii bilmiyorum bunu yazmanız iyi mi kötü mü… Karar veremedim.

Oyunculuğunuz döneminde "Karşıyaka taraftarı hakkında komik söylemler duyuyorduk" açıklamanız var. Biraz detaylandırabilir misiniz?

Harun Erdenay'la alakalı bir hikâye var mesela. Ben Ülker'deyim o dönem, Harun takım arkadaşım. Karşıyaka deplasmanında pek de iyi oynamıyoruz. Kaybedeceğiz. Bizim bench arkasında bir taraftar var, Harun'a kellik ilacı tarifi veriyor; "Baba bak, iki yumurta alacaksın, kıracaksın onları. Şöyle böyle süreceksin. Saçın çıkacak" diyor. Defalarca. Ben de maç oynanırken gülmeye başladım. Acayipti.

Pınar Karşıyaka'nın başarısında üç yıllık projenin devamı önemli faktördü. Şimdi kadronun dağılıyor oluşu sizi tedirgin etmiyor mu?

Üzülüyorsun. Bir çocuğunmuş gibi düşün. Bebekti, şu kadardı. Büyüdü. Biraz daha büyüdü. Buraya kadar geldi. Aslında biraz daha büyüyebilir. Ama evden gidiyor. Ne kadar büyüse de sen onu görmeyeceksin. Bundan ötürü bir üzüntü var. Tedirginlik kısmına gelince… Bir parça kaygı var tabii, Euroleague bu. Takım dağılıyor. Ben elbette isterdim, bu takımı koruyup birkaç takviyeyle yola devam edelim. Olmadı. Şartlar bazen böyle gelişiyor. Oyuncuda da, antrenörde de bir parça kaygı iyidir. Stres duymak gerekir. Çok rahat oldun mu işler yürümez. Kaygıyı yönetmek önemli. Şimdi burada oturup ağlayacak, dövünecek halimiz yok. Giden arkadaşların hepsi büyük hizmetler verdiler. Hepsi düzgün insanlardı. Bundan sonrası için ancak temennimi sunabilirim. Umarım doğru seçimleri yapmışlardır.

Ama Bobby Dixon? Onun tercihini doğru bulmadığınızı özellikle söylemiştiniz...

Burada çok sevilmişti. Kişisel olarak da özel bir ilişkimiz vardı. Ben bir şey anlatmak istediğimde o hemen devamını getiriyordu. Kolay değil, üç koca sene. Bir sene daha kalsa belki kariyeri için daha iyi olabilirdi. Fenerbahçe'de paylaşacağı top daha fazla olacak. Doğruya doğru. Benim burada ona tanıdığım özgürlük çok daha farklıydı. En son final maçında yedide sıfır üçlük attı ama yine de devam edebildi. Sakın yanlış anlaşılmasın. Kenarda bir Bobby daha olsaydı belki ben de onu değiştirebilirdim ama yoktu işte. Şimdi kenarda bir Bobby'nin daha olduğu takıma gidiyor. Bundan dolayı doğru bir tercih yapmadığını söyledim.

Evet, kırgınım. Gelip bana takımdan ayrılacağını söylemeliydi. Üç senedir kurduğumuz ilişki bunu gerektiriyordu. En önemli oyuncumdu o. Takımdan mı ayrılacak? Bu sabah mı? O günün sabahında bana gelmeliydi. Ondan duymalıydım. Ben sezon içinde defalarca söyledim, "Çocuklar gelecek yıl burada olursunuz, oluruz, olmayız. Ama olanakları Karşıyaka'dan daha fazla bir takıma, büyük paraya giderseniz en başta ben mutlu olurum" dedim. Zira oyuncuya bir şey katabilmişimdir. Bunu söyleyen bir antrenör, oyuncusu yanına gelip "Şöyle bir para verdiler, ben gidiyorum" derse, nasıl karşılık verir? Başkalarından duymamalıydım.

Dusko Ivanovic'in çalıştırdığı TAU'dan beri üst seviyede böylesine baskılı oyunla bir numara olan fazla sayıda takım görmedik. Karşıyaka'daki dört, hatta beş kısalı sisteme ise hiç aşina değiliz. Örnek aldığınız bir felsefe, sistem var mı? Bütçe/başarı denklemini nasıl kuruyorsunuz?

Şimdiye kadar oyuncu seçimlerimizde iki ana kriter vardı diyebilirim. Üst basamağa çıkabilecek, başarıya aç ve düzgün karakterde oyuncuları kadroya katmaya gayret ettik. İşte bugün bakıyorsun biri Olimpiakos'a gidiyor. Öbürü Fenerbahçe'yle imzalıyor. Diebler da Efes'e gitti diyorlar. Kenny büyük çıkış yaptı. Daha önce kısaca değindiğim gibi; biz üç sene boyunca hep bir yıl öncesinden farklı basketbol oynayarak başarıya gittik. İlla standart bir sistem olacak diye kaide yok. Değişime açığım. Günümüz basketbolunda sen ne kadar koşabiliyorsun, o önemli. Oyun hızlandı. Belki iki sene sonra üçlük çizgisi biraz daha geriye çekilecek. Belki 24 saniye değil de "Hadi 22 yapalım şunu" diyecekler.

Açıkçası oyun felsefesini örnek aldığım bir kulüp ya da antrenör yok. Palacios tercihinde olduğu gibi, şartlar neyse ona göre davranıyorum. Hangisiyle oynamaktan daha çok zevk alırım diye de bakıyorum. Bobby Dixon'la ne kadar yarı saha basketbolu oynayabilirsin? Fiziksel dezavantajları belli. DJ Strawberry gibi bir oyuncu varken kadroda, oyun kurucudan topu 20 saniye çevirmesini isteyeyim? Ben de bilmiyorum böyle basketbolu.

Türkiye'nin hiçbir semtinde Karşıyaka'daki kadar basketbol sahası yok. Hiçbir yer basketbol kültürüne bu denli yakın değil. Peki Eurochallenge finalinde sahaya atılan su şişesi, Nenad Krstic'in sakatlığı sırasında okunan cenaze marşı ve Fenerbahçe serisindeki ikinci maçın son bölümünde yapılan tezahürat bu duruma tezat oluşturmuyor mu? Hangi perspektiften bakmak lazım?

Bunlar hep zirve maçlar. Sonuç maçları. Yoksa burada Karşıyaka taraftarı basketbolu çok iyi biliyor. Fenerbahçe serisinde, biraz alışkanlıktan gelen o tezahürat kısmı var. Daha dört dakika varken yapılması yanlış tabii. Önümüzdeki sene azalacak, biliyorum. Artık Euroleague var. Takım olarak nasıl üç sene yukarıya gittiysek, taraftar da o ivmeyi yakaladı. Yarı final ve finale bakın en ufak olay olmadı. Küfür duymadık. Euroleague'e o istedikleri taraftar profilini verdik. Yoksa sadece taraftar değil, biz de hazır değiliz bu işe. Sadece bu ekiple olmaz. Belki bir asistan daha alacağız. İdari açıdan öbür tarafla ilgilenecek ekstra birilerini bulmamız gerekiyor. Bak şimdi yeri geldi, bir hikâye anlatayım.

Türkiye Kupası'nı kazandığımız gün uçakla İzmir'e dönüyoruz. Bir taraftar da bizimle beraber. Yanına gittim, "Ya şimdi biz kupayı aldık. Sana bakıyorum şaştın kaldın öyle üç dakika falan. Nasıl iş bu anlamadım" dedi. Acayip, hiç unutmayacağım bir cevap verdi

"Ya hocam. Biz kaybetsek ne yapacağımızı biliyoruz. Hep kaybetmişiz. Futbolda öyle. Basketbolda öyle. Ama nasıl kazanacağımızı bilmiyoruz ki? Şaştım kaldım o yüzden."

Hayaller bitmez. Bu taraftar da takımla beraber yükselmeye devam edecek. Final Four olur, Avrupa Kupası olur. Tekrar Türkiye şampiyonluğunu alırız. Pınar Karşıyaka tarihinde ligi iki kez kazandı. 22 kez şampiyonluk görseydi tamam. Daha göbeğimiz şişmedi. Hayal kurmaya devam.

"Bodiroga yıllarca çirkin şut attı"

Oyuncularıma hep söylüyorum. Bodiroga örneğini veriyorum. Avrupa'nın en büyük oyuncusuydu yıllarca ama en çirkin şut atanıydı aynı zamanda. Bu önemli mi peki? Değil. Nasıl attığına değil, atıp atamadığına bakılır maç sonunda. İstersen böyle at, istersen şöyle. Sen atacaksın kardeşim. Stilini değiştiremiyor muyuz? Günde bin tane çirkin stille atıp çirkin stille sokan oyuncu olacaksın. Bu kadar basit. Estetik elbette güzel. Hani kitaplarda yazıyor, kalçan şöyle olsun, yok top gökkuşağı gibi gitsin, bileğin düşsün. Ama kaç kişi böyle oynuyor? Kaç kişi böyle oynayabilir?

"Sıkıntı yok, Tomic'i de savunuruz"

"Hiç oyuncu bulamadık da Palacios'u mı aldık? Hayır. Üç alternatifimiz vardı. Ama benim oynatmak istediğim basketbola uymuyorlardı. Takımın agresifliği bir kademe aşağı inebilirdi. Şimdiki planımız da onu takımda tutarak yanına kalıplı bir uzun eklemek. Kesinlikle korkmuyoruz. Krstic o uzunların en babası; ki ona da alanı çok daralttık. Yarın Ante Tomic geldiğinde orayı da paylaşarak savunacağız. Koruyacağız."

"Aydın Hoca aradı ve..."

Sarıca: Tabii, duygusal oldu biraz. Ben 1992'de henüz 20 yaşındayken onun takımında final oynadım. "Biz şampiyon olacağız" dediğimizde sokaktaki insanlar öcü görmüş gibi bakıyordu. Aydın Abi beni aradığında çok duygulandığını söyledi. Özellikle yerli, bu ülkede yetişmiş bir antrenör olarak kazanmamın çok özel olduğunu vurguladı. Hem Fenerbahçe hem de Efes serilerinden sonra attığı çok güzel mesajlar var. Bana verdiği emeklerden ötürü bir kez daha çok teşekkür ediyorum ona.

Örs: Ufuk, oyunculuğu döneminde de sorumluluk almaktan kaçmazdı. Sıcak anlarda, kritik pozisyonlarda yükü omuzlayan cesur bir oyuncuydu. Ona bunları hatırlattım.  Ne kadar cesur olduğunu, yüreğini ortaya koyduğunu söyledim. Duygulandım elbette. Türkiye'de yetişmiş antrenörlerin bir simgesi olarak başardığı iş o kadar önemli ki… Onunla gurur duyuyorum.

Socrates Dergi